TEVBE SURESİ

31. Onlar bilginlerini, rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i de Allah Teâlâ’dan başka tanrılar edindiler. Halbuki: Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmekle emir olunmamışlardır. Ondan başka ilâh yoktur. Onların ortak koştukları şeylerden yücedir.

31. (-Onlar-) O iki kavim, kendi içlerinden bir takım kimselerin saptırmasına uğradılar, Yahudiler “Ahbar” denilen kendi (bilginlerini) kendi din âlimlerini, hıristiyanlarda kendi (rahiplerini) kiliselerde kapanıp duran papazlarını (ve Meryem’in oğlu Mesih’i de Allah’tan başka tanrılar edindiler.) onlara secde eder oldular. O bilginlerinin, papazlarının Allah’ın bildirdiklerine aykırı olarak helâl ve haram diye telkin ettikleri şeyleri hemen kabul ediverdiler. Hz. İsa’yı da Allah’ın oğlu tanıyarak ona tapınmaya başladılar. Diğer insanlar gibi bir annedendoğan, yiyip içmeğe ve diğer şeylere muhtaç bulunan bir kimse, hiç Allah Teâlâ’nın oğlu olabilir mi?. Bunu düşünmediler. (halbuki. Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmekle emir olunmamışlardır.) Tevrat, İncil gibi kitaplarda böyle bir emir yoktur. Bilâkis yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet edilmesi emredilmektedir. (ondan) O kâinatın yaratıcısından (başka ilâh) mabut (yoktur) o Yüce Yaratıcı (onların) o kâfirlerin Yüce Allaha (ortak koştukları şeylerden uzaktır) Evet. Onun yaratıcılıkta, ibadette, dinî hükmlerde, ilâhî zatına saygı ve ululama hususunda ortağı yoktur. Her türlü ortak ve benzerden uzaktır. Buna inanmışızdır!. Artık Üzeyr gibi, Mesih gibi, melekler gibi Allah’ın yarattıkları nasıl olur da o ezelî ve Yüce Yaratıcıya ortak ve benzer kabul edilebilir?.

§ Üzeyr Aleyhisselâm, İsrail oğulları erkeklerindendir. Peygamber olup olmamasında ihtilâf vardır. Tarihe göre: Buhtû Nesser tarafından Kudsü şerif harap edildiği zaman, Hz. Üzeyr de İsrail oğulariyle beraber esir edilerek Babil’e gönderilmişti. Onlara dinî rehberlikte bulunuyordu. Daha sonra Babil iran devletinin eline geçince iran Şahı, İsrail oğullarını Kudüs’e iade etmişti. Beyt’i Mukaddes’i yeniden bina ettiler. Tevrat kitabı birçok değişikliğe, tahrifata uğramıştı. Hz. Üzeyr bir ilâhî lûtuf olarak Tevrat’ı tamamen ezberlemiş bulunuyordu. Bunu yeniden yazıvermişti. Bu hâdise, milâttan (458) sene öncesine rastlamaktadır. Sonra Hz. Üzeyr vefat etmiş, yüz sene sonra bir harika olmak üzere Cenâb-ı Hak’kın kudretiyle yeniden hayat bulmuş, bir müddet daha yaşamıştır, İşte bu zatın bu hâline bakan bir takım Yahudi’ler, ve bu cümleden olarak Fenhas İbni Azura “Üzeyr”, Allah’ın oğludur, demişler, kendisine tapmakta bulunmuşlardır. Hatta deniliyor ki, Yahudilerden Selâm, Numan, Şas, Mâlik vesaire adlarındaki kimseler, Rasûlullah’ın huzuruna gelmişler, “Biz senindinine nasıl tâbi olabiliriz ki, sen bizim kıblemizi bıraktın, ve sen Üzeyr’in Allah’ın oğlu olmadığını iddia ediyorsun” demişler, bunun üzerine (30) uncu âyeti kerime nâzil olmuştur. “Hıristiyanların” teslis akidesine düşmelerinin sebebi hususunda da şöyle bilgiler verilmektedir: Hz. İsa’nın semaya kaldırılmasından sonra isevîler seksenbir sene kadar İslâm dinî üzere bulunmuşlar, kıbleye doğru namaz kılar, Ramazan orucunu tutarlardı. Tâki, Yahudiler ile aralarında bir savaş yapıldı, Yahudi’ler arasında “Pols” adında şecaatli bir şahıs vardı. İsevîlerden birçoklarını öldürdü, sonra da Yahudi’lere dedi ki: Ben hakkı İsevîler tarafında görüyorum, yarın isevîler cennete, biz ise cehenneme gireceğiz, ben bir hile yaparak onları sapıklığa düşüreceğini. Bunun üzerine görünürde Yahudi’lerden alâkasını kesmiş gibi görünerek isevî’lerin yanlarına gitmiş, bana Hıristiyanlığı kabul etmekliğim için gökten bir çağrı geldi, ben de kabul ettim, bu yüzden Yahudilerin birçok eza ve cefasına mâruz kaldım, şimdi size katılmış bulunuyorum, demiş, Hiristiyanları aldatmış. Onlar bu şahsı samimî, itaatkâr, takva sahibi bir zat sanarak kendi kiliselerine bırakmışlar, kendisine yardımda bulunmuş,büyük, ilgi göstermişler. Artık hilesini tatbike sıra gelmişti. Kendisinin talebesi yerinde bulunan “Nestur” adındaki bir şahsa: “İsa ile Meryem ve Tanrı üç ilahtır, hepsi de ilahlık vasfına sahiptir” diye gizlice ders vermiş, “Yakup” adındaki bir şahsa da “İsa şüphesiz ki, insan ve cisim değildir, fakat o Allah’ın oğludur” diye tâlimde bulunmuş “Milkâ” adındaki üçüncü bir öğrencisine de “Tanrı olan ancak İsa’dır; onun ilâhlığı ebedîdir” diye telkinde bulunarak bunu kendisi hayatta bulundukça başkalarına söylememeleri ayrı ayrı gizlice tavsiye etmiş ve bunlardan herbirine benden sonra benim halifem, yerime geçecek olan ancak sensin diye söylemiş, kendisine talim ettiği inancıinsanlar arasında yaymasını da tenbih eylemişti. Bunu müteakip kendisi intihar etmiş, bu talebelerinden her biri onun müstakil olarak halifesi kendisi olduğunu iddia ederek meydana atılmış, aralarında ihtilaflar yüz göstermiş, herbirisi kendine telkin edilmiş olan bâtıl inancı bir liderlik mevkiinde bulunmak hırsiyle yaymaya başlamış; bunun neticesinde de “Nesturiye Yakubiye, Milkâiye” mezhepleri meydana çıkmış, İsevîler Allah’ın birliği inancından mahrum kalmışlardır. Bu hususa dair tefsirlerde ve mesnevîde mufassal malûmat vardır. “Nisa Sûresindeki ISJ’ncı âyeti kerimenin izahına da bakınız!.

§ Bu mübarek âyetler de: Yahudilerin, Hıristiyanların Üzeyr’i Mesih’İ Allah’ın oğlu tanıyarak onları tanrı edinmeleri hepsine isnat edilmektedir. Gerçek şu ki: Onların hepsi de bu inançta değildirler. Fakat içlerinden bir kısmı bu inançta bulunup bundan men edilemediği için bunun hepsine isnat edilmesi bir konuşma usulü gereğidir. Nitekim bir yerde bir iyiliğe veya bir kötülüğe bazı kimseler tarafından devam edildiği takdirde: O yer ahalisi, şu iyiliği veya kötülüğü yapıp durmaktadırlar deniliyor. Maamafih vaktiyle hepsinin de Öyle bir inanışta bulunup da daha sonra bu inançtan bir kısmının vaz geçmiş olmaları da düşünülebilir. Ve böyle birşeyin hepsine isnâdî, hepsinin de uyanık olarak o şeyden onu yapanları uyararak men’e çalışmalarına işaret hikmetine binaen de olabilir.

32. Onlar Allah Teâlâ’nın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah Teâlâ ise nurunu tamamlamaktan başka birşeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.

32. Bu mübarek âyetler, bir takım gayri müslimlerin İslâm dinine karşı ne kadar düşman olduklarını bildiriyor. Buna rağmen İslâm nurunun dâima ufukları aydınlatıp diğer dinlere galip geleceğini müjdelemektedir.Şöyle ki: (Onlar) O gayri müslimler, O Yahudi ve Hıristiyan önderleri (Allah Teâlâ’nın nurunu) İslâm dinini veyahut Allah’ın birliğini bildiren Kur’an’ı Kerim’i, Cenâb-ı Hak’kın eş ve benzerden uzak olduğuna ve Rasûlü Ekrem’in peygamberlik ve risaletine şahitlik edip duran delilleri, mucizeleri (agızlariyle) bâtıl lâkırdılariyle (söndürmek isterler.) öyle bir ebedîlik nurunun yok olmasını arzu ederler, öyle bir hakikat güneşini öyle üfürmeleriyle ortadan kaldırmak isterler. Ne kadar ahmakça bir gayret!. (Allah Teâlâ ise) o mukaddes (nurunu) bütün ufukları aydınlatıcı olmak üzere (tamamlamaktan başka birşeye razı olmaz) o hikmet sahibi Yaratıcı, kelime-i tevhid-i yüceltmeye, İslâm dinini güçlendirmeye muhalif olan şeyleri imha eder, herhalde ilâhî nurunun her tarafa yayılmasını irâde buyurur, aksini irâde buyurmaz. Herhalde İslâm dininin nurunu insanlık dünyasına vakit vakit daha fazla yayacaktır. (isterse kâfirler hoşlanmasınlar.) Bu ilâhî nurun öyle parlayıp günden güne ufuklara yayılmasını istemesinler. Onların bu düşmanlığına rağmen o apaçık nur fazlasıyla her tarafa yayılıp duracaktır. “Bir şem’iki. Mevlâ yaka bir veçhile sönmez.”

33. O bir Yüce Yaratıcıdır ki, Peygamberini hidayet ile ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlerin üzerine yükseltsin, isterse müşriklerin hoşuna gitmesin.

33. (O) Yüce Mabut (bir Yüce Yaratıcıdır ki. Peygamberini) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı (hidayet ile) insanlık için bir selâmet ve saadet rehberi olan Kur’an’ı Kerim ile (ve hak din ile) sırf hakikat olan İslâm dini ile, bütün insanlığın son ve en mükemmel bir Peygamberi olmak üzere (gönderdi ki onu) o İslâm dinini, kendisine muhalif olan bütün (dinlerin üzerine yükseltsin) diğer ilâhî dinlerinin de birçok hükümlerini bir hikmet ve menfaat gereği kaldırıp daha mükemmel hükmleri insanlığatebliğ buyursun, (isterse) İslâm dininin bu yücelmesi müşriklerin o insanlara ilahlık isnat eden, bu şekilde şirke düşmüş olan kâfirlerin (hoşuna gitmesin) bir takım bâtıl inançların merkezi olan kalpleri İslâmiyetin bu yücelmesiden dolayı zarar ve ziyanda olarak hüzn ve keder içinde kalsınlar, o İslâm’ın yücelmesi mutlaka gerçekleşecektir. Nitekim de öyle olmuştur, daha da olup duracaktır. “Düşmanların alçaklığı ettikçe tevali” “Eyler o ziya küsteri âfâk teali”

§ Evet… İslâm dini, her tarafa yayılmaya devam edip durmaktadır, İslâm dininin bütün dinler üzerine galibiyeti, yükselmesi aklen, ilmen sabit bulunmuştur. Herhangi bir din ile İslâmiyet arasında ilmî bir şekilde tarafsız bir karşılaştırma yapılacak olsa İslâmiyet’in hepsinden fazla akıl ve hikmete uygun, bütün insanlığın idaresine, selâmet ve saadetine yeterli bulunduğu pek güzel anlaşılır. Bir kere düşünmeli: İnsanları ihtilâfa düşüren, insanlara ataleti, miskinliği tavsiye eyleyen, insanlara, putlara ilahlık, mâbutluk isnat eden dinler ile bütün insanlığı bir kardeşlik dairesinde yaşamaya davet eden, insanlara adaleti, ihsanı, hayırseverliği emreyleyen, bütün insanların bir yüce mâbuda kulluk, arzında bulunup mukkaddesata hizmeti, insanlığı aydınlatmaya çalışması, meşrû şekilde iktisadî faaliyette bulunmayı tavsiye buyuran İslâm dini eşit görülebilir mi?. Elbette birçok milletler bu apaçık dini kabul etmişlerdir, birçok milletlerde ergeç bu yüce dini kabul edecektir. Gerçek şu ki: Bir takım din düşmanları; sırf bir düşmanlık sebebiyle İslâm dini aleyhinde bulunabilir, bu pek yüksek dinin ne kadar mukaddes; yüce olduğunu inkâra cür’et gösterebilir, müslümanlığın ilerlemeye mâni, asrın ihtiyaçlarını temine yetersiz olduğunu iddia edebilir. Fakat bunların bu haince çalışmaları sonunda akamete mahkum olur,kendileri de hem dünyada hem de ahirette belâlarını bulurlar, İslâmiyet nurları yine beşeriyet ufuklarını tenvire devam eder durur. “Ey mihri nübüvvet seni mümkün müdür inkâr!” “Pür şaşaadır nurun ile enfüs-ü âfâk.” İslâmiyetin ufuklara yayılmasını müjdeleyen Kur’an-ı Kerim’in nasıl bir ebedî mucize olduğunu daha güzelce anlamak için İslâm tarihine şöyle bir bakmalıdır. Malûm olduğu üzere Yüce Peygamberimiz, başlangıçta pek yalnız bir halde bulunuyordu, bütün çevrsi kendisine düşman kesilmişti. Arap yarımadası bütün müşriklerin elinde idi, diğer kıtalarda bütün kâfirlerin, müşriklerin, putperestlerin hâkimiyetleri altında bulunuyordu. Derken bir takım yüksek zekâlı zatlar İslâmiyet’in güzelliğini görerek İslâmiyet’e can attılar, Peygamberin fedakârlığına iştirâk etmeğe başladılar, düşmanlarının kuvvetleri, düşmanlıkları o kadar çok idi ki, o mübarek Peygamber, kendi vatanını bırakarak hicrete mecbur olmuştu. Fakat diğer bir muhitte, Medine’i Münevvere’de İslâmiyet parlamaya başlamıştı, müslümanların sayıları günden güne artıp duruyordu. Az zaman sonra bir hâle geldi ki, büyük bir İslâm ordusu meydana gelmeye başladı, Arap müşriklerin cezalandırmaya muvaffak olup Mekke’i Mükerreme’yi fethettiler. Kâbe’i Muazzama, müslümanların eline geçmiş bulundu. Daha sonra İslâm ordusu, bütün Arap yarımadasını fethetti, İslâm bayrakları Arap yarımadasının dışında da dalgalanmaya başladı, müslümanlar, Yahudi’leri Arap beldelerinden çıkardılar, Şam taraflarında hıristiyanlara galip geldiler. Suriye’de, Filislin’de, İrak’ta bulunan mecusîlere, putperestlere galip gelerek onların bulundukları yerleri de İslâm hâkimiyeti altına aldılar. Daha sonra İslâm orduları doğu ve batıya seferlerde bulunarak nice beldeler! fethettiler, İslâmiyet bir nice ülkelere yayıldı. Birçok zümreler İslâm şerefinenail oldu. İslâmiyet, maddî bir gücün baskısıyla değil, kendi mahiyetindeki çekicilik ve mükemmellik tesiriyle birçok kimselerin kalplerine hakîm olmuştur, dünyanın her tarafına yayılmaya başlamıştır. Mısır, Kuzey Afrika, İran ülkeleri İslâm hakimiyetine tâbi oldular, İspanya’ya, Hollanda’ya, İngiltere’ye, Ümit Burnuna, Hindistana, Çine diğer yerlere kadar İslâmiyet yayıldı. Buralarda milyonlarca insan, kendi arzutariyle İslâm dinini kabul etmiş bulunmaktadır. Müslümanlar vaktiyle insanlığa, medeniyete, ilm ve fazîlete olağanüstü bir şekilde hizmet ederek diğer milletlere alınacak bir örnek olmuşlardır. Bunu bugün birçok batı bilginleri de itiraf etmektedirler. Bu cümleden olarak bu bilginlerden “L. A. Sedillot” Paris’te basılmış bir eserinde şöyle demiştir: “Müslümanları ve onların bütün ortaçağ boyunca yeni medeniyet üzerine icrâ ettikleri tesiri unutulmaya mahkûm etmekte herhalde hususî bir maksat olsa gerek” İskenderiye mektebinde (Picrcoride’in göklere çıkarak methettiği tıbbî maddeler, ilmî şekliyle bir İslâm icadıdır. Kimyevî eczacılığı müslümanlar icat etmişlerdir. Bugün (Dispansa tolre) denilen ilâç maddeleri hakkındaki muazzam hükümler onlardan kalmıştır.” “İbni Sina tam altı asır boyunca mekteplere mutlak şekilde hakîm oldu. Beş kitaptan oluşan Kanun ismindeki eseri birçok defalar tercüme ve tab’edilerek Fransa ve italya Üniversitelerinde tedrisata esas alınmıştır.” Gerçekten de müslümanlar medeniyete, ilmi irfana çok hizmet etmişlerdir. Maalesef zaman zaman bir kısım müslümanlar, ihtiyatsız hareketlerde bulunmuşlar, aralarında zuhur eden ayrılıklar yüzünden ilerlemeleri duraklamaya uğramış, bazı mağlûbiyetlere mâruz kalmışlardır. Fakat bu da müslümanlar için bir terbiye ve uyanış dersi mahiyetinde bulunmuştur. Buna rağmen İslâmiyet’İn yayılması yine devam etmektedir. Hiçbir kuvvetin tesiri altında kalmaksızın birçokmünevver, hakikatları araştıran kimseler, İslâmiyet’i kabul edip durmaktadırlar. Özet olarak: Kur’an-ı Kerim’in müjdeler! tahakkuk ederek nasıl bir ebedî mucize olduğu bu şekilde de ortaya çıkmış bulunmaktadır, İslâmiyet daha fazla gelişecektir. Birçok yüksek zatların beyanına göre de sonunda Hz. İsa’nın inmesi ve Hz. Mehdinin çıkması ile İslâmiyet hâkimiyeti tamamen doğu ve batıyı kuşatacaktır. Bütün gayri müslimler ya İslâmiyet’i kabul edecek veya bir kısmı müslüman olacak, bir kısmı da müslümanlara cizye vermek mecburiyetinde kalacaktır. Bununla beraber maddeten olmasa bile İslâmiyet mânen bütün var olan dinlere galip olmuştur. Bunu bir kısım insaflı batı âlimleri de itirafa mecbur bulunmaktadır. Bu cümleden olarak “Marmadok” adındaki bir bilgin şöyle demiştir. “KUR’AN” en mükemmel bir ahlâk ve hukuk kitabıdır. Kur’an’ın tebliğ ettiği esastan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücut bulur. Yaratanın hukuku ile yaratılmışların hukuku ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir şekilde tarif olunmuştur. Bunu yalnız müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar. Cenab’ı Hak, cümle insanlığa insaf, uyanıklık ihsan buyurarak İslâm dinine kavuşmak nasip buyursun âmin. Fetih sûresine de bakınız!.

34. Ey imân etmiş olanlar! Yahudi bilginlerinden ve rahiplerinden birçoğu insanların mallarını elbette haksız yere yerler ve Allah’ın yolundan çevirirler. Ve o kimseler ki, altını ve gümüşü toplarlar da onları Allah yolunda sarfetmezler, artık onları acıklı bir azap ile müjdele.

34. Bu mübarek âyetler, ehli kitaba mensup bir takım din bilginlerinin dünya varlığına düşkün olup insanların mallarını birer bahane ile haksız yere ellerinden aldıklarını ve servetlerini hak yolunda sarfetmediklerinibildiriyor. Ve bu yüzden bir yakıcı azâba uğrayacaklarını kendilerine ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!) Ey hakikî müslümanlar!. (Yahudi bilginlerinden) kendilerine “ahbar” denilen musevî din âlimlerinden (ve) hırıstiyan olup ibadet için kiliselere kapanıp duran ve papaz ünvânını alan (rahiplerden birçoğu insanların mallarını elbette haksız yere yerler) yani: insanların mallarını rüşvet yolu ile, onlar aldatmak suretiyle ellerinden alır, o mallar ile kendileri istifâde etmek isterler. Meselâ: Bir takım dinî hükmlerde müsamaha gösterirler, insanların arzusuna uysun diye o hükmleri tevile ve değiştirmeye çalışırlar, bir takım kimseleri günahlarından kurtarmak bahanesiyle onlardan âdeta rüşvet almış bulunurlar. (Ve) O din adına rehberlik iddiasında bulunan şahıslar birçok kimseleri, saptırarak (Allah’ın yolundan çevirirler) onların İslâmiyet’i, hakikatı kabul etmelerine engel olurlar. Kendi kitaplarındaki bir takım mes’eleler! de bozarak ve değiştirerek insanların bir takım hakikatları olduğu gibi anlamalarını arzu etmezler. (Ve o kimseler ki) hangi bir milletten olursa olsunlar (altunu ve gümüşü) dünya servetini (toplarlar da onları Allah yolunda sarfetmezler.) Meselâ onların zekâtını vermezler, onları meşrû, lâzım olan cihetlere harcamazalr. (artık onları) öyle âdi, mallarını icabeden yerlere sarfetmekten kaçınan şahısları (bir azap ile müjdele) onlar öyle helâl ve haram demeksizin topladıkları malları yüzünden ahirette pek acıklı bir cezaya uğrayacaklardır. Bir kere bunu düşünmeli değil midirler?.

35. O günde ki, bunların üstü cehennemin ateşinde kızdırılıp onunla alınları, yanları ve arkaları dağlanır. İşte bu kendi şahıslarınız için hazine haline getirdiğinizdir, artık toplayıp biriktirdiğinizin tadını tadınız denilir.

35. O mallarından gereken harcamayı yapmayanlar (O gündeki) azabauğrayacaklardır, (bunların) Bu toplamış oldukları malların (üstü cehennemin ateşinde kızdırılıp) bir ateş parçası haline getirilir (onunla) o ateş parçasiyle, o malları toplamış olanların (alınları, yanları ve arkaları dağlanır) çünkü insanın haddızatında vücudu, yüzünden, iki tarafı ile arkasından ibarettir. İnsanların bütün varlığı esasen bunlar ile devam eder. Binaenaleyh bunların azap çekmesi, bütün vücudun azap çekmesin! gerektirir. Ve o azaba uğrayacak şahıslara denilir ki (işte bu) ateş parçası kesilen mallarınız, (kendi şahıslarınız için hazine haline getirdiğinizdir) yani: Bunlar kasalarınzda biriktirip zekâtını vermediğiniz, yerine sarf etmediğiniz servetinizdir ki, böyle bir hâle gelmiştir. (Artık toplayıp biriktirdiğinizin tadını tadınız) Evet… Onlara yarın ahirette denilir ki: İşte sizi saran bu yakıcı azap, sizin dünyadaki mallarınızdır ki, bakınız, bugün sizin için ne kadar bir cezaya sebep olmuştur. Kenz = Hazine, cem edilen, toplanılan, bir yere koyulan mal demektir. Define gibi. Buna “malı meknuz da” denir böyle bir malın zekâtı verilmezse, bu maldan hac gibi bir dinî vazife ifa edilmezse, bu maldan çoluk çocuğun nafakalarına sarfı icabeden miktar sarf edilmezse ve böyle bir mal ile gururlu bir vaziyet alınıp vatanın, vatandaşların menfaatine çalışılmaz ve özellikle böyle bir mal gayrı meşrû şekilde elde edilmiş bulunursa artık bunun hakikat açısından hiçbir kıymeti olamaz. Bilâkis sahibi için azaba, felâkete sebep olur. Artık böyle bir servet sahibi olmak için rüşvet gibi, hırsızlık gibi rezaletlerden kaçınmayan, hakikatları değiştirmeye çalışan, kendisini muhtaç olmadığı halde fakir göstererek zekât almak isteyen, dinî hükmleri yanlış göstermeğe cür’et eyleyen kimseler öyle ateşin azaplara uğrayacaklardır. Bunda şüphe yoktur. Kur’an’ı Kerim’in bu mübarek âyetleri başka milletlerin bir kısım kötü hallerini bize beyan buyuruyor ki, bizler deöyle gayri meşrû hallerde bukmmayahın, kendimizi ilâhî azaba mâruz bırakmayalım. Ne büyük bir ilâhî irşad!. Fakat meşrû şekilde kazanılan: Zekâtı verilen, hac için, çoluk ve çocuğun nafakaları için icabeden mikdarı sarfedilen bir mal ne kadar çok olsa da verilmiş bir kenz, bir servet sayılmaz. Bu övülmüştür. Nitekim: “İyi bir mal, iyi bir insan için güzeldir.” denilmiştir. Bu hususta şuna da riayet etmelidir ki: Elde edilen bir mal, sahibini gaflete, şehvete düşürmesin, dinî vazifelerini ifaya mâni olmasın, başkalarına karşı gumrlu bir vaziyet almasına sebebiyet vermesin, kalbini yüce düşüncelerden mahrum bırakmasın. Aksi takdirde o fazla mal ve servet sahibi için bir nimet değil, bir felâket sebebi olur. Cenab’ı Hak hayırlısını ihsan buyursun. Âmin…

36. Muhakkak ki, ayların sayısı. Allah Teâlâ’nın katında. Cenab’ı Hak’kın kitabında gökleri ve yeri yarattığı günden beri on ikidir. Bunlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, doğru bir hesaptır. Artık o aylarda nefislerinize zulüm etmeyiniz. Ve müşrikler sizinle toplu bir halde savaşta bulundukları gibi siz de toplu bir halde müşrikler ile savaşta bulunun ve biliniz ki. Allah Teâlâ muhakkak korunanlar ile beraberdir.

36. Bu mübarek âyet, kameri senelerin kaçar aydan ibaret olduğunu ve bunlara uymanın lüzumunu bildiriyor, bunlara riâyet etmeyenlerin sorumluluğuna işaret buyuruyor Şöyle ki: Ey insanlar!. Biliniz!. (Muhakkak ki, ayların sayısı. Allah Teâlâ’nın katında) onun mukaddes hükmünce, o kâinatın yaratıcısı olan (Cenâb-ı Hak’kın kitabında) lâvh-i mahfuzunda (gökleri ve yeri yarattığı günden beri on iki) aydan ibaret (dir) ilâhî hüküm bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu aylar ise Muharrem, Sefer, Reblülevvel, Rebiülahir, Cemâziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce, aylarından ibarettir.Bunlar ay yılını meydana getirmektedir. Toplam: (335) gündür. Bir de güneş yılı vardır ki, bunun müddeti de (365) gün ile bir günün dörtte biri kadardır. (Bunlardan) Bu kamerî aylardan (dördü haranı olan) aylar (dır) Onlar da: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Bunlara “eşhüri hürüm = haram aylar” denilir. (İşte bu) dört ayın haram kılınmış olması (doğru bir hesaptır) bir doğru yoldur, İbrahim Aleyhisselâm’ın takibetmiş olduğu bir ilâhî din yolundan başka değildir. (Artık o aylarda nefislerinize zulm etmeyiniz) Gerçek şu ki: Hiçbir vakit nefse zulm câiz değildir. Fakat bu haram kılınmış aylarda günâha girmek, bu ayların hürmetine de aykırı olacağından nefse daha ziyade zulüm olur. Bu aylar mademki, Allah katında fazlaca bir hürmete mazhardır, artık bunların bu hürmetine aykırı olarak bu ay larda’yapılacak günahların cezası da o oranda fazladır. Binaenaleyh bu hususa pek ziyade dikkat etmelidir. (Ve) Maamafih (müşrikler sizinle toplu bir halde savaşta bulundukları gibi siz de toplu bir halde müşrikler ile savaşta bulunun) o İslâm düşmanları herhangi ayda olursa olsun müslümanlara saldırdıkları takdirde müslümanların o haram aylara riâyet için elleri bağlı durmaları, o düşmana karşı cephe almamaları elbette uygun olamaz. Bu halde müslümanların da kendilerini müdafaa için o düşmanlara karşı savaşa başlamaları lâzım gelir. Bununla o aylara hürmetsizlik etmiş bulunmazlar. Bu bir zaruret icabıdır, bu Allah’ın dinine bir hizmet vazîfesidir. (ve biliniz ki. Allah Teâlâ muhakkak korunanlar ile) Allah Teâlâ’nın emrine riâyet edip ondan korkanlar ile zafer ve başarı ihsan etmek bakımından (beraberdir.) Hak Teâlâ Hazretleri daima öyle takva sahibi kullarını destekler, başarılı kılar.

37. Şüphe yok ki Nesî = Ertelemek, bir ayın hürmetini diğer aya bırakmak küfrde bir ziyadeliktir. Onunla kâfir olanlar şaşırtılır. Onu o tehir edileni bir yıl helâl, bir yıl da haramsayarlar ki, Allah Teâlâ’nın haram kıldığının sayısına uygun göstersinler de Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığını helâl kılsınlar. Onlar için kötü amelleri bezetilmiştir. Allah Teâlâ ise kâfir olan bir kavme hidayet etmez.

37. Bu âyeti kerime, bir takım kâfirlerin haram olan ayları değiştirdiklerini ve tehir eder olduklarını bildiriyor. Bu pek fazlasiyle kâfirce olan bir harekete cür’et edenlerin ise hidayetten mahrum kalacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: Bir hikmet sahibi mâbud olan Allah Teâlâ Hazretleri bir kısım ibadetleri ifa hususunda kamerî aylara uyulmasını emretmiştir, İbrahim Aleyhisselâm da, diğer Peygamberler de kamerî aylara riâyet etmişlerdir. Daha sonra Arap müşrikleri bu kamerî aylara uymayı terketmişler, bunlara riâyeti kendi dünyevî menfaatlerine aykırı görmüşler, bunun neticesi olarak Arabî aylarını ertelemeye ve öne almaya başlamışlardı. Kamerî aylara uyulduğu takdirde hac mevsimi bazen kısa, bazen da yaza tesadüf ediyordu. Kısa tesadüf edince ziyaretler azalıyor, ticaretleri sekteye uğruyordu. Yahut hac mevsimi yaza tesadüf edince Mekke’de kalmak mecburiyetini hissediyorlar, ticaret için dışarı çıkmalar! sonraya kalıyor, bu yüzden iktisadî menfaatleri azalmış gibi oluyordu. Bir de haram olan dört ayda savaşta bulunmak yasaklı, halbuki Arap kabileleri zaman zaman çarpışmadan kendilerini alamıyorlardı. Artık haram olan bir ayı helâl sayarak, o ayda savaşta bulunuyorlar, diğer bir ayı onun yerine bir haram ay sayıyorlardı. Bu cihetle aylar tehire bırakılmış, değiştirilmiş oluyordu. Bir de Ay yılı ile, Güneş yılını âdeta birbirine karıştınyorlardı, bu şekilde bir senenin müddeti Ay yılı üzerine artıyor, bunun neticesi olarak bazı seneler, onüç ay olmuş bulunuyordu. Artık hac ayı, bazen Zilhicce’ye, bazen da Muharrem’e veya Sefere vesaireye tesadüf ediyordu. Bir müddet sonra da yine Zilhicce’ye tesadüf etmiş bulunuyordu. Artık buaylarda böyle bir değişiklik vücude geliyor, Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığı aylara riâyet edilmiyor, hac vakitleri çok kere terk ve tehir edilmiş oluyordu. İşte böyle dünyevî menfaatler için Allah’ın emrini terkedenleri kınamak, hareketlerinin küfrü artırmağa sebep olduğunu beyan için şöyle buyuruluyor. (Şüphe yok ki. Nesi) yani: Ayları değiştirip tehir etmek, bir ayın hürmetini diğer bir aya bırakmak, meselâ: Belirli bir vakitte yapılacak hac vazifesini başka bir vakte nakil edivermek (küfrde bir fazlalıktır) çünki buna cür’et edeler zaten kâfir bulunuyorlardı, Cenâb-ı Hak’kın bu husustaki emrini dinlemeyip onun aksini yapmak da fazlaca bir küfür eseridir. Böyle yapanlar, ya Hak Teâlâ’nın emrini inkâr etmiş veya o emrin hikmet ve menfaata muvafık olmadığını iddia ile Cenâb-ı Hak’ka hâşâ cehalet isnat eylemiş olacakları için küfrleri kat kat olmuştur, (onunla) Öyle Allah’ın emrine muhalif olarak ayları tehir etmek ve değiştirmekle (kâfir olanlar, şaşırtıhr) onların sapıklıkları artar, Cenâb-ı Hak’kın emirlerindeki hikmetleri anlamaktan mahrum kalırlar, (onu) O tehir ettikleri ayı (bir yıl helâl, bir yıl da haram sayarlar) haram olan bir ayı helâl tanırlar, helâl olan bir ayı’ı da onun yerine haram telâkki ederler, aradan seneler geçtikçe ilâve ettikleri günler sebebiyle yine haram tanımış olduğu ayın haram bir ay olduğunu söylerler, (ki Allah Teâlâ’nın haram kıldığının sayısına uygun göstersinler) Dört haram olan ay’a muvafakatte bulunmuş gibi olsunlar (da) artık (Cenâb-ı Hak’kın haram kıldığını helâl kılsınlar) Bu cümleden olarak o hac yapılması icabeden ayları başka aylara tehir ederek böyle kendi kendilerine helâl ve harama hüküm versinler, (onlar için) O cahilce hareketlerinin bir cezası olmak üzere o (kötü amelleri bezetilmiştir) artık onu, güzel; faideli, takdire şayan birşey zannederek cüretleri artmıştır, daha ziyade azabı hak etmişlerdir. (Allah Teâlâ ise kâfirolan bir kavme hidayet etmez.) Onlar kendi kabiliyetlerini kötüye kullandıkları için sapıklığa düşmüş olurlar, kendilerini selâmet ve saadete kavuşturacak bir hidâyete nâil olamazlar. Bu âyeti kerime gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, yüce bir mabuddur, hikmet sahibi bir yaratıcıdır. Onun bütün dinî hükmleri hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Onu takdir ve tasdik etmemek, onun zıddını yapmaktan kaçınmamak en büyük bir sapıklık eseridir. İşte bir kısım ibadetlerin kamerî aylara göre yapılması hususundaki emri ilâhî de bu cümledendir.

§ Bu konudaki şer’î hikmet bir işaret olmak üzere şöylece izaha lüzum görülmüştür:

(l) Kamerî aylar, öteden beri on iki olup bunlar bir Ay yılını teşkil ederler. Bu aylar öteden beri olduğu gibi İslâm dininde de ibadetlere mahsus günleri, vakitleri kapsamak üzere muteber bulunmuştur. Bu, ilâhî emre dayanan, Hz. Peygamberin fili ile sabit, ümmetin icmai ile gerçekleşmiş bir durumdur. Bu cümleden olarak (…………………..) = Sana hilal şeklindeki ayları soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. (Bakara 2/189) âyeti kerimesi gösteriyor ki: İbadetler hussunda kameri aylar muteberdir. Ayın muhtelif safhalar göstermesi, insanlara ibadet zamanlarını ve özellikle hac vaktini bildirmek için açıkça bir alâmettir. Artık buna riayet edilmesi, bir hikmet ve menfaat gereğidir. Hikmete dayanan dinimiz, kamerî aylara bir ehemmiyet vermiştir. Ayın muhtelif safhaları sayesinde medeniler de. Bedevîler de ibadet vakitlerini tayine muktedir olurlar. Bu kamerî aylar ise on ikidir. Bunlar bir Ayyılını oluştumrlar. Bu senenin ilk ayı ise Muharremdir. Hz. Ömer, Radiallahu anhu, Rasûlü Ekrem Sallallahu aleyhi vesselem efendimizin hicret buyurdukaln senenin Muharrem’ini, müslümanlar için bir tarih başlangıcı olarak tesbitetmiştir. Hicrî tarih bu aydan başlamış bulunmaktadır.

(2) Cahiliye zamanında bu kamerî ayların vakitleri değiştirilmiş, savaşta bulunmak için haram olan bir ay, ileri veya geri alınmak suretiyle helâl sayılmış, helâl olan bir ay da haram gösterilmiş, yani: Dînen belirlenmiş olan günler, keyfî surette değiştirilmişti. İşte “Nesi” denilen bu hal, (………………………….) âyeti kerimesiyle büyük bir küfr sayılmıştır.

(3) İbadetlerde Berat Gecesi, Miraç Gecesi, Velâdet Gecesi gibi mübarek günlerde kamerî aylara uymanın teşrî hikmeti de biraz düşünme neticesinde pek güzel anlaşılır. Bununla beraber bir takım ibadetler, şer’an belirli vakitlere tahsis edilmiştir. Bunlar birer teabbudî emirdir. Bizim vazifemiz de bu emirlere olduğu gibi riayet etmektir. İsterse onların hikmetini bilmeyelim: Bir kulun kerem sahibi mâbuduna olan tam bir kulluğu, onun emirlerine uymaktan ibarettir. Yoksa onun şahsına ait faidelerini, kolaylıklarını düşünüp araştırmak o hususta kendi kendine değiştirme ve bozmaya cür’et etmek değildir.

(4) Oruç, hac farizesinin güneş yılına göre muhtelif aylara tesadüfü, insanlık hakkında ilâhî adaleti ilâhî rahmetin büyük bir tecellisi demektir. Düşünmeli ki, omç fârizesini her sene meselâ: Haziran ayında ifa etmekle mükellef olsa idik, kuzey yarım küredeki müslümanlar her vakit sıcak bir mevsimde ve uzun günlerde oruç tutacaklardı, güney yarımküredeki müslümanlar ise daima soğuk ve kısa günlerde bu vazifeyi ifa edeceklerdi. Tersine bu vazifeyi ifa, ocak ayına mahsus olsa idi, bu halde kuzey yarımkürede bulunan müslümanlar, pek kolaylıkla oruçlarını tutacaklardı, güney yarımküredeki müslümanlar ise her zaman güç bir vaziyette kalmış olacaklardı. Kerem ve hikmet sahibi olan mâbudumuz ise bu farizenin edası için kamerî aylardan olan Ramazan ayını tâyin buyurmuş olmakla bütün müslümanları ilâhî lûtfuna mazhar kılmış, her otuz üç küsur sene içinde iki yarımkürenin müslüman ahalisini nöbetleşerek kolaylığa nail buyurmuştur.

(5) Şunu da düşünmeli ki, oruç günleri gibi, Hz. Peygamberin doğum günü gibi mübarek günler, bütün dünya günleri, mevsimleri için iftihara vesile olacak pek feyizli, şerefli zamanlardır. Artık bu yüce zamanların birer feyizler devresi sayılmak şerefine nail olmak, her mevsim, hergün için pek istenen bir saadettir. Halbuki, bu feyizler devresi, Güneş yılı itibariyle belirli bir mevsime, bir güne tahsis edilmiş olsaydı insanlık dünyasının diğer mevsimleri, günleri bu nailiyet şerefinden mahrum kalmış olacaklardır. Ay yılı dikkate alındığı takdirde ise Güneş yıVarının bütün mevsimleri, günleri de bir nöbetleşme neticesi olarak bu yüceliğinin sonu olmayan şerefe mazhar olmaktadırlar. Bu ise mânevî bakımdan pek büyük bir gayedir, bir hikmet gereğidir.

(6) Maamafih insanlar bir hikmete binaen bir imtihan dünyasında yaşamaktadırlar. Bunların mükâfatları Cenâb-ı Hak’kın emirlerine uyarak o uğurda katlanacakları güçlükler ile mütenasip olacaktır. Nitekim

( ……………………………..) = amellerin en faziletlisi, en şiddetli olanıdır.) diye buyurulmuştur. Artıkoruç gibi bir ibadetin daima son bahara tesadüf etmeyip de diğer uzun veya sıcak zamanlara tesadüf etmesi de müslümanların daha ziyade sevaba nail olmalarına bir vesile olmuş olur. Her hakikî müslüman, üzerine düşen vazifeleri herhangi bir mevsime tesadüf ederse etsin, kerem sahibi Mabudunun emrine uyarak seve seve, bir neş’e içinde ifaya çalışır. Bu mânevî zevkten mahrum olanlar ise herhangi mevsime tesadüf ederse etsin o dinî vazifelerini ifaya yanaşmazlar. Artık onların bu hususta söz söylemeğe ne selâhiyetleri olabilir?. Cenâb-ı Hak, cümlemizi İslâm dininin yüce hükmlerini takdir ile onlara hakkiyle uymaya muvaffak buyursun. Âmin…

38. Ey imân edenler! Sizin için ne varki, size Allah yolunda seferber olunuz, denildiği zaman yere yığıldınız, kaldınız. Yoksa ahiret yerine dünya hayatına mı razı oldunuz. Halbuki, dünya hayatının metaı, ahiretin yanında pek az birşeyden başka değildir.

38. Bu mübârek âyetler, dünyevî menfaatler düşüncesiyle savaştan kaçınan müslümanları kınamaktadır. Hak yolundaki savaşların faidelerine işaret ederek müslümanları buna teşvik eylemektedir. Bu cihaddan kaçınanları azap ile tehdit ederek onların yerine başkalarının getirileceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey bir kısım İslâm erleri!. (Sizin için ne var ki) ne mâni mevcuttur ki (size Allah yolunda) İslâm dinî uğrunda (sefer ediniz) gazaya çıkınız (denildiği zaman) ağırlık gösterdiniz (yere yığıldınız, kaldınız) emre uyarak hemen savaşa hazırlanmadınız?. (Yoksa) Siz (ahirete bedel) öyle ebedî bir nimete karşlık (dünya hayatına mı razı oldunuz?.) bu dünya varlığına mı daha ziyade kıymet verdiniz. (Halbuki, dünya hayatının metaı) Dünyevî servetler, mevkiler (ahiretin yanında) uhrevî varlıklara menfaatlere göre (pek az) önemsiz (birşeyden başka değildir.) artık öyle ebedî nimetleri bırakıp da bu fanînimetlere böyle düşkünlük göstermek nasıl muvafık olabilir?.

§ İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre bu âyeti kerime Tebük gazvesi sırasında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Hicretin dokuzuncu senesi idi. Rum Kayseri nin emriyle Şam’da müslümanların aleyhine hareket etmek üzere bir ordunun toplanmış olduğu haber alınmıştı. Rasûlü Ekrem’in emriyle Medine’i Münevvere’den, Mekke’i Mükerreme’den ve diğer Arap kabileleri arasından bir hayli asker toplanarak Şam tarafına harekete karar verilmişti. Bu orduya Hz. Ebu Bekir bütün servetini vermişti. Hz. Osman da üçyüz deve yükü yiyecek ve bin altın bağışlamıştı. Bu ordu, Recep ayında Medine’den hareket ederek Medine ile Şam yolunun ortasında bulunan “Tebük” adındaki yere vardı. Etrafa korku vermişti. Bazı kabileler cizye vermek suretiyle müslümanların ahd ve emanına girdiler. Rum ordusu ise hareket edemez olmuştu, İslâm ordusu büyük bir şeref ve şan ile Medine’i Münevvereye dönmüştü. İşte bu Tebük seferine hazırlanırken bazı münâfıklar dedikodu yapmışlar, bu cümleden olarak münafıkların reisi olan Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl: “Muhammed Aleyhisselâm- Roma devletini oyuncak mı sanıyor, eshabıyle beraber onlara esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum.” demişti. Maamafih o vakit havalar pek sıcak idi, Medine’nin mahsulâtı vücude gelmişti, gidilecek yer ise uzakca idi, Rumlar ise fazla kuvvetli görülüyorlardı. Binaenaleyh bazı müslümanlar da, bu gibi sebeplerden dolayı ağırlık göstermiş, hemen sefere koşmamışlardı. Bunun üzerine bir teşvik ve kınama mahiyetinde olmak üzere bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Gerçek şu ki: Eshabı kiramdan birçokları mallarıyle, canlariyle bu sefere seve seve iştirâk etmişlerdi. Fakat umuma hitab edip debunlardan bir kısmının kastedilmesi, meşhur bir mecaz üslûbudur, bir konuşma usulûdur. Binaenaleyh bu husustaki hitap da her ne kadar umuma yönelik ise de bundan bir kısmı kasdedilmiştir.

39. Eğer seferber olmazsanız, sizi pek acıklı bir azap ile cezalandırır ve yerinize başa bir kavmi getirir ve siz ona hiçbir şey ile zarar veremezsiniz. Ve Allah Teâlâ herşeye tam mânâsıyla kadirdir.

39. Ey mü’minler!. Artık düşününüz!. (Eğer) siz, Hz. Peygamber’in emrine muhalefet edip de (seferber olmazsanız) Yüce Peygamber ile cihada çıkmazsınız, Allah Teâlâ (sizi pek acıklı bir azap ile cezalandırır) sizi ahiretin pek müthiş azâbına uğratır veya düşmanların ortaya çıkmasıyla veya kıtlık ve pahalılık ile veya yağmurların kesilmesiyle sizi helâke mâruz bırakır, (ve yerinize başka bir kavmi getirir.) Peygamberin emrine itaat edecek, ahireti dünyaya tercih eyleyecek bir kavmi İslâm şerefine nail kılar, (ve siz ona) Cenâb-ı Hak’ka veya onun Peygamberine, öyle cihatdan geri kalıp ağır davranmaktan dolayı (birşey ile zarar veremezsiniz.) onun dini yine yayılır durur, onun dinine hizmet eden nice zümreler vücude getirilir. Nitekim getirilmiştir, İslâmiyet’i kabul eden Yemen, Fars, Irak, Türkistan ahalisinin İslâmiyet’i kabul edip İslâm dinine olan hizmetleri malumdur. (Ve Allah Teâlâ herşeye tam manâsiyle kaadirdir.) Kendi mukaddes dinini herhangi bir vasıta ile yüceltebilir, her tarafa yayabilir. Evet… Rasûlü Ekrem’in mübârek hayatı da buna şahitdir. Cenâb-ı Hak onu ne kadar zatlar ile desteklemiş, onun dinini kıyamete kadar da destekleyecek ve koruyacaktır. Bir takım hainlerin bu yüce dine karşı görünürde veya gizlice düşmanca bir vaziyet almaları, bunun dünya çapında yücelmesine, ufuklara yayılmasına ebediyen mâni olamayacaktır. Cenâb-ı Hak dileyince İslâm dinini başkamilletler ile de teyit buyurur, onlarda İslâmiyet’e hizmete atılırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte de (………………………) ) buyurulmuştur. Evet… Allah Teâlâ dilerse İslâm dinini bu dine müntesip olmayanlar ile de destekler. Nitekim bugün de birçok müsteşrik yabancı âlimleri, İslâm dininin güzelliği, yüksekliği hakkında yazılar yazıyor, eserler yayınlıyorlar.

40. Eğer siz ona yardım etmezseniz muhakkak ki. Allah Teâlâ ona yardım etmiştir: O zaman ki, kâfirler onu çıkarmışlardı. O ikinin biri bulunuyordu. O ikisi mağarada bulundukları sıra, o vakitte ki, arkadaşına diyordu: mahzun olma, şüphe yok ki. Allah Teâlâ bizimle beraberdir. Artık Allah Teâlâ onun üzerine sekinetini indirdi ve bunu da görmediğiniz askerlerle destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah Teâlâ’nın kelimesi ise o en yüksektir. Ve Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.

40. Bu âyeti kerime, Eshab-ı Kiramı Rasûlullah’a yardım etmeğe teşvik etmektedir. Ve o Yüce Peygamberin daima Allah’ın yardımına mazhar olup bir nice görülmeyen kuvvetler ile desteklenmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Mü’minler!. (Eğer siz ona) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (yardım etmezseniz) Cenâb-ı Hak ona yardım eder, onu daima korumaktadır. (muhakkak ki. Allah Teâlâ ona) Evvelce de (yardım etmiştir.) Özellikle (o zaman) yardım etmişti (ki, kâfirler) Mekke’i Mükerreme’deki müşrikler (onu) o Yüce Peygamberi Mekke’den (çıkarmışlardı.) çıkmasına sebebiyet vermişlerdi, onu mübarek hayatına kastetmeğe karar vermişlerdi. (O) Yüce Peygamber (ikinin biri bulunuyordu.) biri kendisi, diğeri de arkadaşı ve eshab-ıı kiramının seçkini olan Ebu Bekir Hazretleri idi.(O ikisi) O mübârek Peygamber ile muhterem arkadaşı (mağarada bulundukları sıra) O Yüce Resûl (o vakitte ki) o muhterem arkadaşına teselli vermek için (diyordu:) Ey arkadaşım! (mahzun olma) Bana düşmalarımın bir zarar verebileceklerini düşünerek kalben üzülme (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bizimle beraberdir.) yani: O Kerem sahibi mâbudumuz, bizi dâima koruyacak ve muhafaza buyuracaktır. (Artık Allah Teâlâ) Rasûlü Ekrem’in bu müjdelediği şekilde (onun) Hz. Ebu Bekir’in (üzerine sekinetini) ona güven ve sükûnet verecek vadini (indirdi) kalbine ilham buyurdu. (Ve bunu da) Resûllerin sonuncusu olan bu Yüce Peygamberi de o sizin gözlerinizle (görmediğiniz askerlerle) yani meleklerle gerek bu mağarada ve gerek Bedir, Ehzâb, Hüneyin gibi savaşlarda (destekledi) artık bundan sonra da destekleyecektir. (ve) O Yüce Yaratıcı (kâfir olanların sözünü alçalttı.) onların müşrikce lâkırdılarını, başkalarını küfür ve şirke davete ait olan dırıltılarını veyahut Rasûlüllah hakkında yapacaklarını aralarında kararlaştırdıkları kötü hareketlerini, arzularını mahvetti, kendilerini mağlûp ve helâk etti, o çirkin emellerine kavuşamadılar. (Allah Teâlâ’nın kelimesi) Olan Yaratıcının birliğine, imana, İslâm dinini kabule (ise o en yüksektir.) o her şeyin üstündedir, ona hiçbir söz yücelikde eşit olamaz. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür) herşeye yegâne galip olan o’dur, onun kudreti herşeye fazlasıyla kâfidir. Ve o ezelî yaratıcı (hikmet sahibidir). Onun bütün emir ve tedbiri, hikmet gereğidir. Onun irâdesi, kudreti daima hikmet ve menfaatı kapsar bir şekilde tecelli eder. Buna imân etmişizdir.

§ Bu âyeti kerime, Rasûlullah’ın hicretini, onun nâil olduğu Allah’ın korumasını gösterdiği gibi Hz. Ebu Bekir’in de yüksek mertebesini göstermektedir. Çünkü onun Rasûlullah’a fevkalâde hizmetlerde, fedakârlıklarda bulunması Rasûlullah’ın hicretinde arkadaşı,yoldaşı bulunması, mağaradaki iki zâttan birisi olmak üzere Kur’an’ı Kerim’de gösterilmesi onun eshabı kiramı arasında en seçkin bir zat olduğuna delildir. Malûm olduğu üzere müslümanlığı kabul eden zatlar, Mekke’deki müşriklerin pek çok ezâ ve cefâsına uğramakta idiler. Bunların bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Bu sırada Medine ahalisinden olan Ave ve Hazrec kabileleri İslâmiyeti kabul etmiş, müslümanlara kucaklarını açmışlardı. Artık gerek Mekke’deki ve gerek Habeşistan’daki müslümanlar. Medine’ye hicret etmişlerdi. Mekke’de yalnız Peygamber efendimizle Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali gibi birkaç zat kalmıştı. Mekke müşrikleri İslâmiyet’in Medine’deki yayılmasını görünce endişeye düşmüşler, buna karşı bir çâre elde etmek için liderler! bulunan Kusayın, Darunnedve denilen hânesinde toplanarak istişarede bulunmuşlar, Ebu Cehlin görüşünü kabul ederek Rasûlü Ekrem’in hayatına kastetmeğe karar vermişlerdi. İşte bu sırada idi ki, Peygamber Efendimizin de Medine’ye hicret buyurmasına Allah tarafından müsaade olundu. Hz. Peygamber’in doğunun elli dördüncü ve milâdın (622) inci senesi idi. Sefer ayının son günlerinde Rasûlü Ekrem, bir gece saadet hânesinde kendi yatağına Hz. Ali’yi yatırmış, mübârek hânesinin etrafında dolaşıp kendisine suikastte bulunmak isteyen kâfirlerin üzerlerine bir avuç toprak saçmış, aralarından çıkıp bir tarafa gitmiş, o düşmanlarının kör olası gözleri ise o Yüce Peygamberin bu çıkıp gitmesini görememişlerdi. Rasûlü Ekrem, sonra Ebu Bekiri Sıddık’ın evine teşrif etmiş, onunla beraber hicrete izinli olduğunu müjdelemiş, onunla beraber geceleyin çıkarak Mekke şehrine bir saatlik bir mesafede bulunan “Sevr” dağına gitmişler, orada “Athal” denilen bir mağarada üç gün saklanmışlardı. Rasûlü Ekrem’in bu hicretinden haberdar olan müşrikler, o Yüce Peygamberi takibe başlamışlar, o mağaranın yanınagelmişlerdi, fakat bir harika olarak onun kapısını örümcekler kaplamış, güvercinler de orada yuva yapmış, yumurtlamışlardı. Artık müşrikler, orada kimsenin bulunamıyacağına kaani olup geri dönmüşlerdi. İşte bu sırada mağarada bulunan Hz. Sıddık, düşmanların öyle mağara etrafında dolaştıklarını görünce mahzun olmuş “Ya Rasûlüllah!. Beni öldürürlerse gam yemem ben bir şahısım, fakat senin mübârek hayatına kasdederlerse bütün ümmetin yok olmasına sebep olur, diye üzüntüsünü göstermişti. Fakat bunun üzerine Rasûlü Ekrem de ona teselli vererek: “gam çekme, Allah Teâlâ bizimle beraberdir” diye buyurmuştu. Rasûlü Ekrem Mekke’den çıkmadan evvel “Abdullah İbni Üreykıt” adında bir şahıs bir ücretle kılavuz tutulmuş, kendisine iki deve verilmiş, üç gün sonra bunlar ile mağaraya gelmesi tenbih edilmişti. Üreykıt belirlenen zamanda mağaranın yanına gitmiş, Rasûlü Ekrem de arkadaşıyla beraber mağaradan çıkarak bu develere binip Medine’i Münevvere tarafına yürümüşlerdi. Reblulevvelin ilk günleri idi, Medine’deki müslümanlar, Hz. Peygamber’in teşrif inden haberdar olarak karşılamaya çıkmışlar, büyük tezahüratta bulunmuşlar, kasideler okumuşlardı. “Kuba” köyüne yaklaşılmıştı. Rasûlü Ekrem üç gün Kuba’da kaldı, meşhur Kuba mescidini yaptırdı. Müslümanlar için ilk yapılan mescit o’dur. Sonra Medine şehrine teşrif etti, Halid Ebu Eyyubilensâri Radiallahü anhın hânesinde yedi ay kadar ikâmet buyurdu. Bu sırada Medine’i Münevveredeki Peygamber mescidi ile etrafındaki odalar yapılmış, Rasûlü Ekrem de bu odaları ikametgâh edinmişti. Mekke’i Mükerreme’den hicret eden eshâb-ı kirâma “muhâcirin” denildiği gibi bu zatlara yardım eden Medine’i Münevvere’deki müslümanlara da “Ensar-ı Kiram” denilmiştir. İşte Rasûlü Ekrem’in Medine’i Münevvere’ye hicret buyurmuş olduğu senenin Muharrem’i yılbaşı olmak üzere hicrî tarihin başlangıcı sayılmıştır.

41. Siz hafif ve ağırlıklı olarak cihada çıkınız ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihadda bulununuz. Bu, sizin için hayırlıdır. Eğer bilir kimseler oldunuz ise.

41. Bu mübarek âyetler, müslümanları herhalde cihada katılmaya teşvik ediyor ve özendiriyor, bir takım mazeretlerine binaen cihada iştirâk etmemiş olduklarına dair yalan yere yemin edeceklerin bu hallerini kınıyor. Bu gibi kimselerin halleri tamamen anlaşılmayınca cihada iştirâk etmemeleri için kendilerine verilen iznin uygun olmayacağına işaret buyuruyor. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Siz hafif ve ağırlıklı olarak cihada çıkınız) Yani: Size kolay gelsin gelmesin herhalde seferber olunuz. Fedakârlıkta bulunun, neş’eli olun olmayın, nakil vasıtaları bulunsun bulunmasın, gerek genç ve gerek yaşlı olun herhalde fevkalâde bir mâni bulunmadıkça cihaddan geri katmayın (ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihadda bulununuz) Yani: Mümkün oldukça böyle fedakârlıklardan çekinmeyiniz, böyle mal ile ve can ile cihad kâbil olmayıp yalnız biriyle kâbil olduğu takdirde o şekilde hareket edilmesi lâzım gelir. Meselâ: Bedenen cihada katılamayacak bir müslüman, malı var ise savaşa malıyle yardımda bulunmalıdır. (Bu sizin için hayırlıdır.) Yani: Böyle cihada atılmak, maddî ve mânevî bir nice faideleri içermektedir. Bu vatanın, İslâmiyet’in korunmasına hizmet eder. Uhrevî sevaplara vesiledir, (eğer siz) Bu faideleri düşünüp takdir eder, (bilir kimseler oldunuz ise) öyle hak yolunda mümkün olan fedakârlıkarı yapmaktan geri durmazsınız.

42. Eğer o, yakın bir ganîmet ve orta bir sefer olsa idi elbette sana tâbi olurlardı. Fakat o meşakkatli mesafe onlara uzak geldi ve az sonra Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir ki; eğer iktidarımız olsa idi elbette seninleberaber sefere çıkardık. Bunlar kendilerini helâk ediyorlar. Allah Teâlâ ise onların mutlâka yalancı kimseler olduklarını biliyor.

42. Resûlüm!. (Eğer o) Davet edildikleri şey (yakın bir ganimet) kolaylıkla elde edilebilir dünyevî bir menfaat olsa idi (ve orta bir sefer) ne pek uzak, ne de pek yakın olmayıp orta bir halde bulunmuş (olsa idi) ganimete ulaşmak arzusuyla (elbette sana tâbi olurlardı) o sefere iştirâk ederlerdi. (Fakat o meşakkatli mesafe) Kolaylıkla varılamayacak olan Tebük savaş alanı (onlara uzak geldi) o sebeple bahaneler yaparak bu sefere iştirâk etmediler, (ve az sonra) Tebük seferinden dönüşünüzü müteakip (Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir ki) biz bir Özür dolayısıyla geri kaldık (eğer iktidarımız olsa idi) o sefere bedenen katılmaya zamanımız, vücudumuz müsait bulunsa idi (elbette seninle beraber) o (sefere çıkardık) savaşa iştirâk ederdik, (bunlar) Böyle yalan yere yemin edenler, bu yüzden (kendilerini helâk ederler) kendilerini azabı hak ettirirler de bunu takdir edemezler.

Nitekim bir hadisi şerifte: (Yalan yere yapılan yemin, yurtları harabe yerine döndürür, felâketlere sebep olur. (Allah Teâlâ ise onların) O yemin edenlerin (mutlâka yalancı kimseler olduklarım bilir) onların bu sefere katılmaya muktedir olduklarını, bu hususta yalan yere yemin ettiklerni bilip cezalarını verir. Onlar bu yalan yere yeminleriyle kendilerini felâkete itiyorlar da bundan haberleri yok.

§ Bu âyeti kerime, Tebük savaşına katılmamış olan münâfıklar hakkında nâzil olmuştur.

43. Allah Teâlâ seni af etsin, ne için doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar beklemeden onlaraizin verdin.

43. Ey Yüce Peygamber!. (Allah Teâlâ seni affetsin) Sen Allah’ın affına, ilâhî korumaya daima mazharsın, ne için ihtiyatta bulunmadın ne için daha iyi ve daha üstün olan yavaş davranmayı tercih etmedin de o sefere katılmayaların yeminlerine itimatta bulundun?. (Ne için doğru söyleyenler) Malî, bedenî iktidarları olmayanlar, doğru yere mazeret ileri sürenler (sence belli oluncaya) güzelce anlaşılıncaya kadar (ve sen yalancıları) yalan yere yemin edenleri (bilinceye kadar) beklemeden (onlara izin verdin?.) Cihada katılmamalarına müsaade de bulundun?.

§ Bu müsaade haddızatında bir iyi niyete, bir yemin yapılmasına, bir ictihada mebni vâki olduğundan bir günah mahiyetinde değildir. Bilâkis daha iyi olanı terk kabilindendir. Zaten Rasûlü Ekrem Hazretleri günahlardan korunmuştur. Onun böyle af ile müjdelenmesi ise hakkında bir ilâhî iltifattır, bir tazim ve yüceltmekten ibarettir. Nitekim hürmete şâyân olan zatlara yapılan hitaplarda: Allah Teâlâ seni af etsin, seni ıslah eylesin, seni izzetli kılsın, senden razı olsun denilir ki, bu bir iltifattır ve söze başlamak (için söylenen) önsözdür.

44. Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunmak hususunda senden izin istemezler. Allah Teâlâ takva sahiplerini hakkıyla bilicidir.

44. Bu mübarek âyetler, müminler ile münafıkların arasındaki farkı gösteriyor. Müminlerin ne kadar fedakâr olduklarını, münafıkların da ne kadar imândan uzak, şaşkın bir halde bulunduklarını bildiriyor. Şöyle ki: Resûlüm!. (Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imân edenler) Bunları kalben tasdik eyleyenler (senden izin istemezler) cihada katılmak için birer bahane ileri sürerek, müsaade almak arzusunda bulunmazlar. Yahut cihada atılmak için o kadar arzuda bulunurlar ki, onu bir dinîvazife bildikleri için ayrıca bir müsaade istemeksizin hemen cihad sahasına atılırlar. Bu hususta onlar için bir ışaret yeterlidir. Nitekim Tebük savaşı sırasında Rasûlü Ekrem Efendmiz, Hz. Ali’ye Medine’de kalmasını emretmişti. Böyle cihada iştirâk etmemek Hz. Ali’ye pek ağır gelmiş, âdeta üzülmüştü Yüce Peygamber Efendimiz de ona teselli vermiş: “Ya Ali! İstemez misin ki, benim yanımda senin mevkiin. Musa’nın yanında Harun’un mevkii gibi olsun” diye buyurmuştu. Hz. Musa Aleyhisselâm Tür’a giderken kardeşi Harun Aleyhisselâm’ı kendi yerine kaymakam tâyin etmiş, yurdunda bırakmıştı. (Allah Teâlâ) ise o (takva sahiplerini) Cenab’ı Hak’kın emrine muhalefet etmeyip çabucak itaat gösterenleri (hakkiyle bilicidir) artık onları elbetteki, mükâfata nail buyuracaktır.

45. Senden ancak o kimseler cihada iştirâk etmemek için izin isterler ki. Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmazlar ve onların kalpleri şüpheye düşmüştür. Artık onlar o kuşku ve şüphelerinde tereddütlü bulunur dururlar.

45. Ya Muhammed!. Aleyhisselâm. (Senden ancak o kimseler) Bir özürleri bulunmadığı halde cihaddan geri kalmak için (izin isterler ki) onlar münafıklardır, zahiren müslüman görünürler, fakat hakikatı halde onlar (Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmazlar) onlar ne sevap isterler, ne de azaptan korkarlar, (ve onların kalpleri) imân hususunda (şüpheye düşmüştür.) onların kalpleri, vicdanları ilmî bir kanaate, sağlamlığa sahip değildir, (artık onlar) O kalplerinde yerleşmiş olan (kuşku ve şüphelerinde tereddütlü) şaşkın, ne yapacaklarını şaşırmış bir halde (bulunur dururlar.) onlar ne kâfirler ile beraber olurlar, ne de müminler ile. Onlar red ile kabul arasında tereddütlü buunurlar, hiçbirine kesin bir şekilde karar veremezler. O münâfıklar, nifak dolu bir kalb ile şaşkın şaşkın bir halde yaşarlar, İşte münafıkların halleri böylezelilce, cahilce olmaktan başka değildir.

46. Eğer cihada çıkmak isteseydiler, elbette onun için bir hazırlık bir kuvvet hazırlar idiler. Fakat Allah Teâlâ onların cihada çıkmalarını çirkin gördü de onları alıkoydu. Ve oturanlar ile beraber oturunuz denildi.

46. Bu mübarek âyetler, münafıkların cihada katılmak işlemediklerini, maamafih onların İslâm kuvvetlerine katılmaları, zarardan başka birşeye yarayamıyacağını bildiriyor. Nitekim onların evvelce de ne bozguncu arzularda bulunmuş olduklarını, buna rağmen hak teceli edip müslümanların başarılara nail olduğunu hatırlatıyor. Şöyle ki: Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi!. Münâfıklar bir özürleri bulunmadığı halde seninle beraber cihadda bulunmamak için senden müsaade isterler. (Eğer) Onlar cihada, Tebük seferine (çıkmak isteseydiler elbette) daha evvelce o cihad için (bir hazırlık) bir kuvvet, bir silâh vesaire (hazırlar idiler) böyle cihad zamanı gelince silâhımız, nafakamız yok diye mazeret bildirmelerine yer kalmazdı. Bunlar birer bahane!. (Fakat Allah Teâlâ onların cihada çıkmalarını çirkin gördü) Onların o ahlâk bozuluğu seebiyle İslâm ordusuna karışmalarına razı olmadı da (onları) yerlerinde korku ile; tenbellik ile (alıkoydu) hapsetti, onları o cihad şerefinden, sevabından mahrum bıraktı. Artık onlara: Siz de (oturanlar ile beraber oturunuz) siz de kadınlar, çocuklar gibi, hastalar gibi yerinizden ayrılmayınız (denildi) yani: Cenâb-ı Hak öyle takdir buyurmuş oldu, onların kalplerinde böyle cihaddan geri kalmak hırsı yüz gösterdi. Artık öyle şerefli bir cihada katılmaya muvaffak olamadılar.

47. Eğer sizin aranızda cihada çıkacak olsalardı, size bozgunluktan başka birşey arttırmış olmayacaklardı ve sizin aranıza fitne sokmak isteyerek koşar dururlardı. Ve sizin aranızda onları ziyadesiyle dinleyenler devardır. Allah Teâlâ o zâlimleri tamamiyle bilicidir.

47. Bununla beraber o münafıkların İslâm kuvvetlerine katılmamaları, müslümanların menfaatleri icabıdır. Çünkü Ey müslümanlar!. (Eğer) O münâfıklar (sizin aranızda) cihada (çıkacak olsalardı) size bir faideleri dokunmazdı, bilâkis (size bozgunluktan) şer ve fesattan (başka birşey arttırmış olmayacaklardı) onların yüzünden zarara uğrayacaktınız (ve) onlar (sizin aranıza fitne sokmak isteyerek koşar dururlardı) İslâm kuvvetlerini şüpheye, yenilgiye düşürmek için düşman kuvvetlerini çokca gösterirlerdi. İslâm ordusunun hareketlerini düşmanlarına bildirirlerdi. Ara yerde koğuculuk yaparak nice alçaklıkları işlerlerdi. (Ve) Halbuki (sizin aranızda) ey Müslümanlar!, (onları) O münâfıkları (fazlasıyla dinleyenler de vardır) onların ciddiyetine inanan saf kimsler olabileceği gibi onlara kıymet veren İslâm düşmanları da vardır. Bir takım casuslar da vardır ki, o münâfıklar vasıtasiyle elde ettikleri malûmatı gider düşmanlara haber verirler. (Allah Teâlâ o) gibi (zâlimleri) müminlerin arasına fitneler, şüpheler düşüren münâfıkları (tamamiyle bîlicîdîr) elbette ki, onları lâyık oldukları cezalara kavuşturacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.

§ Bu âyeti kerime, göstermiş oluyor ki: Müslümanların aralarında öteden beri bir takım münâfıklar, din düşmanları vardır. Bunlar görünşüte dost görünürler, müslümanlar ile beraber hareket eder gibi görünürler, sonra da bir takım saf kimseleri aldatmaya çalışırlar, kendilerini aydın, vatansever gösterirler. Halbuki, asıl maksatları, İslâm toplumunu perişan etmek, müslümanları dinden, vatanlarına bağlılıktan ayırmaktır. Artık böyle gizli düşmanları pek iyi anlamaya çalışmalıyız, onların yaldızlı sözlerine kıymet vermemeliyiz, ciddî meşrû bir şekilde çalışmamıza devametmeliyiz. O bedbaht düşmanlar da, ergeç lâyık oldukları cezaya kavuşacaklardır.

48. Muhakkak ki, onlar daha evvel fitne çıkarmak istemişlerdi ve sana işleri altüst etmişlerdi. Tâki, Hak geldi ve onların istememelerine rağmen Allah Teâlâ’nın emri yerini buldu.

48. (Muhakkak ki, onlar) O münâfıklar (daha evvel) Tebük seferinden önce: Uhud ve Huneyn savaşları sırasında (fitne çıkarmak istemişlerdi) İslâm ordusu arasına ayrılık düşürmeğe, bir takım engeller, musibetler meydana getirmeğe çalışmışlardı. Bu cümleden olarak Uhud savaşında münafıkların reisi olan “Abdullah İbni Übey” tam savaşa başlanıldığı sırada kendi gibi münâfıklar ile beraber savaştan kaçınmışlar, İslâm ordusunun geçici bir yenilgiye uğramasına sebebiyet vermişlerdi (ve) işte bu gibi hainler (sana) Resûlüm!, (işleri) savaşa ait muameleleri (altüst etmişlerdi) bir takım hileler ile eshâb-ı kiramı ihtilâfa düşürmüş, cihad işini müşkül bir durumda bulundurmuşlardı. Fakat onlar, maksatlarına nail olamadılar. (Tâki hak geldi) Cenâb-ı Hak’kın müslümanları desteklemesi, onlara yardımı tecelli etti (ve onların) o münafıkların (istememelerine) hoşlanmaz olmalarına (rağmen Allah Teâlâ’nın emri) İslâm dininin galibiyeti, şer’î şerifin yücelmesi (yerini buldu) o münâfıklar da eliboş ve ziyanda kaldılar.

§ Bu âyeti kerime, hem Rasûlullah’a, hem de müminler için bir teselli mahiyetinde bulunuyor. Buyurulmuş oluyor ki: Cenab’ı Hak, dinini herhalde yüce edecektir, müslümanları yaşatacaktır. İsterse, bunu istemeyen bir takım düşmanlar bulunsun. Cenâb-ı Hak, ehli imânı desteklemeğe her zaman kaadirdir. Buna inanmışızdır.

49. Ve onlardan “bana izin ver ve beni fitneye düşürme” diyen de vardır. Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir. Ve şüphesizki, cehennem, kâfirleri elbette kuşatmıştır.

49. Bu mübarek âyetler de cihada katılmamak için birer bahane ile izin elde etmek isteyen bir kısım münafıkların alçaklık halini ve müslümanlara karşı nekadar düşmanca davrandıklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Ve onlardan) o münâfıklardan (bana izin ver) Medine’de oturup durayım (ve beni) savaşa götürüp de (fitneye düşürme) canımı, malımı yok olmaya mâruz bırakma veya “ben herhalde cihada katılmayacağım bana bunu emredip de beni sorumlu hale düşürme” (diyen de vardır) onlar, ne kadar şaşkın kimselerdir!. Ey Müslümanlar!. (Haberiniz olsun ki, onlar) Böyle bir lâkırdıda bulunan münâfıklar (fitnenin içine düşmüşlerdir) böyle münâfık olmaları, emre muhalefet ederek cihaddan kaçınmaları, haddızatında kendileri için bir fitnedir, cezayı gerektiren bir harekettir. Onlar ise bunun farkında olamıyorlar. (Şüphe yok ki, cehennem) Öyle münâfıkları (kâfirleri) o kötü hareketlerinden dolayı her taraftan (kuşatmıştır.) Onların küfür ve nifakları, kendilerinin ebedî olarak azap çekmelerine sebep olduğu için onları şimdiden kuşatmış bir mânevî yakıcı azabdır. Yarın ahirette de mutlâka cehenneme atılacaklardır. Kendilerini cehennem ateşi her taraftan kuşatıp duracaktır.

50. Sana bir güzellik nasip olunca onları üzer. Ve eğer sana bir musibet dokunsa “biz muhakkak ki, tedbirimizi evvelce almış bulunduk” derler. Ve onlar sevinir bir halde geri dönerler.

50. O münâfıklar öyle kötü niyetli, düşman kimselerdir ki: Bazı savaşlarda (Sana) Ey Yüce Peygamber! (bir güzellik) bir fetih ve zafer, bir ganimet (nasip olunca) bu güzellik (onları üzer) pek fazla olan kıskançlıklarından, düşmanlıklarından dolayı kalben üzülür dururlar, (ve eğer) Bazı savaşlarda (sana bir müsibet) bir şiddet, bir sıkıntı (dokunsa)sevinirler (biz muhakkak ki) çok isabet etmişiz, birer bahane ile savaştan geri kalmak için (tedbirimizi evvelce) bu müslümanlara gelen şiddet ve musibetten önce (almış bulunduk derler) o münâfıkça hareketlerini tekdir etmiş olurlar. (Ve onlar) O münâfıklar: Müslümanlara gelen sıkıntıdan, kendilerinin cihada katılmamış olduklarından dolayı (sevinir bir halde) kendi arkadaşlariyle toplanmış oldukları yerden veya Hz. Peygamberin huzurundan (geri dönerler) halbuki, onlar bu münâfıkca hareketlerinden dolayı ne kadar müthiş bir felâketle karşı karşıya kalacaklardır, bunu asla düşünemiyorlar. Bu ne büyük cehâlet ve gaflet!.

51. Deki: Bize Allah Teâlâ’nın yazmış olduğu şeyden başkası isabet etmez. O bizim Mevlâmızdır ve mü’min olanlar artık Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler.

51. Bu mübarek âyetler, müslümanların aleyhinde çalışan münâfıkları ümitsizliğe sevk etmektedir. Müslümanların Allah’ın takdirine razı, Hak’ka güvenir olduklarını ve herhalde güzel âkibetlere nail olacaklarını bildirmektedir, münafıkların da mutlaka mağlûp ve perişan olacaklarını, onların yapacakları iyiliklerin Allah katında makbul olamayacağını ihtar eylemektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Müslümanlara isâbet eden bazı musibetlerden dolayı sevinen münafıklara (De ki: Bize Allah Teâlâ’nın yazmış) takdir ve lâvh-i mahfuzda tesbit buyurmuş (olduğu şeyden başkası isabet etmez.) bu bir ilâhî hükümdür, bir ilâhî hikmet gereğidir, bunu hiçbir kimse değiştiremez, bozamaz. (o) hikmet sahibi yaratıcı (bizim Mevlâmızdır) bize kendi canımızdan üstündür. Bizi koruyan bize zafer veren ancak o’dur, (ve mü’min olanlar artık) Bütün işlerinde (Allah Teâlâ’ya tevekkül etsinler) bütün işlerini o Kerem Sahibi Yaratıcının lûtfuna bırakmakla onun takdirine razı olsunlar, ondan başarılar beklesinler. İştemü’minlerin vazifesi budur. Çünki onlar, bilirler ki, Cenâb-ı Hak, mü’min kullarını ergeç başarılara, nimetlere nail buyuracaktır. Geçici bir ârızaya uğrasalar da bunun bir hikmet gereği olduğunu bilirler, kendilerini teselli eder ve bu kanaatlerinden dolayı da sevaba nail bulunurlar.

52. De ki: Siz bizim hakkımızda iki güzellikten birinden başkasını mı beklersiniz? Ve bizler ise size Cenab’ı Hak’kın katından veya bizim ellerimizle bir azabın isabetini bekliyoruz. Artık bekleyiniz. Biz de sizinle beraber bekleyicileriz.

52. Resûlüm!. O müslümalara isabet edip hoş görülmeyen bazı hallerden dolayı sevinen münafıklara (De ki: Siz bizim hakkımızda iki güzellikten) iki güzel sondan yani: Ya zaferden veya şehittikten birini görürsünüz, biz herhalde bu iki güzel sondan birine kavuşacağız. Siz bunların (birinden başkasınımı) biz müslümanlar hakkında (beklersiniz?.) Elbette beklemeye kâdir, selâhiyettar olamazsınız. (Ve bizler ise size Cenâb-ı Hak’kın katından) başkası sebebiyet vermeksizin gökten bir yıldırımın gelip isabet etmesi gibi bir şekilde (veya bizim ellerimizle) bizim öldürmemizle, esir etmemizle size (bir azabın isabetini bekliyoruz.) siz mutlaka bir azaba uğrayacaksınızdır. (Artık) Ey Münâfıklar!, (bekleyiniz) Bizim âkibetimizi, (biz de sizinle beraber) sizin kötü sonunuzu (bekleyicîlerîz.) herhalde takdir edilmiş olan sonlara kavuşulacaktır. Göreceksiniz ki, müslümanların akibeti sevinç verici olacak bir şekilde vücude gelecektir. Siz münafıkların âkibetleri de herhalde pek kötü olacaktır. Nitekim öyle de olmuştur. Arap yarımadasındaki o münâfıklar dağılıp yok olmuş, İslâm kuvvetleri bütün o havaliye hakîm bulunmuştur.

53. De ki: İster gönül rızasiyle ve ister gönülsüz verin, elbette sizden kabuledilmeyecektir. Çünki siz şüphe yok fâsıklar olan bir kavim olmuş oldunuz.

53. Resûlüm!. O münafıklara (De ki: İster gönül rızasiyle ve ister) kalben istemeksizin aldığınız bir emir sevkiyle (gönülsüz olarak verin) müslümanların yapacakları savaşlar için mallarınızı sarfetmek isteyiniz (elbette sizden kabul edilmeyecektir) bu malları müslümanlar almak istemiyeceklerdir veyahut bu yoldaki sarfiyatınız Allah katında makbul olmayacaktır. (Çünki siz şüphe yok fasıklar) zalim, inatçı, kâfirler (olan bir kavim olmuş oldunuz) artık sizin gibi bozguncuların, İnkârcıların öyle maddî sarfiyatının ne kıymeti olabilir?.

§ Rivayate göre bu âyeti kerime: Ced Bini Kays namındaki bir münafıkın bir teklifine cevap olarak nâzil olmuştur. Şöyle ki: Bu şahıs Tebük seferinde İslâm ordusuna iştirâk etmemiş, Rasûlullah’a hitaben “İşte bu benim malımdır, size buunla yardımda bulunayım, beni bırak” demiş, bu teklifi red için bu âyeti kerime nâzil olmuştur ki, bunun hükmü bütün bu gibi münâfıkları kapsar.

§ Bu âyeti kerimedeki fasıklardan maksat, o kâfir olan münafıklardır. Çünki ehli sünnet mezhebine göre bir mümin fasık bulunsa da yine güzel amelleri kabul olunur. Güzel amellerin makbul olmamasına sebep olan ise küfrden ibarettir. Nitekim şu âyeti kerime de bunu göstermektedir.

54. Onlardan verdikleri şeylerin kabul edilmesine mâni olan şey de onların Allah Teâlâ’yı ve peygamberini inkâr etmiş olmalarıdır ve onlar namaza ancak üşenici oldukları halde gelirler ve onlar ancak gönülsüz oldukları halde harcamada bulunurlar.

54. Bu mübarek âyetler, münafıkların yaptıkları harcamanın ne sebebe mebni kabul edilmeyeceğini beyan ile onların kötü hareketlerini teşhir ediyor. Ve öyle dinsizlerindünyada nail oldukları servetin, çoluk çocuğun hakikat açısından bir kıymeti olmayıp kendi haklarında birer azaba sebep olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlardan) O münâfıklardan görünürde müslümanlara bir yardım için (verdikleri şeylerin) Allah katında (kabul edilmesine mâni olan şey de) başka değil, ancak (onların Allah Teâlâ’yı ve Peygamberini inkâr etmiş) bu yüzden kâfir bulunmuş (olmalarıdır.) Kâfir olanların ise amelleri Allah katında makbul değildir, bazı amelleri, meselâ sadaka vermeleri dünyaca istif adelerine veya ahirette azaplarının kısmen veya geçici olarak hafifleştirilmesine sebep olsa da onların ebedî olarak azap çekmelerine sebep olamaz. (Ve onlar namaza ancak üşenici oldukları halde gelirler) onların öyle istemiyerek, bir ağırlık hissederek, tenbellikte bulunarak, sadece gösteriş için namaz kılmaları, onları küfürden kurtaramaz. Çünki esasen ilâhî bir emir icabı olduğuna inanılmaksızın kılınan bir namaz Allah katında makbul değildir. (Ve onlar) Bir sevap maksadiyle değil (ancak istemeyerek) kalben bir hayır arzusu ile olmaksızın, bir Allah rızasına kavuşmak niyetine dayanmış bulunmaksızın (harcamada bulunurlar.) Binaenaleyh bu harcama da onları küfrden kurtarmış olamaz. Öyle münafıkların bu harcamaları da kabule şayan olamaz. Çünkü bu harcama, ihlâsa, güzel bir niyete bağlı değildir.

55. Artık seni imrendirmesin onların ne malları ve ne de evlâtları. Allah Teâlâ ancak diler ki: Onları bununla dünya hayatında cezalandırsın ve onların kâfir oldukları halde canları çıkıversin.

55. (Artık) Ey Yüce Peygamberi. Ey İslâm Ümmeti!, (seni hayrete düşürmesin) hoşa gidecek, takdire şayan birşey imiş gibi bir anlayışa götürmesin (onların) o münafıkların, kâfirlerin (ne malları ve ne de evlâtları)bunların hakikat açısından bir kıymeti yoktur. Bunlar birer yavaş yavaş felâkete götürmek için verilmiş maldan, liyakatsiz olarak elde edilen fanî bir varlıktan başka değildir. (Allah Teâlâ) O mal ve evlada onlara vermiş olmakla (ancak diler ki, onları) o münâfıkları, kâfirleri (bununla) böyle elde etmiş oldukları fanî şeylerde (dünya hayatında azaplandırsın) bu servetleri, çoluk çocukları yüzünden onlara vakit vakit bir takım musibetler, meşakkatler, hoş olmayan haller, yüz göstersin, (ve onların kâfir oldukları halde canları çıkıversin) o kötü kanaatlarının, arzularının cezalarına kavuşsunlar.

§ Bu âyeti kerime, bizlere bir uyanma dersi vermektedir. Şöyle ki: Öyle çabucak yok olan, sahiplerinin uhrevî selâmetine faidesi bulunmayan dünya varlıklarının hakikat bakımından bir kıymeti yoktur, bilâkis bunlar çok kere uhrevî sorumluluğu gerektirerek sahiplerinin azap çekmelerine sebebiyet vermiş olur. Binaenaleyh bir takım dinsizlerin elde ettikleri bir takım dünya varlıklarına, mânevîyata aykırı ilerlemelerine bakıp da gıpta etmek lâyık değildir. Bu varlıklar onların çok kere dünyada da felâketlere uğramalarına sebep olacağı gibi, bu yüzden uhrevî azablara uğrayacakları da muhakkaktır. Bir cemiyet ancak dine, ahlâka hizmet etmeli, meşrû bir varlığa kavuşmak arzusunda bulunmalıdır, böyle bir ilerlemeyi sağlamaya çalışmalıdır ki, bu yüzden dünyada da ahirette de faidelere nail olsun…

§ İ’cab: Lûgatte hayrete düşürmek demektir. Teaccüp de: Şaşmak, hayrete düşmek, garip görmek demektir. İ’cab kelimesi ahlâk bakımından birşey ile sevinmek, birşey ile iftiharda bulunmak, kendisinde bulunan birşeyin, bir meziyetin dengine başkalarının sahip bulunmadığına kaani bulunmaktadır. Bu bir bencillik alâmeti olduğundan yerilmiş bir kanaattir. Nitekim bir hadisi şerifte şöylebuyurulmuştur:

İnsanı helâk edecek üç şey vardır. Birisi: Kendisine itaat edilen cimriliktir. İkincisi, kendisine uyulan hevâ ve hevestir. Üçüncüsü de bir kimsenin kendi nefsine mağrur olup onu başkalarından üstün görmesidir. İşte yüksek İslâm ahlâkı, bu gibi lâyık olmayan şeylere muhaliftir.

56. Ve Allah’a yemin ederler ki, onlar da muhakkak sizlerdendir. Ve halbuki, onlar sizden değildirler. Velâkin onlar korkudan ödleri patlar bir kavimdir.

56. Bu mübârek âyetler de münafıkların ne kadar yalan söylediklerini ve bir barınabilecek yer bulsalar hemen müslümanlardan yüz çevirerek oraya koşacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey Müslümanlar!. Sizi aldatmak için o münâfıklar yalan yere (Allah’a yemin ederler ki, onlar da muhakkak sizlerdendir) biz de sizin gibi İslâm dinine tâbi, mü’min kimseleriz, diye söylenirler. (Halbuki) Onlar yalan yere yemin ederler, (onlar) O münâfıklar, Ey müslümanlar (sizden değildirler) sakın onların sözlerine bakıp aldanmayınız. (Velâkin onlar) O münâfıklar kendi haklarında müşriklere yapılan muamelenin yapılacağından korkarlar da bu endişe ile (ödleri patlar bir kavimdir.) artık kendilerini kurtarmak için müslüman görünerek takva sahibi imişlercesine hareket ederler.

57. Eğer bir sığınılacak yer veya mağaralar veya girecek bir delik bulsalardı onlar koşar oldukları halde oraya dönerlerdi.

57. (Eğer) O münâfıklar, kendileri için (bir sığınılacak yer) dağ başı, kale veya ada gibi bir yer (veya mağaralar) yer altındasaklanılacak oyuklar (veya girecek bir delik bulsalardı) müslümanlardan kaçar (onlar koşar oldukları halde oraya) o buldukları yere (dönerlerdi.) Ey müslümanlar, onlar sizden yüz çevirir o buldukları yere sokulurlardı. Onların müslümanlar arasında yaşamaları başka sığınacak yer bulamadıklarından dolayıdır. Yoksa hakikaten müslümanlar olduklarından dolayı değildir. Artık müslümanlara düşen vazife de öyle din düşmanlarını tanımaya gayret etmektir, onların sözlerine, yalan yere dostluklarına aldanmamaktır. Öyle münâfıklar yüzünden İslâm âleminin vakit vakit en büyük zararlara, ayrılıklara düşmüş olduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşamaktır.

58. Ve onlardandır, sadakalar hususunda seni ayıplar olan şahıs da. İmdi kendilerine onlardan verilmiş olunca hoşnut olurlar ve eğer onlardan verilmezse o vakit kızarlar.

58. Bu mubarek âyetler de münafıkların nasiplerine razı olmayıp dünya hırsiyle ne edepsizce hareketlerde bulunduklarını, haklarında hayırlı olacak bir yola gitmediklerini bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve onlardandır,) o münâfıklar topluluğuna dahil kimselerdendir (sadakalar hususunda) ganimet mallarının ve diğer şeylerin hak kazanan müslümanlara taksimi hususunda (seni) yüzüne karşı (ayıplar olan şahsı da.) bu şahıs: Zülhüveysere veya Ebül Cevvaz denilen münâfıktır. Öyle bir edepsizlikte bulunan bir kimse, terbiyesiz münâfıklardan birisidir. Bu münafıkların hırsına bakınız ki, (İmdi kendilerine onlardan) o sadakalardan (verilmiş olunca hoşnut olurlar) bunu güzel bulurlar. (Ve eğer onlardan) o sadakalardan kendilerine (verilmezse o vakit kızarlar.) kendilerine neden hisse verilmedi diye hışım ve gazap gösterir, ayıplamaya cür’et ederler. İşte münafıkların kötü ahlâkı!. “Rivayete göre Beni Temim kabilesinden olup haricilerin reisi bulunan Zülhuveysire denilen bir şahıs Huneyn savaşına ait ganimetmallarının taksimi sırasında Hz. Peygamberin huzuruna girmiş, Rasûlü Ekrem, Mekke’i Mükerreme ahalisinin kalplerini kazanmak için kendilerine fazlaca ihsanda bulunuyordu. Bunu gören bu şahıs: Ya Rasûlüllah!. Adalette bulun diye söylenmiş, Rasûlü Ekrem de: Ben adâlet etmezsem ya kim adâlet eder, diye buyurmuştu. Hz. Ali bu şahsın boynunu vurmak istemiş ise de Peygamber Efendimiz müsaade etmemiştir. İşte bu âyeti kerime bu şahıs hakkında nâzil olmuştur. Diğer bir rivâyete göre de Ebül Cevvaz adındaki bir münâfık hakkında nâzil olmuştur. Rasûlü Ekrem’in sadakaları taksimini görünce: Bakınız, sadakaları çobanlara taksim ediyor diye söylenmiş, Rasûlü Ekrem de: Senin baban yoktur. Musa’da Davud’da çobanlıkta bulunmuş değil midirler, diye onu tekdir buyurmuştur. Yani: Çobanlık bir kusur mudur ki, çobanlar sadakaların taksiminden mahrum bırakılsınlar.

§ Lemz: Ayıplamak, kınamak, bir kimseyi yüzüne karşı ayıplamak, kaş ile göz işaretinde bulunmak mânâsınadır.

§ Hamz de sıkmak, bir kimseyi gıyabında ayıplamak demektir. Bunu yapana “hammaz” denilir.

59. Ve eğer onlar Allah Teâlâ’nın ve Peygamberinin kendilerine verdiğine razı olsalardı ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ bize yeter, Allah Teâlâ lütfundan bize verecektir Resûlü de. Muhakkak ki, bizler Cenâb-ı Hak’ka rağbet eden kimseleriz deselerdi elbette haklarında hayırlı olurdu.

59. (Ve eğer onlar) O münâfıklar (Allah Teâlâ’nın ve Resulunun kendilerine) sadakalardan verdiklerine -isterse- az bir miktarda olsun (verdiğine razı olsalardı ve) bununla beraber (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bize yeter) onun lûtuf ve keremi bizi yaşatmaya kifâyet eder deselerdi ve (AllahTeâlâ fazlından bize) ümit ettiğiniz, arzu ettiğimiz nimeti (verecektir. Resûlü de,) verecektir. Sadakalardan, ganimet mallarından ve diğerlerinden bize kifayet edecek miktarı ihsan buyuracaklardır, diye kendilerini teselli etselerdi ve (Muhakkak ki, bizler Cenâb-ı Hak’ka rağbet eden kimseleriz) o kerem sahibi Yaratıcı, bizi her bakımdan rızıklandırır, isterse sadakalardan bize bir hisse verilmesin (deseler idi elbette haklarında hayırlı olurdu.)

§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki hakikî müslümanlarda şu dört fazilet görülmektedir.

(1) Cenâb-ı Hak’kın takdirine, taksimine râzı olurlar. Çünkü Hak Teâlâ’nın adâlet ve ihsan sahibi olup zulümden hatadan yüce olduğunu bilirler.

(2) Kalben olan kanaatlerini lisânlariyle de açıklayarak Allah Teâlâ bize yeter, derler. Zira Kâinatın Yüce Yaratıcının azamet ve kudretine inanmış bulunurlar. Bunu itiraf ı bir vazife bilirler.

(3) Dünyada geçici olarak ihtiyaca, mahrumiyete düşseler de Kerem sahibi Yaratıcının kendilerini dünyada da ahirette de lûtuf ve keremine nâil buyuracağını düşünerek kendilerini teselli ederler. Çünki bilirler ki, mâruz oldukları haller birer hikmete dayanmaktadır. Bunlara karşı yapılacak sabrın sonu selâmettir.

(4) Bütün ibadetlerini, muamelelerini Allah’ın rızâsına kavuşmak temenisiyle yaparlar, sırf bir nimete, bir istikbal endişesine binaen yapmış olmazlar. Zira bilirler ki, insan için en büyük saadet, Allah’ın rızasına kavuşmaktır.

60. Sadakalar, ancak fakirlere ,miskinlere, onun üzerine memur olanlara, kalpleri telif edilmiş bulunanlara, azad edilecek kölelere, borçlulara. Allah yolunda cihada atılanlara ve yolculara Allah tarafından bir farize olarak mahsustur ve Allah Teâlâ pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.

60. Bu âyeti kerime, zekât gibi ganimet malı gibi muhtelif nevîlere ayrılan sadakaların kimlere verilip sarf edileceğini beyân ile bu husustaki taksimâta münafıkların itiraza selâhiyetleri olamayacağına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sadakalar) Muhtelif nevilere ayrılan zekât, öşür, ganimet malı gibi hak rızası için sarf edilecek mallar, sekiz sınıfa aittir. Bu mallar, birinci olarak (ancak fakirlere) yani: Geçimini temin edecek hiçbir şeye sahip olmayan yoksullara verilir. İkinci olarak (miskinlere) yani: elindeki malı idaresine kâfi gelmeyen kimselere verilir. Üçüncü olarak (onun) o sadakaların tahsili (üzerine memur olanlara) tahsildarlara verilir. Dördüncü olarak (kalbleri telif edilmiş bulunanlara) yani: İslâmiyet’i henüz kabul edip tam bir kalp kuvvetine sahip, sağlam bir inanca nâil olması arzu edilenlere veyahut sahip olduğu mevki itibariyle İslâmiyet’i kabul etmesi, başkalarının da İslâmiyet’ine vesile olacağı umulan kimselere verilir. Beşinci olarak (azad edilecek kölelere) yani: Bir bedel karşılığında azad edilmesi şart koşulmuş olup da o bedeli bulamayan ve mükâtep adını alan kölelerin azad edilmeleri için verilir. Altıncı olarak (borçlulara) yani: Bir günah uğrunda olmaksızın borçlandığı halde bunu ödeyebilecek fazla bir malı bulunmayan kimselere verilir. Yedinci olarak (Allah yolunda cihada atılanlara) yani: Fakir olan gazilere verilir. Sekizinci olarak da (yolculara) yani: Yanında bir malı bulunmayı? yurdundan ayrılmış olan misafirlere, hacılara verilir. Kısaca: Bu sadakalar (Allah Teâlâ tarafından bir farize) bir ilâhî emir, bir dinî gerek (olarak) bu sekiz sınıfa (mahsustur) bunlarda başkalarının bir hakkı yoktur. (Ve Allah Teâlâ pek iyi bilendir) bu sadakaların kimlere verilmesinin uygun olacağını, bunlara kimlerin lâyık bulunduğunu tamamiyle bilir ve o Yüce Yaratıcı (hikmet sahibidir.) işte bu sadakaların bu sınıflara tahsisi de onun hikmeti gereğidir.Artık buna kimse itiraz edemez.

§ Sadakaların bir kısmı farz olan zekâtlardır ki, bunlar yalnız fakir, miskin olan müslümanlara verilir, gayri müslimlere verilemez ve bir kimse zekâtını herhalde bu sınıflara taksime mecbur değildir, bunlardan bir kısım fakirlere verebilir. Eshab-ı kiramdan bir çoklarına ve İmamı Azam’a göre bu böyledir. Bir de İslâm’ın başlangıcında zekâtlar! tahsile ve fakirlere dağıtmaya memur tâyin edilen kimseler var idi, zekâttan onlara da bir miktar verilirdi. Bilahara Hz. Osman’ın hilâfetinden beri bu memuriyete son verilmiş, bu zekâtın verilmesi, bununla mükellef müslümanların kendi selâhiyetlerine bırakılmıştır. Artık her müslüman kendi zekâtını dilediği fakir bir müslümana verebilir. Bir de İslâmiyet her tarafa yayılmış, İslâm cemiyeti kuvvet bulmuş olduğundan artık müellifetülkulûp = kalpleri ısındırılmış denilen kimselere bir ihtiyaç kalmamıştır. Bunlara da sadakalardan bir hisse verilmesi icab etmemektedir. Ancak nâfile kabilinden olan sadakalar, müslümanlara da gayri müslimlere de verilebilir. Ve bu gibi sadaklar ile bir takım hayır kurumları da meydana getirebilir. Gazilere gelince bunlar da fakir bulunmadıkça farz olan zekât kendilerine verilemez. Bu Hanefî mezhebine göredir. İmamı Mâlik ile İmamı Şafiîye göre bunlara zengin olsalar da zekât verilebilir.

§ Sadaka, Allah Teâlâ’nın rızâsı için muhtaç olanlara vesaireye sarf edilen maldır ve yapılan yardımdır. Çoğulu sadâkattır. Sadakalar, bir sıdk ve sedâkat esridir, Cenab’ı Hak’ka karşı bir muhabbet ve sedâkat belirtisidir. Bu itibarla bu adı almıştır. Sadaka tabiri farz olan zekât içerdiği gibi nâfile, yani farz olmadığı halde sadece Allah rızası için, bir sevap kazanmak için verilen malları da, yardımları da içerir.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN