AKAİDE DAİR SUAL VE CEVAPLAR

SORU 1: İman nedir?

Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.v)’e imanın ne olduğu sorulunca şu şekilde cevap vermiştir;

“İman; Allah ‘tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (a.s.v)’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe, kaza ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah ‘in takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. ” (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud)

Hadis-i şerifte de geçtiği üzere, İman; Allah-u Zülcelal’in, Cebrail (a.s) aracılığı ile, Hz. Muhammed (a.s.v)’e göndermiş olduğu semavi hükümlere kesin olarak inanıp kalben tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu da iki şekilde olur;

1-İCMÂLİ İMAN: iman edilecek şeylere kısaca ve bir bütün olarak iman etmektir. Buna göre bir kimse, manasını bilerek ve inanarak kelime-i tevhidi söylese, icmali olarak iman etmiş olur.

2-TAFSİLİ İMAN: İman edilecek şeylerin her birine açık ve geniş bir surette, ayrıntılı bir bilgi ve idrak ile iman etmektir. Başka bir ifadeyle, altı iman esasını; namaz, oruç, hac, zekat gibi farz kılınan ibadetleri; içki içmek, kumar oynamak, adam öldürmek, zina yapmak gibi haram kılınan şeyleri öğrenmek, tasdik etmek, helali helal, haramı da haram bilmektir.

Ehl-i sünnet itikadına göre, kalbin bilmesi ve tasdik etmesi iman için yeterlidir.

SORU2:Allah-u Zülcelal'in Selbî sıfatları kaç tanedir?

Allah-u Zülcelal’in Selbî sıfatlan altı tanedir.

1-Vücûd: Var olmak demektir. Varlığı kendisindendir. Her şeyin varlığı O’nun sayesindedir. O, olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Gerek bizim, gerekse her hangi bir şeyin varlığı, Allah’ın varlığına bir şahiddir.

2-Kıdem: Ezeli, yani başlangıcı olmamasıdır. Evveli olmayana kadim, sonradan olana hadis denir. Allah, kıdem sıfatı ile muttasıftır. Sonradan var olmamıştır. Allah-u Zülcelal’in varlığının başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcının da ona bağlı olması demektir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah-u Zülcelal’in var olmadığı bir an düşünülemez.

3-Beka: Ebedi, yani, sonu olmamasıdır. Sonu olana fani, sonu olmayana baki denir. Allah, beka sıfatıyla muttasıftır. Çünkü ebedidir. Varlığının asla sonu yoktur. Beka’nın zıddı olan yok olma, Allah-u Zülcelal için imkansızdır.

4-Muhalefetün Lil-havadis: Yarattığı hiçbir şeye benzemez. Hayalle tasavvur edilemez. Hatırlara ne gelirse gelsin, Allah-u Zül-celal ondan başkadır.

5-Kıyam bi zatihi: Varlığı kendisindendir. Başkasına muhtaç değildir. Allah-u Zülcelal’in ezeli ve ebedi olan varlığı, kendi zatı ile kaimdir. Asla başkasından değildir. O’ndan başka yaratıcı bir zatta mevcut bulunamaz.

6-Vahdaniyyet: Allah-u Zülcelal’in zat ve sıfatlarında tek (bir) olmasıdır. Bu sıfatta Allah-u Zülcelal’e mahsustur. Ortaktan ve benzerden münezzehtir.

S0RU3:Allah-u Zülcelal'in Subüti sıfatları kaç tanedir?

Allah-u Zülcelal’in Subûti sıfatlan sekiz tanedir;

1-Hayat: Allah-u Zülcelal’in diri olmasıdır. Allah-u Zülcelal’in bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların sıfatları böyle değildir. Allah-u Zülcelal’in hayatı vardır, fakat bizim hayatımız gibi değildir. Hayat sıfatının zıddı olan ölmek, Allah-u Zülcelal hakkında mümkün değildir.

2-İlim: Olmuş ve olacak bütün her şeyi bilmesidir. Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatıyla eşyayı bilmesi gerçektir. Allah bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatı ezelidir, sonradan var olmamıştır. Allah-u Zülcelal’in zatıyla beraber vardır. Bu alemi ve varlıkları en güzel şekilde yaratmak, varlıklarını devam ettirecek tedbiri almak ve hiçbir karışıklığa meydan vermeden devam ettirebilmek, ancak ilim sahibi bir yaratıcıyı gösterir. Kulların mükafatlandırılması veya cezalandırılması yine büyük bir ilim gerektirir. Allah-u Zülcelal hakkında cehalet, gaflet ve unutkanlık düşünülemez.

3-İrade: Vuku bulacak her şeyi kendi dilediği şekilde ve zamanda yaratmasıdır. Eşya ve fiillerin hepsi Allah-u Zülcelal’in dileme, hüküm ve iradesiyledir. Allah-u Zülcelal kainattaki ve kainat içindeki şeyleri ezeli iradesiyle istediği gibi yaratmıştır. Allah-u Zülcelal’in dilediği olur, dilemediği olmaz. Allah-u Zülcelal’in dilemediği bir şeyi zorla yaptırabilecek hiçbir kuvvet yoktur. Kainatta cereyan eden hadiselerin bütünü Allah-u Zülcelal’in iradesiyle gerçekleşir. O’nun iradesi olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Ve O, ne isterse yapar.

4-Kudret: Allah-u Zülcelal’in bütün mümkünatta (var olan) tesir ve tasarrufa kadir olmasıdır. Kudret sıfatı ile Allah-u Zülcelal’in her şeye gücü yeter. Allah-u Zülcelal’in gücü vardır, fakat bizim gücümüz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in kudreti zatidir, yani kendindendir. O’nun kudreti hiçbir şeyle ölçülmez. O’nun kudreti karşısında; büyük küçük, yakın uzak, az çok farketmez. Allah-u Zülcelal, gözümüzün önünde meydana gelen milyarlarca işi, biri diğerine mani olmadan yapar. Bu durumda kudreti işlere göre parçalanmaz, dağılmaz. O, sadece “Ol” diye emreder. İstediği her ne ise, onun olmasını istediği zaman geldiğinde oluverir.

5-Semi’: Allah-u Zülcelal’in her şeyi işitmesidir. Allah-u Zül-celal her şeyi işitir, fakat bizim kulaklar vasıtasıyla işitmemiz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in işitmesinde uzaklık, yakınlık, gizlilik ve açıklık farketmez. Kulak ve sesi nakleden hava gibi vasıtalara da ihtiyacı yoktur. O, en gizli yakarışları, dilden dökülen fısıltıları dahi işitir. Allah-u Zülcelal’in bir şeyi işitmesi başka bir şeyi işitmesine mani değildir.

6-Basar: Allah-u Zülcelal’in her şeyi görmesidir. Allah-u Zül-celal her şeyi görür, fakat bizim gözlerimiz vasıtasıyla görmemiz gibi değildir. Allah-u Zülcelal’in görmesinde uzaklık, yakınlık, gizlilik, açıklık farketmez. O’nun göz ve ışık gibi vasıtalara da ihtiyacı yoktur. O, en gizliyi, gizlinin gizlisini dahi görür. Allah-u Zülcelal’in bir şeyi görmesi başka bir şeyi görmesine de mani değildir.

7- Kelâm: Allah-u Zülcelal’in sese ve harfe muhtaç olmaksızın konuşmasıdır. Allah-u Zülcelal Zatî ve Kudsî olan kelamı ile konuşur. Fakat bizim konuşmamız gibi değildir. Bizler aletler, uzuvlar ve harfler yardımıyla konuşuruz. Allah-u Zülcelal ise aletsiz ve harfsiz konuşur. Harfler yaratılmıştır, fakat Allah-u Zülcelal’in kelamı yaratılmış değildir.

8-Tekvîn; Allah-u Zülcelal’in istediğini, dilediği şekilde yaratmasıdır. Allah-u Zülcelal yaptıklarını fiil sıfatı ile yapar. Bu sıfatların hepsi tekvin sıfatının manası içine girmektedir.

SORU4: Küfür ne demektir? Kaç çeşit küfür vardır?

Küfür, lugatta Örtmek demektir. Istılahta ise Hz. Peygamber (a.s.v)’in Allah-u Zülcelal katından getirdiği kat’i olarak bilinen şeylerden birini inkar etmektir.

Dört çeşit küfür vardır, bunlar;

1-) Küfr-i İnkari; Allah-u Zülcelal’i tanımayıp onu asla kabul etmemektir. Allah-u Zülcelal’in varlığını inkar eden kafirler gibi…

2-) Küfr-i Cuhudi; Kalple Allah-u Zülcelal’i tanıyıp, kibrinden dolayı diliyle ikrar etmemektir. Şeytanın küfrü gibi…

3-) Küfr-i İnadi; Kalple Allah-u Zülcelal’i bilmek, dille itiraf etmek. Ebu Talib gibi… Zira o, Ben Muhammed’in dininin, dinlerin en hayırlısı olduğunu biliyorum fakat beni tenkid ederler diye itiraf etmiyorum diyordu.

4-) Küfr-i Nifaki; Dille ikrar ettiği halde, kalple tasdik etmemektir. Münafıklar gibi…

SORU 5: Bir kimse bilmeyerek küfrü gerektiren bir söz söylese, kâfir olur mu?

Bilmeyerek küfrü gerektiren bir söz söyleyen kimsenin kâfir olup olmayacağı hakkında ihtilaf vardır. Ulemâların çoğunluğuna göre bilmemek bir mazeret değildir. Bilerek ya da bilmeyerekle olsa küfür kelimesi söylemek küfürdür.

Bazı ulemâlara göre ise, küfrü gerektiren sözün muhtevasına inanmayan kimse, böyle bir kelime söylerse kâfir olmaz.

SORU 6: Küfrü gerektiren söz ve fiillerin bir kısmı nelerdir?

Bir kimse zorlama olmadığı halde, dili ile küfrü icap ettiren bir söz söyler ve kalbi de iman ile mutmain olursa yine kafir olur. Bir kimsenin kafir ya da mü’min olması ancak sözü ile anlaşılır.

1 -) Bir kimsenin kalbine, küfrü icap ettiren şeyler gelirde, dili ile söylemezse, mü’mindir. Fakat kalbine geldiklen sonra, küfre azmederse, kafir olur.

2-) Bir kimse başka bir kimseye, küfür kelimesini söylesin diye telkin etse, o telkin eden kimse kafir olur.

3-) Bir kimse, “Filan adam uçarsa ben kafir olacağım” dese, o insan uçmayacağı halde, bunu iddia eden kişi, küfrünü buna bağladığından dolayı kafir olur.

4-) Bir kimse, “Ben şu işi yapmış isem kafir olayım” dese o işi ister yapmış olsun isterse yapmamış olsun, küfrünü buna bağladığından dolayı kafir olur.

5-) Bir kimse Allah-u Zülcelal’in isimleri ve emirleriyle alay ederse, kafir olur.

6-) Bir kimse, Kuddüs, Kayyum ve Rahman gibi Allah-u Zül-celal’e mahsus olan isimleri mahlukata takarsa kafir olur.

7-) Bir kimse, müslüman bir kimse için; “filan adam, benim ve Allah-u Zülcelal’in yanında yahudi gibidir” derse kafir olur.

8- Bir kimse, hasta olan bir adam için; “Bu adamı Allah unutmuştur” derse veyahut “Allah’ın unuttuklarındandır” derse kafir olur. Böyle demekle Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatını inkar etmiş sayılır. Halbuki, Allah-u Zülcelal’in ilim sıfatı ezelidir ve O hiçbir şeyi unutmaz.

9-) Bir kimse, başka bir kimseye; “Senin yemininle eşeğin anırması aynıdır” derse kafir olur. Çünkü Allah-u Zülcelal’in ismi ile yapılan yemini -haşa- eşeğin anırmasına benzetmiştir.

10-) Allah-u Zülcelal’i mahlukattan birine veya bir nesneye benzeten kimse kafir olur. Çünkü Allah-u Zülcelal yaratılmış hiçbir şeye benzemez.

11 -) Bir kimse, Allah-u Zülcelal’in isimlerinden bir ismi yahut emirlerinden bir emri ve O’nun bir va’dini hafife alıp alay etse kafir olur.

12-) Bir kimse, küfür kelimesi söyleyen bir kimseye, rıza ile gülse kafir olur. Çünkü küfre rıza göstermekte küfürdür.

13-) Bir kimse, ne olsaydı zina, kumar ve içki gibi haramlar helal olsaydı diye temennide bulunursa kafir olur. Çünkü burada kendi istekleriyle, Allah-u Zülcelal’in kesin haram kıldıklarını helal görmek istemiştir. Halbuki Allah-u Zülcelal bunları kesin haram kılmıştır.

14-) Ezan sesini duyan bir kimse, bu çan sesidir diye alay etse kafir olur.

15-) Bir kadın kocasına veya bir koca karısına “Seninle olmaktansa kafir olmam daha hayırlıdır” demiş olsa kafir olur. Çünkü kafir olmayı hayırlı görmüştür.

16-) Bir kimse, Kur’an çöl kanunudur, bir işe yaramaz dese kafir olur.

17-) Bir kimse önemsemeyerek ve küçük görerek Kur’an-ı Kerim veya Hz. Peygamber (a.s.v)’in Hadis-i Şerifini ayak altına alsa veya yastık olarak kullansa kafir olur.

18-) Bir kimse tefsir, fıkıh, akâid gibi ilimlerle alay edip hafife alırsa kafir olur.

SORU 7: Ölümle tehdit edilip inkâra, küfre zorlanan kimse, mecbur kaldığı için küfrü gerektiren sözü söylese kâfir olur mu?

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Kalbi iman ite dolu olduğu halde inkara zorlananlar müstesna. Kim Allah ‘a küfrederse, onlar için şiddetli bir azab vardır. Lakin küfre karşı bağrını açanlar üzerine Allah tarafından bir gazab ve kendileri için büyük bir azab vardır.” (Nahl; 106)

Ayet-i kerimede de belirtildiği gibi, herhangi bir kimse tarafından tehdit ile küfrü gerektiren sözleri, mecbur kaldığı için söyleyen kimse, kalbi imana yatkın olduğu halde tehdidin etkisi ile söylerse kafir olmaz.

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.v) zamanında, Yemane’de çıkan yalancı peygamber Müseyleme’nin adamları tarafından iki sahabe esir alınıp Müseyleme’ye götürüldüler. Müseyleme onlardan birisine; “Muhammed hakkında ne dersin?” diye sordu. Sahabe; “O Allah’ın Resulüdür” diye cevap verdi. Müseyleme tekrar; “Benim hakkımda ne dersin” diye sordu. Sahabe; “sen de…” dedi. Bunun üzerine Müseyleme o sahabeyi salıverdi.

Daha sonra ikinci sahabeye; “Muhammed hakkında ne dersin?” diye sordu. Sahabe; “O, Allah’ın kulu ve Resulüdür” dedi. Müseyleme tekrar; “Renim hakkımda ne dersin?” diye sorunca. Sahabe; “Bu söylediğine sağırım, kulaklarım bunu işitmez” diye cevap verdi. Bunun üzerine Müseyleme o Sahabe’yi öldürttü.

Ölümden kurtulan önceki Sahabe, Hz. Peygamber (a.s.v)’in yanına gelerek; “Ey Allah’ın Resulü ben helak oldum” deyince, Hz. Peygamber (a.s.v); “Seni helak eden nedir?” diye sordu. Sahabe başından geçenlerin hepsini anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.v); “Öyle söylediğin zaman kalbin iman ile yatışmış değil miydi ve müseylemenin yalancı olduğuna kalbin hükmetmiyor muydu?” diye sorunca, sahabe de; “Evet, Ya Resulallah”dedi.

Hz. Peygamber (a.s.v) ona;

“Senin arkadaşın azimet ile amel etti. Sende şimdi içinde bulunduğun ruhsat ile amel ettin” buyurdu. Sahabe’de; “Senin Allah’ın Resulü olduğuna kalben inanırım” dedi. (İbn-i Hişam)

Hülasa; bir kimse, kafir olması için ölümle veya bir azasının kesilmesi için zorlansa, kalbi iman ile mutmain olduğu halde, dili ile küfrü söylemesine fıkhen izin verilmiştir.

Fakat her ne kadar böyle bir durumda bulunan kimselere bu izin verilmişse, bu şekilde davranmamaya çalışması daha iyidir. Böyle bir durumda bu tehdide karşılık ruhunu feda etse ne kaybeder. Aksine büyük mükafatlar kazanır.

SORU8: Şu işi yarattım yada Yaratacağım demek caiz midir?

Bazı kardeşlerimiz manasını bilmeden “şu işi yarattım” veya “Yaratacağım ” gibi kelimeler kullanmaktadırlar.

Halbuki Ehl-i Sünnet vel-Cemaate göre, kula (Hâlık) yaratıcı kelimelerini isnad etmek caiz değildir. Çünkü (Hâlık) yani yaratan Allah-u Zülcelal’dir. Her şeyin yaratıcısı O’dur. Yaratmakta Allah-u Zülcelal’in bir sıfatıdır. Onun için bunu başkasına isnad etmek caiz değildir.

SORU 9: Ehl-i Sünnet Ve'l Cemaat nedir?

Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamber (a.s.v)’in sünnetine sımsıkı sarılıp, doğru yoldan sapmayan kimselerdir. Bu kimselerin inanç yönünden ne ifradı ne de tefridi vardır.

Ehl-i Sünnetin inançları özetle şöyledir;

Allah-u Zülcelal bütün kemal sıfatlarla muttasıftır. Hiçbir eksiği yoktur. Her şeyin yaratıcısı O’dur. Zatında bir olduğu gibi sıfatlarında da birdir. Ezelidir. Hiçbir şey yokken O var idi. Ne isim ve ne de sıfatlarında sonradan meydana gelme diye bir şey yoktur. O, her şeyi ilmi ile bilir. İlmi ise ezeli bir sıfatıdır. Kudreti ile Kaadir’dir. Kudret sıfatı ise ezelidir. Yaratması ile Hâlık’tır. Yaratma ise ezeli bir sıfatıdır. O, fiili ile fail, fiil sıfatı ise ezelidir. Bütün fiiller mahluk, Allah-u Zülcelal’in fiili ise mahluk değildir. O’nun sıfatları ne hadis (Sonradan olma) ne de mahluktur. O’nun hiçbir sıfatı yaratıkların sıfatlarına benzemez.

0’nun bilmesi bizim bilmemize, O’nun kudreti bizim kudretimize, O’nun görmesi bizim görmemize, O’nun işitmesi bizim işitmemize, O’nun konuşması bizim konuşmamıza benzemez. O’nun rızası, gadabı, ve bütün sıfatları, alet, harf, keyfıyyet ve ses gibi şeylerden münezzehtir. Bizim sıfatlarımız hadistir. Yani alet, harf, keyfıyyet, hal ve ses gibi şeylerden meydana gelir. Allah-u Zülcelal ebedidir. Varlığı sonsuzdur.

Ehl-i sünnet, Eş’ari ve Maturidi fırkası olmak üzere iki fırkadır. Bu iki fırka arasında bazı teferruatlarda ihtilaf olsa da, inanç esaslarında birbirine muhalif değildirler.

SORU 10: İnanç sahasındaki fırkalar kaç kısımdır?

İnanç sahasındaki fırkalar; Ehl-i Sünnet, Mu’tezile, Şia, Hariciye, Neccariye, Müşebbihe, Mercie ve Cebriye olmak üzere sekiz sınıfa ayrılmışlardır.

I-) Ehl-i Sünnet: Yukarda da beyan ettiğimiz gibi, Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamber (a.s.v)’in sünnetine sımsıkı sarılıp, doğru yoldan sapmayan kimselerdir. Bu kimselerin inanç yönünden ne ifradı ne de tefridi vardır.

2-) Mu’tezile: Bu mezhebin mensupları, Allah-u Zülcelal’in kitabını mahluk saymışlardır. Allah-u Zülcelal ne görür ne de görülür, diyerek O’nun Basar sıfatını inkar etmişlerdir. Ayrıca sıratı, mizanı ve evliyanın kerametini inkar ederler. Bunlar kendi aralarında yirmi guruba ayrılmışlardır

3-) Şîa: Bunlarda kendi aralarında 22 fırkaya ayrılmışlardır. Bu mezhebin bazı mensupları, Hz. Ali (r.a)’yi peygamber ve bazıları onu ilah kabul etmişlerdir. Şia’nın bir kısmı Kur’an-ı Kerimin açık hükümlerine ters düştüğü için müslüman sayılmazlar. Bunlar Kur’an-ı Kerimin bir kısmını Hz. Peygamber (a.s.v)’e bir kısmını Hz. Ali (r.a)’ye indiği inancındadırlar. Mesela beş vakit namaz ile Ramazan orucunu inkar eden bir kısım Rafızilerle peygamberliğin Hz. Muhammed (a.s.v)’e değil, Hz. Ali (r.a)’ye geldiğini ve Hz. Aişe (r.a)’nin, Hz. Muhammed (a.s.v)’e ihanet ettiğine inanan, Hindistan da ve Pakistan da bulunan İsmailiye fırkası gibi.

Şia’nın diğer bir kısmı ehl-i bid’at olsalar da müslüman sayılırlar. Mesela yemende bulunan zcydiyyce fırkası Hz. Ali’nin, imamete daha müstahak olduğuna, bununla beraber üst varken astında halife olabileceğine inandıkları için Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum)’in hilafetini reddetmiyorlar. Şiiler arasında ehl-i sünnete en yakın bu fırkadır.

4-) Hariciye: Bu mezhebin mensupları, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Aişe (r.a) ve kendileri dışındaki bütün müslümanları tekfir etmişlerdir. Ayrıca bunlar, küçük ve büyük günah işleyenleri de kafir sayarlar. Bunlarda kendi aralarında yirmi guruba ayrılmışlardır.

5-) Neccariye: Bu mezhebin mensupları, Allah-u Zülcelal’in sıfatlarını inkar edip, Kur’an-ı Kerim yazıldığı zaman cisim, okunduğu zamanda a’razdır, derler. Bunlarda kendi aralarında üç guruba ayrılmıştır.

6-) Müşebbihe: Bu mezhebin mensupları, Allah-u Zülcelal’i cisimlikle vasıflandırırlar. Bunlar, Allah-u Zülcelal (haşa) yaratıklara benzer, derler.

7-) Mercie: Bu mezhebin mensupları, Allah-u Zülcelal mü’minlerden her hangi birine ateşle azab etmez, masiyet imanla birlikte zarar vermez, derler. Ayrıca, ameller farz değil fazilettir, yapanlar için iyidir, yapmayanlara bir şey yoktur derler. Bunlarda kendi aralarında beş guruba ayrılmışlardır.

8 – ) Cebriye: Bu mezhebin mensupları, kulun meydana gelen her hangi bir işte iradesi yoktur, o cansız varlık mesabesindedir, hal böyle olunca, kul emir ve nehy’e muhatap olmaktan da kurtulmuş olur derler.

SORU 11: Riddet ne demektir?

Riddet; akıl, baliğ ve muhtar bir kimsenin, ister niyet ile, ister küfre düşürücü bir fiil yahut sözle olsun; ister alay için isterse inat yüzünden yahut İnanarak söylesin, islamın tümünü veya kesin olarak sabit olan bir hükmünü reddetmesidir. Buna göre bir kimse, Allah-u Zülcelal’i inkar ederse veya peygamberleri kabul etmezse veya bir peygamberi yalanlarsa veya haramlığı icma ile kabul edilen zina, livata, şarap içme gibi fiilleri helal sayarsa dinden dönmüş olur.

SORU 12: Büyük günah işleyenleri tekfir etmek doğru mudur?

Tekfir; Lügatta, kişiye küfür isnadında bulunmak, kafir olduğunu ileri sürmek anlamına gelir.

Ehl-i Sünnet imamları, büyük günah işleyen kimseleri işledikleri günahları meşru görmedikçe- mü’min kabul etmektedirler. Onun için mü’min kimse, işlediği günahtan ötürü -helal görmedikçe-tekfır etmemelidir.

Allah-u Zülcelal, günahla meşgul olan mü’minleri tövbeye davet ederken, ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır;

“Ey inananlar! Hep birlikte nasuh tövbe ile Allah’a tövbe edin.” (Tahrim;8)

Eğer bu kimseler günahlarından dolayı kafir olsaydılar, Allahu Zülcelal onları mü’minler diye isimlendirmez ve “Ey Kafirler! Allah’a tövbe edin” derdi.

Bunun gibi Adem (a.s) cennete girdiği zaman Allah-u Zülcelal onu malum ağaçtan menetmişti. Ne var ki Adem (a.s) o ağacın yemişinden yedi. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal; “Adem Rabbine karşı geldi de şaştı” (Taha;12l) buyurdu. “Adem Rabbine küfretti” buyurmadı.

Buradan da anlaşıldığı gibi, bir mü’min günahından ötürü tekfir edilemez. Bir kimse, birisine; “Sen kafirsin” veya “filan kişi kafirdir”deme, şayet gerçekten kafir ise zaten mesele tamamdır. Yoksa o söz kendisine döner ve kendisi kafir olur.

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.v) birhadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;

“Bir kimse bir kimseye “kafir” veya “Allah’ın düşmanı” derse ve böyle olmazsa mutlaka o söz kendisine döner.” (Buhari, Müslim)

SORU 13: Namaz, Zekat, Oruç ve Hac farizalarını inkar eden kimsenin hükmü nedir?

Her kim ki, bu ibadetlerin farziyyetini inkar ederse, o bütün müslümanların ittifakıyla kafir olur. Nitekim Imam-ı Şevkani Neylü’l-Evtar isimli kitapında şöyle demiştir;

“Müslümanlar arasında, namazın farz olduğunu inkar eden kimsenin kafir olacağına dair, ulema arasında en ufak bir ihtilaf yoktur. Yalnız yeni müslüman olursa ve yahut namazın vücubu kendisine tebliğ edildikten sonra müslümanlarla ihtilat etmemişse o zaman kafir olmaz.”

İmam-ı Nevevi el-Mecmû isimli kitapında şöyle demiştir;

“Bir kimse, eğer namazın farziyyetini inkar ederek terk ederse o kimse bütün müslümanlara göre kafirdir. Bu hüküm, eğer o adam, müslümanlar arasında doğup büyümüş ise cari olur. Lakin, yeni müslüman olmuş veyahut müslümanlardan uzak bir yerde yetişmiş ise,– Namazın vücubu kendisine meçhul olacağından– önce mücerret inkar sebebi ile ona kafir hükmü verilmez. Bilakis ona namazın farz olduğu öğretilir. Öğrendikten sonra inkar ederse o zaman mürted olur. Her kim ki, ramazan orucunu, zekatı ve haccı inkar ederse, o kimse mürted olur.”

SORU 14: Kâlû Belâ ne demektir?

Allah-u Zülcelal, dünyayı ve dünya içindeki varlıkları yaratmazdan önce yaşayacak olan tüm insanların ruhlarını yarattı ve ruhlar alemi denilen bir alemde bir araya getirdi. Sonra da hepsine birden hitap ederek onlara; “Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” diye sordu. Ruhlar da; “Kâlû Belâ (Evet, sen bizim Rab-bimizsin)” diye cevap verdiler. (A’raf; 172)

İşte bu konuşmanın olduğu zamana “Kâlû Belâ” zamanı denir.

SORU 15: İmanın fazlalaşması veya eksilmesi mümkün müdür?

İmam-ı Azam bu hususu şöyle açıklamıştır;

“İman ne artar ne de eksilir” çünkü imanın fazlalığı, ancak küfrün azalmasını, imanın azalması da, ancak küfrün artmasını tasavvur etmek suretiyle anlaşılır. Bu ise, bir kimsenin bir anda hem mü’min, hemde kafir olmasını gerektirir. Bu ise batıldır. Çünkü mü’minin imanında şüphe bulunmaz.

İman, taalluk ettiği ve ilgili olduğu şey bakımından da artmaz ve eksilmez. Çünkü iman edilecek olan şey Hz. Peygamber (a.s.v)’in getirdiklerinin tamamıdır. Bunların hepsine inanmayıp, bazısına inanılır, bazısına inanılmazsa iman gerçekleşmez.

Fakat imanın keyfıyyet olarak, yani kuvvetli, zayıf ve kamil olması, istifade ettiği yakin derecelerinin “ilme’l-yakin” “ayne’l-yakin” ve “hakka’l-yakin” gibi değişik olması neticesi farklılık arzeder. İlme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin mertebelerini daha iyi anlayabilmek için, şöyle bir misal verebiliriz;

Uzaktan bir duman yükseldiğini görmek, orada ateşin varlığına ilme’l-yakin ile inanmak demektir. Dumanın çıktığı yere gidip ateşi görmek, ateşin varlığına ayne’l-yakin ile inanmaktır. Ateşin yakınına gidip sıcaklığını hissetmek ise, o şeyin ateş olduğuna hakka’l-yakin ile inanmaktır.

Bunun içindir ki, Ali el-Kari; “inananların farklı oluşu, aynı varlığa bakan değişik gözlerin o varlık hakkındaki görüşlerinin farklı oluşu gibidir.” demiştir. Yani, insanların bir şey görme kabiliyeti birbirinden nasıl değişik iseler, insanların imanlarının farklı oluşu da buna benzemektedir. Mesela; görerek inanan kişinin imanı, düşünerek ve haber alarak bilgi edinen ve bu bilgi ile iman eden kişinin imanından daha kuvvetlidir. Bunun içindir ki Hz. İbrahim (a.s) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah-u Zülcelal’den istemiştir. Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi Allah-u Zülcelal’in “İnanmadın mı?” sorusuna Hz. İbrahim (a.s); “(Gözümle de görerek) Kalbim mutmain olsun diye” (Bakara; 260) cevap vermiştir.

Sonuç olarak; imanda ziyade ve noksandan maksad; imanın kuvvetli veya zayıf olmasıdır. Bir kimsenin de imanı bu mana da kuvvetli veya zayıf olabilir. Nitekim, mesela müslümanlardan her hangi birinin imanının, Hz. Peygamber (a.s.v)’in veya Hz. Ebu Bekir (r.a)’in imanı kadar tahkik ve yakin bakımından kuvvetli olmadığında ittifak vardır.

İmanın kemalinden sayılan ibadet ve iyi amelin fazla olması imana kuvvet, noksan olması ise zayıflık verir.

SORU 16: Dünyada insanın başına gelecek tüm olaylar, daha önceden belirlenmiş midir?

İslam inancına göre, kainatta meydana gelen her olay, Allah-u Zülcelal’in bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelir. O’nun bilgisi, iradesi ve yaratması olmaksızın hiçbir şey olmaz.

Bir insanın ne kadar yaşayacağını, hayatında hangi işleri yapacağını, kiminle evleneceğini, nerede, ne zaman, ne sebeble ve ne şekilde öleceğini de Allah-u Zülcelal ezeli ilmi ile bilmiş ve öylece takdir etmiştir. Biz, Allah-u Zülcelal’in bizim için tayin ve takdir ettiği şeylerin ne olduğunu bilmediğimizden, cüz’i irademiz elimizden geldiğince hayırlı işlerde sarfetmeye gayret göstermemiz gerekir. Esasen, insanlar yaptıkları iyi ve kötü işleri Allah-u Zülcelal öyle takdir ettiği için yapmazlar. Onların ne yapacaklarını Allah-u Zülcelal ezeli ilmi ile bildiğinden öyle takdir etmiştir.

SORU 17: Allah her yerdedir demek caiz midir?

Bir kimse “Allah her yerdedir” diyerek Allah-u Zülcelal’in zatıyla her yerde olduğuna inanırsa kafir olur. Çünkü burada Allah-u Zülcelal’e bir mekan izafe etmiştir. Halbuki, Allah-u Zülcelal mekandan münezzehtir. Fakat böyle söyleyen kimse, Allah-u Zülcelal’in kudret ve azametiyle her yerde olduğunu kasdederse kafir olmaz.

SORU 18: Allah-u Zülcelal'in Nur olduğunu söylemek caiz midir?

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaate göre, Allah-u Zülcelal’in “Parıldayan nur olduğunu söylemek caiz değildir. Allah-u zülcelal nuru yaratan ve ışık verendir. Çünkü nur bir renktir. Eğer Allah-u Zülcelal’in bir renk olduğunu söylersek bu bizi teşbihe götürür, halbuki Allah-u Zülcelal varlıklara benzemekten münezzehtir.

Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur; 35)

Bu ayetin tefsirinde ibn-i Abbas (r.a): “Allah gökleri ve yeri aydınlatandır.” derken, bazı alimlerde; “Allah gök ve yer ehline hidayet edendir ” demişlerdir.

Sonuç olarak; Allah nur değildir, nuru yaratandır. Allah insanların düşündükleri gibi de değildir. Onların dediklerine de benzemez. O halde Allah-u Zülcelal’in nur olduğunu söylemek caiz değildir.

SORU 19: Allah-u Zülcelal'in dünyada görülmesi mümkün müdür?

Ehl-i sünnet ve’l Cemaate göre; Allah-u Zülcelal’i bu dünyada baş gözüyle hiç kimse göremez. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Dağ’a bak, eğer o yerinde kalırsa sende beni göreceksin, buyurdu. Rabbi dağa teveccüh edince onu yerle bir etti ve Musa ‘da baygın düştü.” (Araf; 143)

Allah-u Zülcelal dünyada görülmez. Çünkü rüyet, lütufkarlığın son haddi ve ni’metlerin en üstünüdür. Mekanların en üstünü olan cennetten başka bir yerde, böyle bir ihsana nail olmak mümkün değildir. Fğer ni’metlerin en üstünü dünyada verilse o zaman fani dünya ile baki cennet arasında bir fark olmazdı.

Hülasa; Allah-u Zülcelal, niyetin ahirette olacağını bildirmiş, dünyada olacağını haber vermemiştir. Bu sebeble Allah-u Zülcelal’in vermiş olduğu haberle yetinmek vacip olmuştur. Ancak evliyalar Allah-u Zülcelal’in nurî tecelliyatlarını görebilirler.

SORU 20: Allah-u Zülcelal'in rüyada görülmesi mümkün müdür?

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaate göre; İnsanın rüyada Allah-u Zülcelal’i görmesi olabilir. Ama Allah-u Zülcelal’i, nasılıktan ve nicelikten uzak olarak görmek şartıyla, eğer Allah-u Zülcelal mekandan münezzeh olarak görülmezse bu Allah’ı Zülcelal’i görmek değildir.

İmam-ı Azam; “Rüyada 99 defa Allah’ı gördüm 100. defa da; “Ya Rabbi! Kulların azaptan nasıl kurtulacak” diye sordum.” demiştir.

imam Maturidi; “Rüyada Allah’ı görmek muhaldir. Çünkü rüyada görülen şey bir hayal veya bir misalden ibarettir. Allah-u Zülcelal ise bu hayalden beridir.” demiştir.

Hülasa; Kemiyet ve keyfıyyet olmaksızın Allah-u Zülcelal rüyada görülebilir.

SORU21: Hz. Peygamber (a.s.v) miraçta Allah-u Zülcelal'i görmüş müdür?

Ehl-i Sünnet vel Cemaate göre; Hz. Peygamber (a.s.v)’in miraçta Allah-u Zülcelal’i görmesi hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu, Hz. Peygamber (a.s.v), miraçta Allah-u Zülcelal’i kaş gözüyle değil, kalb gözüyle görmüştür. Nitekim Allah-u Zülcelal birayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“O’nun gördüğünü kalbi yalana çıkarmadı.” (Necm; 11)

Hz. Aişe (r.a); “Kim Muhammed Rabbini gördü diye iddia ederse yalan söylemiş olur. “demiştir.

İbn-iAbbas(r.a); “O’nu kalbi ile gördü.”demiştir. Bazı büyük evliyalar ise; “Ne Hz. Peygamber (a.s.v) ne de yaratılmışlardan her hangi birisi, dünya da Allah-u Zülcelal’i gözle görmedi.” demişlerdir.

Hülasa; Allah-u Zülcclal’in hakikatini kimse göremez. Hz. Peygamber (a.s.v) miraçta Allah-u Zülcelal’i baş gözüyle değil, kalb gözüyle görmüştür.

SORU 22: Allah-u Zülcelal 'e yakınlık ve uzaklık var mıdır?

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaate göre; Allah-u Zülcelal’e yakınlık ve uzaklık mesafe uzunluğu ve kısalığı manasında değildir. Ancak Allah-u Zülcelal’e itaat eden keyfıyetsiz olarak O’na yakındır. İsyan eden de yine keyfıyetsiz olarak O’na uzaktır. Cennette Allah-u Zülcelal’e yakın olmak, Allah-u Zülcelal’in huzurunda bulunmakta keyfıyetsiz olacaktır.

Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Allah ‘a secde et ve O’na yaklaş.” (Alak; 19 secde ayeti)

Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Biz kula şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Bazı evliyalar; “Allah-u Zülcelal’in bir kulunu kendisine yaklaştırması ona teveccüh etmesi kerem ve şeref vermesi demektir. Allah-u Zülcelal’in bir kuldan uzak oluşu onu zelil kılmasıdır.” demişlerdir.

Hülasa; Allah-u Zülcelal’e yakınlık ve uzaklık mesafe kavramları ile değildir. Allah-u Zülcelal insana daima yakındır. İnsan iyi amel işlerse Allah-u Zülcelal’in rahmetine yakın olur. Kötü amel işlerse, Allah-u Zülcelal’in rahmetinden uzak olur.

SORU 23: Şeytan insanın imanını çalabilir mi?

Ehl-i Sünnet ve’I Cemaate göre; Şeytan mü’min bir kişinin imanını zorla ve cebren alır demek caiz değildir. Fakat kul imanı terkeder, bunun üzerine şeytan onun imanını çekip alır.

Nitekim, Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır. Onu düşman edinin. Çünkü o etrafına toplanan yardımcılarını ancak cehennem ehli olmaya çağırır.” (Fair; 6)

İnsan imanı terkedince, şeytan bu fırsattan yararlanıp o insanın imanını çekip alır. Fakat şeytan mü’minin imanını zorla, cebren alamaz. Şeytanın aldatması vardır. Zira şeytan, Allah-u Zülcelal Gafur’dur, Rahim’dir diyerek insanı kötülüğe teşvik eder.

SORU 24: İmansız olarak ölmeye sebep olan günahlar nelerdir?

Ebu Kasım el-Haki (rh.a)’ye; “İmansız olarak ölmeye sebeb olan bir günah var mıdır?” diye sormuşlar; o da şu şekilde cevap vermiştir;

Üç şey vardır ki, -Neuzübillah- insanın imanının kendisinden alınıp, imansız olarak dünyadan ayrılmasına sebeb olabilir:

1-) Üzerinde bulunan iman ve İslam nimetine şükretmeyi terketmektir; bu hal, insanın dünyadan imansız olarak ayrılmasına sebeb olabilir.

Hakikaten insan biraz derin olarak düşünürse, Allah-u Zülcelal’in bize iman vermiş ve İslam dinine girmekle şereflendirmiştir. Bu nimete şükretmeyi terketmek, sekerat esnasında imansız olarak dünyadan ayrılmaya ve kıyamet gününde de ebedi olarak cehenneme girmeye sebeb olur. Onun için daima; bizim için çok büyük bir şeref olan iman ve islam nimetinin kıymetini bilip; “Ya Rabbi! Bana bu iman nimetini verip. Islama girme şerefini nasip ettiğin için, sana sonsuz hamd-ü senalar olsun” diye Allah-u Zülcelal’e şükretmemiz lazımdır.

2-) İnsanın kendisinden imanın alınmasından korkmamasıdır; Oysa bu korkuyu daima kalpte hissetmek lazımdır. Peygamberler ve evliyalar dahi bu korkuyu taşımışlardır. Peygamberler emin oldukları halde bu korkuyu taşıdıklarına göre, bizim gece-gündüz bu korkuyu hiç aklımızdan çıkarmamamız lazımdır. Her ne kadar bunu yapamıyorsak da; yine de son halimizden emin olmayıp biraz korkarsak, Allah-u Zülcelal bizim imanımızı inşaallah-u Teala muhafaza edecektir.

3-) İnsanların birbirleri arasında bulunan haklara riayet etmeyip, birbirlerine zulüm yapmalarıdır; halbuki insan dünyada daima mazlum olmalıdır. Çünkü kıyamet gününde bir çok insan, zalim olan kimsenin yakasından tutarak; “Senden imanını almayıncaya kadar razı olmam” dediği zaman, zalim olan kişi ne yapabilir ki?

Allah-u Zülcelal mazlum olan kulu razı oluncaya kadar, zalimden alıp ona verecektir.

Onun için insan bunlara çok dikkat etmeli, daima imanını muhafaza etmeye gayret gösterip, son nefesinde halinin ne olacağını düşünerek, o zamana hazırlık yapmalı ve diğer insanlara zulüm yapmaktan uzak durmalıdır. Bu üç sıfatı üzerinde bulundurursa, Allah-u Zülcelal’in kendisine nasip etmiş olduğu iman nimetini muhafaza etmiş olur.

SORU 25: İnsanların ruhları, onların ölümlerinden sonra canlı kalırlar mı?

İslam inancına göre, insanların ruhları onların ölümlerinden sonra da canlı kalırlar. Cesedin bozulmasıyla bozulmazlar. Amellerine göre ya nimet içindedirler ya da azab çekiyorlardır. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Allah yolunda Öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rabbleri katında diridirler. Allah’ın bol nimetinden onlara verdiği şeylere sevinç içinde rızıklanırlar.” (Ali imran; 169)

Görüldüğü gibi, burada anlatılanlar, onların ruhlarına nisbetle doğrudur. Ama cesedlerine gelince, cesedler çürüyüp gider.

Müslim’in Enes b. Malik (r.a)’den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.v) ölünün, gömüldükten sonra dönüp gidenlerin ayak seslerini duyduklarını haber vermiştir. (Müslim)

Hz. Peygamber (a.s.v) ümmetine, kabirlerden geçerken kabir ehline şöyle selam vermelerini söylemiştir;

“Ey Mü’m in kavimlerinin yurdu, Allah’ın selamı üzerinize olsun, siz, gelip geçtiniz. Bizde sizin peşinizden geleceğiz.” (Müslim)

Bu şekilde bir hitap ancak, işiten ve anlayabilenlere yapılır. Böyle olmasaydı Hz. Peygamber (a.s.v)’in seslenmesinin bir anlamı da olmazdı, bu, Ruhun başlı başına bir varlık olduğu görüşüne göre böyledir. Ehl-i sünnet usulünün gereği de budur. Allah-u Zülcelal ruha; Rabbine dönmesini, cennete girmesini ve insanlar arasında karışmasını söylemişti. Ruhun göğe çıktığına, gökten yere indiğine, gök kapılarının kendisine açıldığına, secdede bulunup konuştuğuna dair bir çok sarih nasslar vardır. Nitekim buna en güzel delil Miraç hadisesidir.

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (a.s.v) miraca çıkmak için Mescid-i Aksaya geldiğinde, bazı peygamberler Hz. Peygamber (a.s.v)’i karşılamak için oraya gelmişlerdir. Ve Hz. Peygamber (a.s.v) onlara namaz kıldıımıştır. Daha sonra o peygamberler dağılmışlardır. Hz. Peygamber (a.s.v) miraca çıktığında, birinci gök kapısında, Adem (a.s)’le, ikinci gök kapısında; Yahya ve İsa (a.s) ile, üçüncü gök kapısında; Yusuf (a.s) ile, dördüncü gök kapısında; İdris (a.s) ile, beşinci gök kapısında; Harun (a.s) ile, altıncı gök kapısında; Musa (a.s) ile ve yedinci gök kapısında; İbrahim (a.s) ile görüşmüştür.

Allah-u Zülcelal miraç gecesinde ilk önce elli vakit namaz kılınmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (a.s.v), dönüşünde Hz. Musa’ya uğrayınca. O; “Allah-u Teala ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu. Hz. Peygamber (a.s.v); “Elli vakit namazı farz kıldı”dedi.

Bunun üzerine Hz. Musa; “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Ümmetin buna takat getiremez”dedi. Hz. Peygamber (a.s.v) dönüp Allah-u Zülcelal’e yalvardı. Allah-u Zülcelal elli vakit namazı beş vakte indirdi.

Hz. Peygamber (a.s.v), yine Hz. Musa’nın yanına döndü ve; “Allah-u Teala elli vakit namazın beş vaktini indirdi” dedi. Hz. Musa; “Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.

Hz. Peygamber (a.s.v), yine Allah-u Zülcelal’e döndü ve niyazda bulundu. Allah-u Zülcelal beş vakit daha indirdi.

Hz. Peygamber (a.s.v) tekrar dönüp, Hz. Musa’nın yanına geldi ve; “Allah-u Teala, beş vakit daha indirdi” dedi. Hz. Musa yine; “Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi. Hz. Peygamber (a.s.v) yine döndü ve Allah-u Zülcelal’e niyazda bulundu. Allah-u Zülcelal yine beş vakit daha indirdi. Aynı şekilde on vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber (a.s.v) tekrar tekrar Allah-u Zülcelal’e niyazda bulundu.

On vakte indirilince, Hz. Peygamber (a.s.v), tekrar Hz. Musa’ya uğradı. Hz. Musa yine söylediklerini tekrarladı; “Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez” dedi. Hz. Peygamber (a.s.v) yine dönüp Allah-u Zülcelal’e niyazda bulundu. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal şöyle buyurdu;

“Ey Muhammedi Benim katımda hüküm değişmez. Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için de on ecir vardır ki, bu da elli namaz eder.”

Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.v), yine dönüp Hz, Musa’ya uğradı. Hz. Musa; “Neyle emrolundun? ” diye sordu. Hz. Peygamber (a.s.v); “Her gün beş vakit namazla emrolundum” dedi. Hz. Musa; “Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç getiremez. Ben, senden önce insanları, îsrailoğullarını çok tecrübe ettim. Sen dön de, biraz daha indirilmesini Rabbinden niyaz et” dedi. Fakat Hz. Peygamber (a.s.v) “Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya haya ederim” dedi. (Buhari, Müslim)

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (a.s.v) miraç hadisesinde bir çok peygamberin ruhuyla görüşmüştür. Dediğimiz gibi. Ruhun göğe çıktığına, gökten yere indiğine, gök kapılarının kendisine açıldığına, secdede bulunup konuştuğuna dair bir çok sarih nasslar vardır. Fakat biz bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

SORU 26: Allah-u Zülcelal'in isminden başka bir isimle, mesela bîr evliyanın ismi veya anne babanın ismi ile yemin etmek caiz midir?

Allah-u Zülcelal’in ismi ve sıfatlarından başka bir şeyle yemin etmek caiz değildir. Nitekim İbn-i Ömer (r.a) şöyle rivayet etmiştir;

Hz. Peygamber (a.s.v) Ömer’in babasının ismiyle yemin ettiğini duyunca, ona şöyle söylemiştir;

“Şüphesiz Allah sizi babanızın adlarıyla yemin etmekten men etmiştin Her kim ki, yemin etmek isterse, Allah’ın ismiyle yemin etsin veyahut sükut etsin.” (Buhari, Müslim)

İbn-i Hazm’in kat’i olarak anlattığı gibi Allah’ın adından gayri isimlerle yemin etmek haramdır. îmam-ı Gazali’nin de kesin olarak ifade ettiği gibi mekruhtur. Şafiilerin çoğunluğu böyle bir yeminin keraheti tenzihiyye ile mekruh olduğu kanaatindedirler.

Bazı fukaha; “Yemin ettiği şeyde, Allah hakkında itikad ettiği gibi itikad ederse, bu itikadiyle kafir olur.” demişlerdir.

Bu yazılanlardan da anlaşıldığı gibi en doğru olanı böyle yeminlerden uzak durmaktır.

SORU 27: Allah-u Zülcelal'in, Kur'an-ı Kerimde duaların kabul olunacağına dair va'di vardır. Bazı kimseler dua ediyoruz, fakat dualarımız kabul olmuyor demektedir. Bunun sebebi nedir?

Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.v) şöyle buyurmuştur;

“Sizden her birinizin duası isti’cal (acele) edilmedikçe kabul olunur. İnsan (acele eder de) dua ettimde kabul olunmadı der.” (Müslim)

Yine Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.v) başka bir Hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;

“Sizden biri, dua ettim de kabul edilmedi, diyerek acele etmediği müddetçe duası kabul edilir.” (Buhâri. Müslim. Ebu Davud, Tırmizi. Ibn-i Mâce)

Bu Hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi demek ki kulun, canı gönülden isteyerek Allah-u Zülcelal’e teslim olması gerekmektedir. Allah-u Zülcelal geç verir, hemen verir ya da vermez. Bu O’nun bileceği iştir.

Allah-u Zülcelal kendisine dua eden kulun duasını kesinlikle kabul eder. Fakat duanın kabul edildiği hemen o anda belli olmayabilir. Bu duanın kabul edildiği bir süre sonra ortaya çıkabileceği gibi bazen de onun kabul edildiği ahirette ortaya çıkabilir.

Nitekim belirtildiğine göre Hz. Musa, firavun ile kavminin helak edilmesi için dua edip de kardeşi Harun (a. s) bu duaya amin deyince, Allah-u Zülcelal onlara vahy yolu ile; “Duanız kabul edildi, siz yolunuzdan şaşmayınız.” buyurmuştur. Ibn-i Abbas (r.a)’ın belirttiğine göre, Hz. Musa ve Hz. Harun’un duası ile dileklerinin gerçekleşmesi arasında kırk yıl geçmiştir.

Bir kul; “Allah-u Zülcelal’e dua ettim, bana cevap vermedi.” derse, hayasızlık ve edebsizlik etmiş, bilmeyerek yalan söylemiş olur.

Bir kul; “Ey Allah’ım” dediği vakit, Allah-u Zülcelal’in kuluna gerçek icabeti “Lebbeyk” olur. Yani dediğini duydum demektir. Allah-u Zülcelaİ’in icabetinden maksad, bir hacetin üstün bir şekilde görülmesi demek değildir. Kul, Allah-u Zülcelal’e; “Ya Rabbi! Bana şunu yap, bunu yap ” der, Allah-u Zülcelal; “peki, fakat ben bunu sana lüzumlu bir vakitte yaparım.” der.

Bu vakit, ya dünyada veya ahirettedir. Bu yön Allah-u Zülcelal’in bileceği bir iştir. Yalnız şu cihet iyi bilinmelidir ki, Allah-u Zülcelal her duaya daima; “Lebbeyk” der. Aynı şekilde daima hacetleri karşılar.

Hiçbir kimse yoktur ki, ilahi çevre ve azamete başvursun da, haceti görülmeden eli boş dönmüş olsun. Çünkü o öyle bir çevredir ki, orada ikramcıların ikramcısı bulunmaktadır. Böyle büyük bir zat bir kimseyi geri çevirebilir mi?

SORU 28: İslam 'dan haberi olmayan bir kimse, kıyamet gününde sorumlu olacak mıdır?

Dağ başında doğup büyüdüğü halde, islamiyetten haberi olmayan kişi, ittifakla ibadet ve ahkamlarla mükellef değildir. Yalnız, Allah-u Zülcelal’e iman etmekle mükellef olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır.

Nitekim, Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Biz bir elçi göndermedikçe, azab etmeyiz-” (İsra; 15) İmam Maturidî, bu konuda şöyle demiştir;

“Dağ başında doğup büyüdüğü halde kendisine İslama ait bir davet ulaşmayan ve her hangi bir peygamberin varlığını duymadan ölen kişi, Allah’ın varlığına iman etmekle mükelleftir. Allah’a iman etmeden ölürse azab edilir. Bu kimse dini meseleleri bilmekte mazurludur. Çünkü dini meseleleri bilmek Allah’ın bildirmesine bağlıdır.”

İmam-ı Eş’ari ise şöyle demiştir;

“Akıllı kişiye, Allah’ın kullarından birinin lisanı ile hitap etmesiyle ancak bir şey yapması gerekir. Dağ başında doğup büyüdüğü halde kendisine İslama ait bir davet ulaşmayan, her hangi bir peygamberin varlığını duymadan ölen kişi, Allah’a iman etmezse azab edilmez. Bu kimsenin îslamın şartlarını yerine getirmesi icap etmediğinden imanın aslı ona vacip değildir.

İmam-ı Gazali (k.s) ise; “Hz. Peygamber (a.s.v)’in davetini duymamış, kendisinden de haberdar olmayan kişiler kesin cennetliktir” demiştir.

Hülasa; Dini meseleleri bilmek Allah-u Zülcelal’in bildirmesine bağlıdır. Akıllı kişinin bir şeyi yapması veya yapmaması Allah-u Zülcelal’in bir davetçisinin lisanıyla ona hitap etmesiyledir. Ameli meselelerde insan ancak akıllı bir kişinin hitapıyla mükellef olur.

SORU 29: Cin nedir? Onlara inanmamak küfre sebeb olur mu?

Cinler, çeşitli ahkam ve ibadetlerle mükellef olup, saf dumansız ateşten yaratılmışlardır. Cinlerin mükellef olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Mü’min olanları cennetlik, kafir olanları ise cehennemliktir. Cinlerin varlıkları kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Bu sebeble onların varlıklarını inkar eden kimse küfre girer. Kur’an-ı Kerimde bir çok ayet-i kerimelerde cinlerin varlığından bahsedilmiştir. Nitekim Allah-u Zülcelal ayet-i kerimelerde şöyle buyurmuştur;

“Ben insanları ve cinleri ancak bana İbadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat; 56)

“Muhakkak cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım.” (Secde; 13)

SORU 30: Allah-u Zülcelal'i gerçekten sevmek nasıl mümkün olur?

Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“Resulüm de ki; Eğer Allah ‘ı seviyorsanız bana uyunuz. Uyunuz ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin. Allah-u Teala (kullarını) çok mağfiret edici ve çok merhamet edi­cidir. ” (Âl-i İmran;31)

Bu ayet-i kerime sorulan soruya tam bir cevap olmaktadır. Bir kulun Allah-u Zülcelal’i sevmesi demek; Allah-u Zülcelali büyük bilmesi ve kemal sıfatlarının tamamıyla muttasıf ve bütün noksanlık­lardan münezzeh olduğunu itikad etmesiyle birlikte O’na itaat etmesi, emirlerine sarılması, yasaklarından kaçınması, rahmetini ümit etmesi, gazabından korkması, Allah’ın Resulüne uyması demektir.

Muhabbet kalbte gizli olduğu için, Allah-u Zülcelal’e ibadet etmek, O’nun emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak, muhab­bet eseri kabul edilmiştir. Bu eserlerden iz bulunmayan kimselerin Allah-u Zülcelal’i sevmek iddiaları yalandır.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah-u Zülcelal’i seven ve O’nun tarafından sevilen ve günahları mağfiret olunan bir kul olabilmek için tek çare Allah-u Zülcelal’i sevmek, O’nun emirlerine sımsıkı sarıl­mak, nehyettiği şeylerden kaçınmak ve Allah Resulüne ittiba etmek­tir. Böyle olan kimseleri Allah-u Zülcelal çok sever.

Nitekim Allah-u Zülcelal bir kulunu çok sevdiği zaman Cebrail (a.s)’e; “Allah-u Zülcelal filanı seviyor, sende sev!” diye nida eder. Cebrail (a.s)’de o kulu sever. Daha sonra Cebrail (a.s) gök ahali­sine; “Allah-u Zülcelal falan kulu seviyor, onu sizde seviniz!” diye nida eder. Sonra yerdeki insanların gönlüne o kimse lehine kabul ve sevgi konulur da onu tanıyan müslümanlar tarafından sevilir. (Buhari)

Sonuç olarak Allah-u Zülcelal’e ve Hz. Peygamber (a.s.v)’e itaat; iman ve sevgi yolundan geçer. Allah-u Zülcelal’i sevmek, O’nun emirlerini yerine getirmekle olur. O’nun emirlerini insanlara duyu­randa Hz. Peygamber (a.s.v)’dir. O halde Hz. Peygamber (a.s.v)’in getirdiklerini kabul etmek ve O’nun yolundan gitmek lazımdır.

SORU 31: Bazı Hadis-i şeriflerde, Allah 'ın kullarının amellerini meleklere sorduğu ifade edilir? Allah kullarına melekler vasıtasıyla mı ulaşmaktadır?

Bazı Hadis-i şeriflerde Allah-u Zülcelal’in kullarının amellerini meleklere sorduğu ifade edilir. Bu hadisler, meselenin aslını bilmeyenlerin kafasında, (Haşa) “Allah kullarına melekler vasıtasıyla mı ulaşıyor?” şeklinde bir soruya sebeb olur. Mesela böyle hadislerden biri şöyledir;

“Sevap ve günahları yazan meleklerden başka, Allah’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bunlar, Allah’ı zikreden bir topluluk bulduklarında “Aradığınıza koşun” diyerek arkadaşlarını çağırırlar. Bu çağrıyı duyan melekler derhal toplanırlar ve onların çevresini dünya semasına kadar çevirirler. Allah onlara; “Kullarımı ne halde bıraktınız?” diye sorar. Onlar; “Sana hamdeder, seni tazim eder ve zikreder halde bıraktık.” derler. Sonra Allah ile melekler arasında şu konuşma geçer;

“Onlar beni görmüş mü? “

“Hayır”

“Şayet benî görselerdi ne olurdu? “

“Seni görselerdi şüphesiz daha çok hamdederler, daha çok ta’zim ederler ve daha çok seni zikrederlerdi.”

“Onlar ne istiyorlar”

“Cenneti istiyorlar”

“Onlar cenneti görmüşler mi? “

“Hayır”

“Cenneti görselerdi nasıl olurdu ? “

“Eğer cenneti görselerdi onu isteme de daha çok isterler ve daha titiz davranırlardı”

“Neyden Bana sığmıyorlar?”

“Cehennemden sana sığınıyorlar”

“Cehennemi gördüler mi? “

“Hayır”

“Cehennemi görselerdi nasıl olurdu? “

“Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çak kaçarlar, daha çok korkarlar ve onun azabından daha çok Allah’a sığınırlardı.” “Sizi şahid kılarım ki onları bağışladım.” (Tirmizi) Evet, bu ve buna benzer bir çok hadis vardır. Burada Allah-u Zülcelal’in meleklerine sorması, kullarını onlar vasıtasıyla öğrenmesi için değildir. Çünkü Allah-u Zülcelal’in ilmi herşeyi kuşatmıştır. O, olmuş ve olacak her şeyi aynı anda bilir. Melekler Allah-u Zülcelal’in memurlarıdır, fakat icraatçıları değildir.

Öyle ise, Rabbimizin bildiği bir şeyi meleklere sormasının hikmeti nedir?

Bunun hikmetlerinden birincisi, bir lütuf olarak Rabbimizin melekleri insanoğlunun en güzel haline şahid kılmasıdır. Mahşer gününde meleklerin güzel şahadette bulunmaları kullar için bir ikram ve lütuftur.

Bunun ikinci hikmeti, Allah-u Zülcelal’in insanları yaratırken meleklerle olan konuşmalarıyla ilgilidir. Bir konuşma ayet-i kerimede şöyle açıklanmıştır;

“Hani Rabbin meleklere, ‘Yeryüzünde emirlerimi yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratacağım’ buyurduğunda, melekler, ‘Yer yüzünde fesat çıkarıp kan dökecek birisini mi yaratacaksın ? Halbuki biz seni hamd ile teşbih eder, seni her türlü noksanlıktan yüce tutarız’ demişlerdi. Allah ise, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ buyurmuştu.” (Bakara; 30)

Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, Allah-u Zülcelal, bazı melekleri insan oğlunun zikir, teşbih ve namaz gibi mühim ibadetlerine şahid tutarak insanın yaratılışındaki yüksek gayeyi onlara göstermiş olmaktadır. Onlara; “Kullarımı ne halde bıraktınız?” sorusu bunu onlardan öğrenmek için değil, melekleri insanoğlunun büyüklüğüne, içlerinde yaratılış gayelerine uygun hareket edenlerin bulunduğuna şahid tutmak içindir.

SORU 32: Hz. İsa (a.s) öldürüldü mü?

Bilindiği gibi, Allah-u Zülcelal Hz. îsa (a.s)’ya dört büyük kitaptan biri olan incili indirmiş ve İsrailoğullanna doğru yolu göstermesi için peygamber olarak göndermiştir. Ancak israil oğulları bu daveti reddederek; Hz. İsa (a.s)’yı yalanlamışlar ve onu Öldürmeye kalkışmışlardı. Allah-u Zülcelal onu o düşmanların şerrinden korudu ve İsrail oğulları Hz. İsa (a.s)’ya benzer birini öldürdüler. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa ‘ya) benzer gösterildi.” (Nisa; 157)

Buna göre; Hz. İsa (a,s) yahudiler tarafından öldürüldü demek, insanı küfre götürür. Allah-u Zülcelal Nuh (a.s)’u tufandan, İbrahim (a.s)’i ateşten, Musa (a.s)’yı firavundan, Hz. Peygamber (a.s.v)’i müşriklerin tuzağından koruyup kurtardığı gibi, İsa (a.s)’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, isa (a.s)’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa (a.s)’ya benzeterek öldürmüştür. Allah-u Zülcelal, İsa (a.s)’yı kendi katına kaldırmış bulunduğu da şüphesizdir. Allah-u Zülcelal onu kudretiyle manevi semalardaki hususi mevkiine kaldırmıştır ve kıyametten önce de tekrar dünyaya gönderecektir.

Bilindiği gibi, kıyametin büyük alametlerinden birisi de, Hz. îsa (a.s)’nın Dımeşk’in doğu tarafındaki beyaz bir minareye inmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde bunu açıkça beyan edilmiştir;

“Şüphesiz ki, o (İsa’nın nuzülü), kıyamet için (Yaklaştığını bildiren) bir beyandır, alamettir. Onun için sakın o kıyametin geleceğinde şüphe etmeyin de benim yoluma tabi olun. İşte bu biricik doğru yoldur.” (Zuhruf; 61)

Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet edilen bir Hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.v) şöyle buyurmuştur;

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlunun hakem ve adil olarak aranıza inmesi yakındır. Haç’ı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. O zaman

mal çok olacağından kimse onu alıp kabul etmez. Ve tek bir secde dünya ile içindekilerden daha iyidir.” (Buhari, Müslim)

SORU 33: Muaviye hakkında çeşitli sözler söylenmektedir. Muaviye kimdir?

Hz. Muaviye sahabedir. Onun sahabe olduğunda şüphe yoktur. Hz. Muaviye, Hz. Peygamber (a.s.v)’den yüz altmış üç hadis rivayet etmiştir. O, bazı hadiseleri diğer sahabelerden rivayet ettiği gibi, diğer sahabelerde ondan hadis rivayet etmiştir. İmam-ı Nevevi onun hakkında şöyle demiştir;

“Hz. Muaviye, Hudeybiye günü müslüman oldu. Müslümanlığını anne ve babasından gizli tuttu. Hz. Peygamber (a.s.v)’le Huneyn savaşında bulundu. Hz. Peygamber (a.s.v)’e gelen vahyi yazan katiplerden biriydi.”

Sahabe-i Kiram dünyevi endişelere kapılarak veya birbirlerine hased ederek ihtilaf” etmemiştir. Nitekim Şeyh İbn-i Hacer, Savaik adlı kitapta der ki;

“Hz. Muaviyenin Hz. Ali ile çekişmesi, içtihad yollu yapılan bir çekişmedir. Bilindiği gibi, içtihad yapan bir müçtchid içtihadında isabet ederse iki sevap, isabet edemezse bir sevap alır. Burada Hz. Ali içtihadında isabet ettiği için iki sevap, Muaviye içtihadında hata ettiği için bir sevap almıştır.”

İmam-ı Rabbani (k.s) 251. mektubunda şöyle demiştir;

“Bu mesele de en doğru ve sağlam yol, Hz. Peygamber (a.s. v)’in arkadaşları arasında cereyan eden hususlarda susmaktır ve onların çekişmelerinden konuşmamaktır.”

İmam Muhammed, Siyer-i Kebir isimli eserde Hz. Peygamber (a.s.v)’in şu Hadis-i şerifini rivayet etmiştir.

“Ashabım hakkında Allah-u Teala’dan korkun! Onları hedef edinmeyin. Kim onları severse, muhakkak beni sevmiş olur ve kim onlara eziyyet ederse, bana eziyyet etmiştir.” (Tırmizi)

Sonuç olarak Hz. Peygamber (a.s.v)’i seven bir kimse sahabeleri hayırla anmak mecburiyetindedir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.v) yukarıda geçen Hadis-i şerifte buyurduğu gibi; “Kim onları severse beni sevmiş olur.” buyurmuştur.

SORU34: Mehdi (a.s) kimdir? Gelmiş midir? Yoksa gelecek midir?

Kıyametin büyük alametlerinden biri de, kıyamet kopmadan önce Mehdi (a.s)’nin gelmesidir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.v) Mehdi (a.s)’nin geleceğini haber veren bir Hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;

“Dünya da yalnızca bir gün kalsa bile, yeryüzünü zulmün kapladığı gibi adaletle dolduracak, ismi benim ismime, babasının ismi benim babamın ismine uyan, benden veya ehl-i beytimden birini göndermek için Allah-u Teala o günü uzatacaktır.” (Ebu Davud)

Mehdi (a.s) Hz. Peygamber (a.s.v)’in yolundan gidecek, uyuyan kimseyi uyandırmayacak, kan da akıtmayacaktır. İhya etmedik sünnet, kaldırmadık bid’at bırakmayacaktır. Ahir zamanda, aynı Hz. Peygamber (a.s.v) gibi dinin icaplarını yerine getirecektir.

Mehdi (a.s) Zülkarneyn ve Süleyman (a.s) gibi bütün dünyaya hakim olacaktır. Haçı kıracak, domuzu öldürecektir. Yeryüzü zulüm ve işkence yerine adaletle dolacaktır.

Her şeyi hak ve adalet ölçüleriyle eşit bir halde taksim edecektir. Böylece yer ve gök sakinleri ondan razı oldukları gibi, havadaki kuşlar, ormandaki yırtıcı hayvanlar, denizdeki balıklar bile memnunluk duyacaklardır.

Mehdi (a.s)’den bahsetmemin sebebi şudur ki; bazı insanlar; “Şu Mehdi midir? ” ya da “Bu Mehdi midir? ” diye soruyorlar. Halbuki Mehdi (a.s) kısaca anlattığım bu özelliklere sahiptir.

Maalesef zamanımızdaki bazı sapık insanlar kendilerini Mehdi olarak müslümanlara lanse ettiriyorlar. Halbuki Mehdi (a.s) Hz. Peygamber (a.s.v)’in yaşadığı gibi yaşayacak ve onun ahlakı Hz. Peygamber (a.s.v)’in ahlakı gibi olacaktır.

Bazı insanlar aynı anda yüz kişiyi Mehdi ilan edebiliyorlar. Halbuki Mehdi (a.s) bir tanedir. Bir grup insan ortaya çıkıyor ve; “Bizim dediğimiz kimse Mehdi’dir.” diyorlar. Diğer tarafta başka bir grup atılarak; “Yok sizin dediğiniz kimse değil, bizim dediğimiz kimse Mehdi’dir” diyorlar ve aralarında kıskançlık ve kin meydana geliyor.

Gerçek Mehdi (a.s) zuhur ettiğinde bu gibi insanların ona tabi olmamasından korkulur. Mehdi (a.s)’nin zuhuru Allah-u Zülcelal’in görevidir. O, dilediği zaman mutlaka gönderecektir.

SORU 35: Hz- Hızır kimdir. Bazı insanların dediği gibi hala yaşıyor mudur?

Hz. Hızır’ın nebi ya da veli olduğu hususunda ihtilaf vardır. Bazı alimler, onun için peygamber değildir, Allah-u Zülcelal’in salih bir kuludur, demişlerse de, Cumhur-u Ulemaya göre peygamberdir. Hz. Hızır, Hz Musa zamanında yaşamış ve kendisiyle görüşmüştür.

Hz. Hızır ne kadar yaşamıştır, hala yaşıyor mu? Bu konuda kesin bir şey söylenemez.

İmam-ı Nevevi, bazı hadislere dayanarak, Hz. Hızır’ın ölmediğini ve kıyamete kadar yaşayacağını beyan etmiştir. Bazı alimlere göre ise; Eğer Hz. Hızır yaşasa idi, Hz. Peygamber (a.s.v)’le beraber cihada katılırdı, denildiği gibi, hayatta olup dünyayı gezseydi, mutlaka Hz. Peygamber (a.s.v)’in cenazesinde bulunurdu. Buna göre Hz. Hızır hala hayattadır demek tahminden başka bir şey değildir, demişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. Hızır’ın hala yaşıyor olup olmamasında ihtilaf vardır. Hala yaşadığına dair kesin delillerde mevcut değildir. Doğrusunu Allah-u Zülcelal bilir.