TAHA SURESİ

91. Dediler ki, bize Musa dönüp gelinceye kadar biz buna buzağıya sürekli olarak tapmaktan geri duracak değiliz.

91. O İsrail oğulları da Hz. Harun’a cevaben (dediler ki: Bize Musa dönüp gelinceye kadar biz buna) bu buzağıya (sürekli olarak tapmaktan geri duracak değiliz) sanki demiş oluyorlardı ki: Ey Harun!. Biz senin bu husustaki fikrini, delilini kabul etmeyiz. Ancak Musa’nın sözünü kabul ederiz. O gelsin bakalım ne diyecek. Onlar bu sözleriyle pek açık olan bir hakikatı anlamak kabiliyetinden mahrum olduklarını göstermiş, Harun Aleyhisselâm gibi bir Peygamber’in hidayet vesilesi olacak teklifini red etmiş bulunuyorlardı.

92. Dedi ki: Ey Harun! Onların sapıklığa düştüklerini gördüğün zaman seni ne men etti.

92. Bu mübarek âyetler, Tur’dan dönen Musa Aleyhisselâm’ın Hz. Harun ile arlarında geçenkonuşmayı ve Harun Aleyhisselâm’ın ileri sürmüş olduğu mazereti beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, İsrail oğullarının buzağıya tapmış olduklarını gelip anlayınca kardeşine hitaben (dedi ki: Ey Harun!.) Sen ki, peygambersin, sen ki benim kardeşim, vezirim ve halifemsin (onların) o İsrail oğullarının (dalâlete düştüklerini gördüğün zaman seni ne men etti?.) ki, onların aralarından ayrılmadın, öyle hidayet yolundan çıkarak buzağıya taptıklarını gördüğün halde yine aralarında kaldın?.

93. Ki, benim ardımca gelmedin? Emrime isyan mı ettin?

93. Evet.. Seni ne men etti (ki, benim ardımca gelmedin?.) Gelip durumu bana haber vermedin, veya benim yolumda hareket ederek onlara karşı bir gazap, bir hiddet göstermedin, onlar ile mücadeleye atılmadın yoksa sen (emrime isyan mı ettin?.) de Vazifende direnme göstermedin, durumun gerektirdiğine aykırı harekette bulundun.. Hz. Musa: Kavminin öyle müşrikce hareketlerinden çok etkilenmiş olduğu için kardeşine karşı böyle bir hitapta bulunmaya ruhen bir ihtiyaç hissetmiş ve mübarek kardeşinin sakalını, başının tüylerini tutup dinî bir gayret etkisiyle kendisine doğru çekerek olayın mahiyetini anlamak istemişti.

94. Dedi ki: Ey anamın oğlu! Ne sakalımı ve ne de başımı tutma. Ben muhakkak senin. İsrail oğullarının aralarını dağıttın ve benim sözümü gözetir olmadın, diyeceğinden korktum.

94. Harun Aleyhisselâm da (dedi ki: Ey anamın oğlu!) ey şefkatli kardeşim!, (ne sakalımı ve ne de başımı tutma) ben mâzurum. Evet.. (Ben muhakkak senin) Tur’dan dönünce bana hitaben sen: (İsrail oğullarının arlarını dağıttın) onlar ile mücadelede bulundun, birbiriyle savaşa sebep olacak derecede sertlik gösterdin. (Ve benim sözümü gözetirolmadın) benim tavsiyeme riayet etmeyip aralarında anlaşmazlık çıkmasına sebebiyet verdin (diyeceğinden korktum.)

§ Hz. Musa, Tür’a giderken Hz. Hamn’a demişti ki: Sen kavmim hakkında benim halifem ol ve ıslâhta bulun, bozguncuların yoluna tâbi olma. Şimdi Hz. Harun ileri gidip de mücadelede, savaşta bulunmuş olsa idi, bu emre muhalefet etmiş olacaktı. Bir de Harun Aleyhisselâm’ın ana ve baba bir kardeşi olan Musa Aleyhisselâm’a: Ey anamın oğlu!, demesi, onun daha ziyade yumuşaklığını, şefkatini celb içindi. Çünkü, analar, babalardan daha ziyade evlâtlarına karşı şefkat ve merhamet beslemekte bulunurlar. Artık öyle şefkatli bir mahlukun evlâdına düşen vazife de onun gibi şefkatli, merhametli bulunmaktır.

95. Musa Aleyhisselâm dedi ki: Ey Samirî! O acayip işi yapmaktaki maksadın ne idi?

95. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın Samiri’ye olan hitabını, Samiri’nin de ileri sürdüğü mazereti bildiriyor ve Samiri’nin ne şekilde huzurdan koğulduğunu ve ilahlığın yalnız her şeyi hakkiyle bilen Allah Teâlâya mahsus bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Hz. Harun’un mazeretin! kabul ettikten sonra İsrail oğullarını saptırmış olan Samiri’ye -kınamak için ve onun yaptığı şeyin batıl olduğunu meydana çıkarmak için- hitap yönelterek: (dedi ki: Ey Samiri!. O acayip işi yapmaktaki maksadın ne idî?.) Ne için insanları öyle bir heykele taptırmaya cür’et gösterdin?.

96. Samiri” de dedi ki: Onların görmediklerini ben gördüm. Artık Resulün izinden bir avuç toprak aldım da onu attım ve nefisim bana öylece hoş göstermiş oldu.

96. Samiri de cevap olarak (dedi ki: Onların) İsrail oğullarının (görmediklerini ben gördüm) onların bilmediklerini ben bildim (artık resûlün izinden bir avuç) toprak (aldım da onu) oeritilen ziynet maddeleri arasına (attım) artık olan oldu (ve nefsim bana Öylece) o toprağı alıp atmayı (hoş göstermiş oldu.) Bana karşı bezemiş, güzel göstermiş bulundu.

§ Bu âyeti kerimede zikredilen Resûlden maksat, birçok müfessirlere göre, Cibril-i Emin’dir. Denizin yarılıp İsrail oğulları yürüdükleri zaman Cibril Aleyhisselâm, bir at üzerinde şekillenerek görünmüştü. Onun atının ayak bastığı yerlerden hemen yeşil otların meydana geldiğini Samiri görmüş; o yerlerden bir miktar toprak almıştı. İşte o toprağı o eritilen ziynetler üzerine atıvermiş, öyle fevkalâde bir buzağı meydana gelmişti. Fakat bu müşahedeyi garip gören bazı zatlara göre bu resûlden maksat, Hz. Musa’dır. Samiri demek istemişti ki: Ya Musa!. Ben senin sünnetini, resmî hareketini gördüm, onun hak olmadığına kanaat getirdim. Artık ben senin dininden, eserinden bir tutam aldım, bazı şeyler edindim; sonra onu atıverdim onunla amel etmek istemedim. Bu takdirde Samiri, küfrünü itiraf etmiş oluyordu. Evet.. O kendi nefsinin isteklerine uymuş, bir ilhama, bir aklî delile dayanmaksızın öyle müşrikce bir harekette bulunmuştur.

97. Hz. Musa da dedi ki: Çık git. Çünkü artık sana hayatta bulundukça takdir edilmiş olan dokunma yok demektir. Ve muhakkak ki, senin için bir va’de mahalli de vardır ki, ondan asla ayrılmayacaksındır. Ve kendisine tapınıp durduğun tanrına da bak. Biz onu elbette ki, yakacağız, sonra da onu denizde parça parça edip savuracağız.

97. Hz. Musa da Samiri’ye hitaben (dedi ki:) insanlar arasından (çık git) burada durma (çünkü artık sana hayatta) bulundukça takdir edilmiş olan bir arızadan dolayı her gördüğün kimseye söyliyeceğin söz: (Dokunma yok demektir) yani: Ona öyle bir hastalık ariz olmuştu ki, artık hiçbir kimse ile temasta bulunmaya takati kalmamıştı. (Ve) Ey Samiri!.Bundan başka (muhakkak ki, senin için bir va’de mahalli de) zamanı da (vardır ki) sen (ondan asla ayrılamayacaksındır.) o va’dedilen şeye herhalde kavuşacaksındır, artık o senden ayrılamıyacaktır. Hayat boyu öyle ürkek bir halde yaşayacaksındır. (Ve) ey Samiri!. (Kendisîne tapınıp durduğun tanrına da) o kendi kanınca mabut tanıyıp ibadetine devam eylediğin buzağıya da (bak) onun ne âciz, ne ehemmiyetsiz bir şey olduğunu anla. (bîz onu elbeteki, yakacağız) ateşe atıp kızdıracak, eriteceğiz. (Sonra da onu denizde) Firavun ile ordusunun boğuldukları Kızıl Denizde (parça parça edîp savuracağız.) bir şekilde ki, artık ondan bir eser kalmayacaktır. Nitekim Hz. Musa, öyle de yapmış, öyle mahv ve yok olan bir şeyin mabud olamayacağını bu şekilde de insanlığa göstermiştir. Hz. Musa için Bakara sûresindeki (50) inci âyetin izahına müracaat!.

98. Sizin ilahınız ancak o Allah’tır ki, ondan başka ilâh yoktur. Her şeyi ilmen kuşatmıştır.

98. Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (sizin ilahınız) Rabbiniz, mabudunuz, Yaratıcınız (ancak o Allahtır ki) onun varlığı, birliği, kudret ve azameti binlerce deliller ile sabittir. O ezelîdir, ebedîdir, onda yok olma asla düşünülemez. (Ondan başka ilâh yoktur) ilahlık, vasfına sahip başka bir zat mevcut değildir. O yüce vasfa başka hiçbir kimsenin sahip olmaya selahiyeti olamaz. Artık bir buzağı ne oluyor ki, ilâh vasfına sahip olabilsin?. O ezelî, Yüce Mâbudumuz (her şeyi ilmen kuşatmıştır) O Yüce Yaratıcı, her şeyi tamamen bilir. Her şey ona muhtaçtır. O ise bütün ihtiyaçlardan yücedir. Hayvanlar gibi, heykeller gibi, yok olmaya mahkum, kendilerini bile felâketlerden kurtarmaya gücü yetmeyen fanî şeyler nasıl mâbud, tanrı edinilebilir? Böyle bâtıl bir kanaat, hiç insanlığa yakışır mı?. Bunu bütün insanlık güzelce düşünmeli değil midir?.

99. İşte böylece geçmişlerin haberlerinden bir kısmını sana hikâye ediyoruz ve sana kenditarafımızdan bir kitap da vermişizdir.

99. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem Hazretleri için birer mucize ve ümmetinin ibret almaları için de bir vesile olmak üzere geçmiş kavimlerin kıssalarına dair malûmat verildiğini ve özellikle Kur’an’ı Kerim’in verilmiş olduğunu bildiriyor. O Kur’an’ı Kerim’e muhalefette bulunanların ne büyük felâketlere uğrayacaklarını, öyle günahkârların kıyamet gününde ne çirkin bir vaziyette haşrolunacaklarını ve dehşetler içinde kalarak dünyada yaşayışlarının pek az olduğunu söyliyeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (İşte böylece) Musa Aleyhisselâm’ın güzel, ibret verici kıssası gibi (geçmişlerin haberlerinden bir kısmını sana hikâye ediyoruz.) Tarihe karışmış ümmetlerin garip tarihî hallerinden mühim bir kısmını bildiriyoruz. Tâki, o hususlardaki malûmatın artsın, mübarek kalbin için teselliye sebep olsun, üzüntü ve kederini gideriversin ve o bildirilen şeyler halk için bir ibret, bir uyanış vesilesi bulunsun. Tarihte meçhul kalmış bir takım kıssalar, hâdiseler meydana çıkarılarak Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden mucizeler çoğalsın. (Ve) Ey Yüce Peygamber!, (sana kendi tarafımızdan) Allah tarafından (bir kitapta vermişizdir.) ki, o da Kur’an-ı Kerim’den o ebedî mucizeden ibarettir.

§ Kur’an-ı Kerim’e “zikir” denilmesinde birçok sebep vardır. Bu cümleden olarak Kur’an’ı Kerim, bir kitaptır ki, on’da insanların dinlerine ve dünyalarına ait muhtaç oldukları başlıca şeyler zikredilmiştir. Ve o mukaddes kitapta Allah Teâlâ’nın çeşitli nimetleri, kudret eserleri zikredilmiştir, İnsanlık için en faideli nasihatlar zikredilmektedir İslâm ümmetinin değerinin yüceltilmesine bütün insanlık arasında güzel anılmaya kavuşmasına en güzel bir vesile bulunmuştur.

100. Her kim ondan yüz çevirirse şüphe yok ki, o kıyamet günü bir ağır günah yüküyüklenecektir.

100. Artık (her kim) öyle kutsî bir kitabın, bir hikmetli zikrin kadrini takdir edemez de (on’dan yüz çevirirse) ona inanmazsa onu takdir edip yüceltmezse (şüphe yok ki, o) inkârcı kimse (kıyamet günü bir ağır günah yükü yüklenecektir.) pek ağır bir cezaya uğrayacaktır, dinsizliğinin, mukaddesatı inkâr etmesinin öyle müthiş cezasına mâruz kalacaktır.

101. Orada ebediyyen kalıcılardır ve onlar için kıyamet gününde o ne fena bir yük olmuştur.

101. Öyle suçlu kimseler, (orada) o günahlarının azabı içinde, mes’uliyeti dairesinde (ebediyen kalıcılardır) daha dünyada iken tövbe ve istiğfar etmedikleri takdirde o azaptan artık kurtulamayacaklardır. (Ve onlar için kıyamet gününde) o yüklenmiş oldukları günah yükü (ne fena bir yük olmuştur?.) bunun altında ezilip duracaklardır.

102. O gün ki, sur’a üfürülür ve o gün suçluları gök gözlü olarak haşr ederiz.

102. Evet.. (O gün ki,) o kıyamet anı ki, (sur’a üfürülür.) Sur = boynuz deilen ve sesi yaymaya alet olan bir yaratılış harikasına israfil Aleyhisselâm tarafından üfürülerek ikinci üfleme denilen olay meydana gelir. (Ve o gün suçluları) kâfirleri, yüzleri simsiyah ve kendilerini (gök gözlü olarak) veya kör bir halde (haşrederiz) yani: Onları en çirkin bir sima ile, bir vaziyet ile kabirlerinden kaldırır cehenneme sevkeyleriz.

103. Aralarında gizlice konuşurlar ki: dünyada on günden ziyade kalmış olmadınız.

103. Artık o kâfirler büyük bir korku içinde kalarak (aralarında gizlice) seslerini kısarak (konuşurlar ki,) siz dünyada veya kabirde (on günden ziyade kalmış olmadınız) orada nihayet on gün kadar kalmış oldunuz. Yani: Onlar öyle ebedî bir sıkıntıya, bir azaba mâruzkalacaklardır ki, bunun yanında dünya hayatı vesaire nihayet on gün kadar geçici görülecektir.

104. Biz onların ne diyeceklerini daha iyi biliriz, o vakit ki, onların daha olgunca görüş sahibi olanları diyecektir ki, siz bir günden başka kalmış olmadınız.

104. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Biz onların) o suçluların kıyamet gününde (ne diyeceklerini) herkesten (daha iyi biliriz) onların demeleri ona mahsus kalmayacaktır (o vakit onların daha olgunca görüş sahipleri) daha fazlaca düşünebilenleri (diyecektirki, siz) bugüne, bu dehşetli hale göre dünyada veya kabirde (bir günden başka kalmış olmadınız) Evet. Ebediyete göre geçici olan şeyler yok derecesindedir. Bütün dünyevî varlıklar, hâdiseler, uhrevî hayata, ahiret hadiselerine göre nihayet bir günden başka değildir. Artık böyle pek geçici bir şeye kapılıp da ebedî hayatı düşünmemek, onu temine çalışmamak insanlığa yakışır mı?.

105. Ve sana dağlardan sorarlar. Binaenaleyh de ki: Onları Rabbim darmadağın edip savuracaktır.

105. Bu mübarek âyetler, yeryüzündeki dağların yerlerinde sabit olduğuna bakarak kıyametin kopmasını inkâr eden bir takım müşriklerin bu dağlar hakkında alaycı bir şekildeki sorularına karşı verilen cevabı bildiriyor. Kıyamet zamanında dağların ne hale geleceğini, herkesin ne kadar korku ve endişe içinde kalacağını, Cenab-ı Hak’kın geçmişe ve geleceğe ait bütün olayları bildiğini anlatıyor, küfr ve zulm sahiplerinin ne kadar ziyan ve hüsranda olacaklarını, güzel amellerde bulunan müminlerin de ne kadar emniyete ve mükâfata nail bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey sanı yüce Resûl!. Bir takım kâfirler, senin bildirdiğin haşir ve neşri inkâr ederler (ve) bir alay yoluyla (sana dağlardan sorarlar.) Yani:Demek isterler ki, kıyamet nasıl kopabilir ki, dağlar o kadar sağlamlıklarında yerlerinde sabit bulunmaktadırlar. Bunlara bir noksanlık ârız olmuyor, bunlar bu dünyanın devam edeceğini göstermektedirler. (Binaenaleyh) Resûlüm!. Bu soruya cevap olarak derhal (de ki: Onların) o dağları (Rabbim) takdir edilen zaman gelince (darmadağın edip savuracaktır) hiçbirinin şekli, durumu devam edecek değildir.

§ Nesf kelimesi, vurmak, yıkmak, koparmak, bir şeyi kökünden koparıp dağıtmak bir toz haline getirmek, savurmak demektir.

106. Artık onları dümdüz, bomboş bir halde bırakacaktır.

106. (Artık onları) o dağları veya yeryüzündekilerini (dümdüz, bomboş bir hale bırakacaktır.) Âlemin Yaratıcısı hazretleri, böyle bir değişim vücude getirecektir, dağlar da vaziyetlerini kaybederek diğer şeyler ile eşit bir durumda bulunacaktır. “Ka” müstevi = dümdüz mekândır. “Safsaf” da yüksek, düz yer, üzerinde bitki adına bir şey bulunmayan yer demektir.

107. Orada ne bir eğrilik ve ne de bir yumruluk göremezsin.

107. (Orada) yeryüzünde veya dağların yerinde (ne bir iğrilik ve ne de bir yumruluk göremezsin) kıyamet kopunca böyle bir değişim vücude gelir. Dağlar da, diğer şeyler de dümdüz olur gider. “Ivec” iğrilik, aksaklık demektir. “Emt” de yükseklik, küçük tepecikler mânâsınadır.

108. O gün çağırana tâbi olurlar. Onun için bir eğrilik yoktur ve sesler Rahman için bir korku ile kısılmıştır. Artık en hafif bir sesten başkasını işitemezsin.

108. (O gün) dağların öyle dümdüz olduğu zaman, insanlar kabirlerinden kalktıktan sonra (çağırana tâbi olurlar) yani: Kendilerini mahşer yerine davet eden israfil Aleyhisselâm’ınemrine uyup mahşer sahasına yürürler. Şöyle ki: Hz. Israfil, sur’u ağzına alır, Beytülmukaddes’teki, “sahre = büyük taş üzerinde durur,” ey çürümüş kemikler, ey dağılmış azalar ve ey parçalanmış etler!. Kalkınız, Allah’ın tâyin ettiği yere koşunuz” diye seslenir, bütün o mahv ve yok olmuş mahlûkat tekrar ilâhî kudret ile teşekkül eder, davet edildikleri mahşer yerine koşar giderler. (Onun için bir iğrilik yoktur) o davetçinin daveti tam bir istikamet üzeredir, umum hakkında tam bir nüfuz sahibidir. Yahut hiçbir kimse için o davetçinin davetine icabet etmemeye takat yoktur, mutlaka onun davetine tâbi olurlar, başka bir tarafa sapamazlar. (Ve sesler Rahman için) sahiplerine ait (bir korku ile kısılmıştır.) Hiçbir kimse sükûnetten, korku ve endişeden uzak olamaz. (Artık) ey insan!. O günde (en hafif bir sesten başkasını işitemezsin) o mahşerde ancak pek zayıf, hafif sesler işitilebilir, en yavaş ayak seslerinden veya dudak kıpırtılarından başkası duyulamaz. Hiçbir kimse sesini kaldırarak dedikoduda bulunmaya muktedir olamaz.

§ Hems savti hafî = seslerin en hafifi, gizlicesi demektir.

109. O gün şefaat fâide vermez, ancak Rahman kime izin verirse ve kim için söylemeğe razı olursa o müstesnâ.

109. (O gün) o korkunç hallerin görüleceği kıyamet kopunca hiçbir kimseye (şefaat fâide vermez) hiçbir kimsenin şefaati başkası hakkında kurtuluş vesilesi olamaz (ancak Rahman) kerim olan Yüce Yaratıcı (kime) hakkında şefaat edilmesi için (izin verirse) müsaade buyurursa (ve kim için söylemeğe razı olursa) yani: Kimin hakkında şefaat edecek zatın söylemesine, şefaat etmek dilemesine ilâhî rıza tecelli ederse (o) kimse (müstesna) onun hakkında şefaat edilebilir. İbni Abbas hazretlerinden rivayet edilen diğerbir yoruma göre de kimin sözüne Cenab’ı Hak razı olursa onun hakkında şefaat edilebilir. Binaenaleyh kelime-i şahadeti söyleyerek imanını açıklamış olan herhangi bir mümin hakkında şefaat edilebilir. Böyle bir imandan mahrum olan kimse hakkında ise şefaat edilmez. Çünkü mümin olmayanların sözlerine Cenab’ı Hak razı değildir.

110. Onların ilerisinde olanı da, gerilerinde olanı da bilir. Onlar ise onu ilmen kuşatamazlar.

110. (Onların) bütün mahlûkatın (ilerisinde olanı da gerilerinde olanı da) Allah Teâlâ (bilir) yani: Onların ahirete ait işlerini de dünya ile ilgili işlerini de tamamen bilir. Yahut onların vaktiyle yaptıkları da, daha sonra yapacakları da Hak Teâlâ Hazretlerince tamamen bilinmektedir. Buna inanmışızdır. (Onlar ise onu) Hak Teâlâyı veyahut o Alimin Yaratıcısının malümatını veya geçmişe ve geleceğe ait şeyleri (ilmen kuşatamazlar) Evet.. Mahlûkatın ilmî, idrakî sınırlıdır, her şeyi hakkiyle bilip anlamaya kâfi değildir. Bundan dolayıdır ki, bazı kimseler Allah’ın kudretini bu içinde yaşadıkları âlemdeki nice yaratılış hârikalarını düşünmezler de akıllarının kesmediği bazı hadiseleri inkâra cür’et gösterirler. İşte kıyametin kopmasını inkâr ve uzak görmek de bu cümledendir. Bir kere düşünmeli değil midir ki, daima değişim ve başkalaşıma mâruz kalan ve birer kudret eseri olduğu belli olan bu dünya varlıklarını başlangıçta yoktan var etmiş olan bir Yüce Yaratıcı, dilediği zaman bunları yok ederek yerlerine başkalarını getirmeğe de kadirdir. Yeryüzünde zaman zaman nice değişiklikler vâki olmuş değil midir?. Nice depremler görülmüş, nice dağlar darmadağın olmuş, nice karalar denizlere dönüşmüştür. Binaenaleyh dağların öyle yerlerinde sabit olduğuna bakıp da kıyametin artık vuku bulmayacağına inanmak nasıl uygun olabilir?. Onları ilk önce yaratmış olan KâinatınYaratıcısının kudret ve azametini bir kere düşünmeli değil midir?. O küfür ve inkârlarından dolayı onlar ne kazanacaklar?.

111. Ve yüzler Hayyı kayyum için zelilce bir vaziyet almışlardır ve zulümü yüklenmiş olan, muhakkak ki, hüsrana uğramıştır.

111. (Ve yüzler) bütün yüz sahibi olan şahsiyetler o kıyamet günü (hayyı kayyum için) o ezelî ve ebedî hayata sahip, bütün kâinatı yaratma ve idare etmeğe sahip, herşeyi tam mânâsıyla bilen Yüce Yaratıcı için (zelilce bir vaziyet almışlardır) onun emir ve iradesine karşı öyle zelilce itaatkâr bir durumda bulunmaktadırlar. Hepsinin üzerinde Allah’ın hâkimiyeti tecelli etmekte bulunmuştur. Artık dağlarda, bütün kürelerde o Yüce Yaratıcının emrine her bakından tâbi bulunmaktadırlar. Dilediği zama onları mahv ve yok eder. (Ve zulmü yüklenmiş olan) yani: Bu dünyada iken küfür ve şirke düşmüş, kıyameti inkâr etmiş, Allah’ın kudretini tasdik etmemiş olan herhangi bir şahıs da (muhakkak ki) o ahiret âleminde büyük bir (hüsrana uğramış) bulunacak (dır) Artık bu müthiş akibeti düşünüp de öyle zulûmdan, ilâhî dine aykırı hareketlerden kaçınmalıdır. Elbette ki, bundan başka selâmet çaresi yoktur.

112. Ve her kim mümin olduğu halde güzel amellerden işlerse artık o ne zulüme uğramaktan ve ne de sevabının eksilmesinden korkmaz.

112. (Ve) bilakis (her kim mümin) Allah’ın birliğini tasdik edici ahiret gününün vuku bulacağına kani, İslâmiyete nail (olduğu halde güzel amellerden işlerse) Cenab-ı Hak’kın emrettiği şeylerden gücü dairesinde olanları yerine getirmeye çalışırsa (artık o ne zulme uğramaktan) günahlarından dolayı ziyade azap göreceğinden (ve ne de sevabının eksilmesinden) güzel amellerine karşı noksan mükâfat göreceğinden (korkmaz) lâyık olduğu sevaba tamamen kavuşacağını bilir. Hakkındailâhî adaletin, ilâhî şefkatin tecelli edeceğine kani bulunur, bir kalp huzuru ile yaşar, İşte imanın mükâfatı!.

113. Ve böylece o’nu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve o’nda tehditlerden mükerrer şeyler açıkladık. Belki korunurlar, yahut onlar için bir öğüt vücuda getirmiş olur.

113. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in Arapça metin olarak indiğini ve bazı korkutucu âyetlerin mükerreren inişindeki fayda ve hikmeti bildiriyor. Kur’an’ı Kerim’in tam bir itina ile okunmasını ve ziyade bilgi sahibi olmayı Cenab-ı Hak’tan niyaz etmeyi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve böylece) geçmiş kavimlerin haberlerini bildirdiğini gibi (onu) bu haberleri içine alan Kur’an-ı Kerim’i (bir Arapça Kur’an olarak indirdik) bilinmesi istenilen, insanlığı aydınlatmaya vesile bulunan mânâları, Arap dili üzere kapsamlı bir ilâhî kitap olarak sana ihsan buyurduk (ve onda) o mukaddes kitapta (tehditlerden mükerrer şeyler açıkladık) uhrevî cezayı, ilâhî azabı haber veren âyetleri mükerrer şekilde genişçe beyan buyurduk (belki korunurlar) o tehdit dolu âyetleri güzelce dikkata alırlar da hayatlarını tanzime çalışırlar, şirkten ve kıyameti inkâr gibi küfre sebep olan şeylerden kaçınırlar, haram olan şeyleri terkederek takva ile vasıflanmaya gayret eylerler. (Yahut) o Kur’an’ı Kerim (onlar için) o mükellef insanlar hakkında (bir öğüt) bir ibret verici öğüt (vücude getirmiş olur) onların uyanmalarına, sakınırsa bir vaziyet almalarına bir vesile teşkil eder, haklarında ilâhî delil tamam olmuş olur.

§ Evet.. Allah Teâlâ bir hikmet sahibi yaratıcıdır, peygamberlik vazifesini en yüce bir fıtrette, bir kabiliyette yaratmış olduğu Hz. Muhammed Aleyhisselâma tevdi buyurmuştur. Onun lisanı da bütün lisanların en genişi en fasihi olan Arap dilidir. O Yüce Peygamber’e ilk imân edip İslâm dinini yaymaya ilk memurolanlar da necip Arap kavmidir. Binaenaleyh Kur’an’ı Kerim Arap dili üzere nâzil olmuştur ki, onun belâgat ve fesahatini güzelce takdir eden o muhterem kavim, Kur’an’ın ahkamını bütün ufuklara yaymaya çalışsınlar, bu sayede bütün insanlık ilâhî dinden haberdar olsunlar. Bu, insanlık hakkında bir ilâhî lütfudur, İslâm birliğini temine en uygun bir vesiledir. Sonra Kur’an’ı Kerim’de cezaya ait âyetlerin veya ibret verici tarihî kıssaların mükerrer şekilde, muhtelif vecihler ile beyan buyurulması da yine insanlık hakkında büyük bir ilâhî lütuftur ki, insanlar bu sayede uyansınlar, dinsizlikten kaçınsınlar, İslâm dinine nail olarak ebedî hayatlarını temine muvaffak olsunlar. Ne muazzam bir ilâhî lütuf!.

114. Artık şüyhe yok ki, gerçek hükümdar olan Allah Teâlâ pek yücedir. Ve sana vahyedilmesi tamam olmadan evvel Kur’an’ı okumakta acele etme ve de ki: Yarabbi! Benim için ilmi artır.

114. (Artık şüphe yok ki, gerçek hükümdar olan) hâkimiyeti ezelî ve ebedî olup bütün kâinatı kapsamış bulunan (Allah Teâlâ pek yücedir) zatında ve sıfatında mahlukata benzemekten yücedir, hiçbir şeyden âciz olmayıp her şeye tam olarak kadirdir. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!, (sana vahyedilmesi tamam olmadan) Cibril-i Emin tarafından getirilip tebliğ edilen herhangi bir âyet-i kerimenin tebliği son bulmadan (evvel Kur’an’ı okumakta acele etme) vahyin sona ermesini bekle, daha tamam olmadan onu okumaya veya başkalarına tebliğ etmeğe başlama. Hepsi de hafızanı olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir, (ve) Habibim!, (de ki: Yarabbi!. Benim için ilmi artır) malûmatımı ziyade kıl, Kur’an’ı Kerim’in tamamen inmesiyle kalbimi ilm ve irfan nuru ile doldur.

§ Bu âyeti kerime de insanlığa büyük bir hikmet dersi vermektedir. Şöyle ki Her insan kendisine tebliğ edilen bir hakikatı, verilen bir nasihatı tam bir ciddiyet ve samimiyetledinlemelidir ve hiçbir kimse ilmine güvenip bilgisini arttırmaya çalışmadan geri durmamalıdır, İlâhî vahye mazhar olan bir Yüce Peygamber böyle ilminin artmasını niyaz etmekle mükellef olursa artık ümmetin fertlerinden hangi bir kimse, kendi ilmine büyük bir kıymet verebilir de kendisini İlim tahsilinden bilgisinin artmasını temenni etmekten müstağni görebilir mi?. İbni Mesut Hazretleri bu âyet-i kerimeyi okudukça:

“Yarabbi benim ilmimi ve yakinimi arttır” diye dua edermiş.

“Daim oku, yaz; kadrini bil cevher-i ilmin”

“Tahsil-İ hüner, hamel insana çelenktir”

115. Yemin olsun ki, bundan evvel Âdem’e de tavsiyede bulunmuştuk. O ise unuttu ve onun için bir azim de bulmadık.

115. Bu mübarek âyetler de Adem Aleyhisselâm’ın kıssasını içerir. Onun nasıl bir ilâhî vahye mazhar olduğunu bildiriyor. Meleklerin Hz. Adem’e secde ettiklerini şeytanın ise bu secdeden kaçınarak vesvesesiyle Hz. Adem’in cennetten çıkarılmasına sebebiyet verdiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Peygamber efendimize geçmiş zatlara ait kıssalardan bazılarını haber vereceğini va’d buyurmuştu. Bu ilâhî va’dini yerine getirmek için Hz. Adem’e ait bir hadiseyi şöylece haber veriyor. (Kasem olsun ki) yani: Yüce zatım hakkı için (bundan evvel) bu zamandan önce, insanlığın başlangıcında (Adem’e de tavsiyede bulunmuştuk) ki, şu ağacın meyvesinden yeme. (o ise unuttu) bu tavsiyeyi hatırlayamadı, o meyveden yiyiverdi (ve onun için bir azim de bulmadık) tavsiye edilen emîrde sebat, metanet göstermiş olmadı. Bir gaflete, bir aldatmaya kapıldı, şeytanın yalan yere yemin edeceğine ihtimâl vermedi.

116. Ve o vakti ki, Meleklere dedik. Âdem’esecde ediniz. Onlar da hemen secde ediverdiler. İblis müstesna, o kaçındı.

116. (Ve) Resûlüm!. Hatırla (o vakti ki) biz (meleklere dedik) şöyle emr ettik ki, Ey Melekler!. (Adem’e secde ediniz) ona karşı saygı gösterir bir vaziyet alınız (onlar da) bütün melekler de (hemen) aldıkları emre binaen (secde ediverdiler) Allah’ın emrine itaatta bulundular. Ancak onların aralarında bulunup bu secde ile kendisi de mükellef olan (iblis müstesna. O) secde etmedi, kendini beğenir bir vaziyet alarak bu secdeden (kaçındı.)

117. Biz de demiştik ki: Ey Âdem! Bu şüphesiz senin için ve eşin için bir düşmandır. Sizi cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşmüş olursun.

117. (Biz de) o vakit, o şeytanın secdeden kaçındığı zaman bir uyanma vesilesi olmak üzere (demiştik ki: Ey Adem!. Bu) sana secdeden kaçınan, sana karşı büyüklük taslayan iblis (şüphesiz senin için ve eşin) Havva (için bir düşmandır.) Çünkü: İblis, Allah Teâlâ’nın Hazreti Adem hakkındaki lütfunu, iltifat alâmetlerini görünce ona haset etmiş, ona karşı kibirlice, düşmanca bir vaziyet almıştı. Binaenaleyh Ey Âdem!. Uyanık bulun, o iblis’in vesvesesine, aldatmalarına kapılma ki, (sizi cennetten çıkarmasın) yani oradan çıkarılmanıza sebebiyet vermiş olmasın (sonra) Ey Âdem!. (Meşakkate düşmüş olursun) cennetten geçici olarak çıkarılıp dünya sıkıntılarına mâruz kalırsın. Hz. Adem’in böyle bir zahmete, meşakkate uğraması, kendisine tâbi olan eşinin uğramasını da gerektireceğinden onu açıklamaya ihtiyaç kalmamıştır.

118. Muhakkak ki, senin için orada acıkmak da yoktur, çıplak kalmak da yoktur.

118. Ey Adem!. (Muhakkak ki, senin için orada) o cennette, o nimetler yurdunda (acıkmak dayoktur, çıplak kalmak da yoktur) orada her türlü leziz, nefis yiyecekler vardır, orada pek güzel, nuranî elbiseler de vardır.

119. Ve şüphesiz ki, sen orada susamazsın ve güneşin hararetine uğramazsın.

119. (Ve) Ey Adem!, (şüphesiz ki, sen orada) o cennette (susamazsın) susuz kalmazsın (ve güneşin hararetine uğramazsın) çünkü cennette huzuru bozacak bir arıza yoktur. Cennette bulunanlar nimetlere gömülmüş olarak bir huzur ve sükûn içinde yaşarlar. Artık bu gibi nimetlerden mahrum kalmamak için o iblisin aldatmalarına kapılmamalıdır, onun sözüne, vesvesesine asla kıymet vermemelidir.

120. Sonra ona şeytan vesvesede bulundu, dedi ki: Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir mülkü göstereyim mi?

120. Bu mübarek âyetler, Adem Aleyhisselâm’a şeytanın ne şekilde vesvesede bulunmuş olduğunu bunun neticesinde Hz. Adem ile Havva’nın ne vaziyete düşmüş bulunduklarını bildiriyor. Sonra Hz. Adem’in tövbesi kabul olunarak Allah’ın hidayetine mazhar ve eşiyle beraber yeryüzüne inmekle mükellef olduklarını ve insan nevi ile şeytan arasında düşmanlığın devam edeceğini, ve Cenab-ı Hak’kın hidayetine tâbi olanların sapıklığa, bedbahtlığa uğramayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak’kın Adem Aleyhisselâm’a olan uyarı ve sakındırmasından (sonra ona) Hz. Adem’e (şeytan vesvesede bulundu) onun için aldatıcı telkinlere cür’et etti (dedi ki: Ey Adem!. Sana ebediyet ağacını) yani: Meyvesinden yiyecek kimsenin devamlı bir şekilde yaşayıp cennette kalacağı bir ağacı (ve son bulmayacak bir mülkü) hiçbir şekilde yok olmayacak, değişmeyecek bir mevkii (göstereyim mi?.) ki, sen ondan istifade ederek öyle ebedî bir hayata, bir mevkle sahipolasın.

Lütfen Paylaşın!

0Shares

BİR CEVAP YAZIN