MAİDE SURESİ

61. Ve size geldikleri zaman “imân ettik” derler. Halbuki, onlar muhakkak inkârcı olarak girmişler ve muhakkak inkârcı olarak çıkmışlardır. Allah Teâlâ da onların gizlediklerini çok iyi bilendir.

61. Bu mübârek âyetler, münafıkların hallerini, hareket tarzlarını göstermekte ve onların selâhiyetli olan İlim sâhibleri, tarafından irşat ve ikâz edilmediklerini bildirmektedir. Şöyle ki: Habibim!. O münkirler, İslâm hükümleri ile alay etmeye cür’et ederler (Ve) onlardan ve Yahudilerden bir zümre (size) senin huzuruna veya seninle beraber müslümanların huzuruna (geldikleri zaman) gerçeğe aykırı olarak biz (imân ettik) İslâmiyeti kabul eyledik (derler. Halbuki, onlar) o münâfık kimseler (muhakkak) kalben (inkârcı olarak) huzurunuza (girmişler ve muhakkak) yine (inkârcı olarak) huzurunuzdan (çıkmışlardır) senden işitmiş oldukları en fâideli beyanlardan asla istifâde etmemişlerdir, yine küfürlerinde devam edip durmuşlardır. (Allah Teâlâ da onların gizlediklerini) onların küfr ve nifakını (çok iyi bilir) binaenaleyh onlar içlerindekilerini gizlemekle kendilerini Allah’ın azabının kâredici pençesinden kurtarmış olamıyacaklardır. Ne şiddetli bir ilâhî tehdit!.

62. Ve onlardan birçoklarını görürsün ki, günaha, düşmanlığa ve haram yemeğe koşarlar. Yaptıkları şey elbette ne kadar fena!.

62. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. Veya hitaba elverişli olan herhangi bir münevver müslüman!, (onlardan) O Yahudilerden ve münâfıklardan (bir çoklarını) gözünle veya kalp gözüyle (görürsün ki) onlar (günaha) harama, yalan söylemeğe, müşrikce lâkırdılara (düşmanlığa) zulüm ve tecavüze, (ve haram yemeye) başkalarının mallarına tecavüz etmeğe (koşarlar) bu gibi gayrimeşru hallere tam bir hızla girişirler. Onların böyle (yaptıktan şey ne kadar fena!.) onlar böyle verilmiş, ahlâk dışı şeyleri yapar dururlar, bunların mesuliyetini hiç düşünmezler.

63. Din bilginleri, fakihleri onları günah sözlerinden ve haram yemelerinden engellemeli değil midirler? İşledikleri şey elbette ne kadar kötü!.

63. Böyle sorumluluğu gerektiren, haram şeyleri yapanları kendilerinin (Din bilginleri) Rabbâniyyun denilen âlimleri ve ehbar denilen (fakihleri) hukuk âlimleri (onları) o söyleyip durdukları (günah sözlerinden ve haram yemelerinden engelleme!! değilmidirler?.) elbette bunlar o sözlerin o haram yemelerin çirkinliği, mânevî mesuliyetini bilirler. O halde ne için bu fenalıkları işleyenleri engelleyip onları irşada çalışmıyorlar?. İyiliği emir, kötülüğü yasaklamak en mühim bir ilmî vazîfedir. Bunu ifâ etmemek elbette İlim adamına lâyık olmaz. Artık o din bilginlerinin, o fâkihlerin (İşledikleri şey) o kötülükleri önleme vazîfesini terk (elbette ne kadar kötü) bir harekettir. Binaenaleyh din âlimlerine gerekir ki, insanları kötülüklerden alıkomaya gayret göstersinler. Bunu terk etmek, mânevî sorumluluğu gerektirir. Ya bu vazifenin ifasına mâni olmak daha ne kadar fazla mesuhyyeti gerektirir!. İbni Abbas Radiallahutealâ anhuma demiştir ki: Bu âyeti kerime, Kur’ân’daki en şiddetli bir âyettir. Âlimlerden Dahhâk da demiştir ki: Bence bu âyeti kerimeden daha korkunç bir âyet Kur’an’ı Kerim’de yoktur. Gerçekten de bu âyeti kerime ilmî, vazîfesini bir engel bulunmadığı halde terkeden her İlim sâhibi hakkında pek şiddetli bir tehdidi içerir bulunmaktadır.

64. Ve Yahudi taifesi: ‘Allah’ın eli bağlanmıştır” dediler. Bu dedikleriyle kendi elleri bağlandı ve lânet olundular. Hayır Cenab’ı Hak’kın iki eli de açıktır, dilediği gibi infakta bulunur. Ve and olsun ki, sana Rabbinden indirilmiş olan şey, onlardan bir çoğu için azgınlığı ve küfrü arttıracaktır ve biz onların arasına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakıverdilerse onu Allah Teâlâ söndürdü ve onlar yeryüzünde fesada koşarlar. Allah Teâlâ ise fesat çıkaranları sevmez.

64. Bu mübârek âyet de Yahudi tâifesinin kötü davranışlarını ve bu yüzden uğradıkları belâları, musîbetleri beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Yahudi taifesi) Bir nice günahları işlediler. Bu cümleden olarak (Allah’ın eli bağlanmıştır) yani: Hâşâ! Allah cimridir, tutucudur, cömert değildir, halka bol rızık vermez, ondan dolayıdır ki, bizleri ihtiyaç içinde bırakıyor (derler) rivâyete göre Cenâb-ı Hak, vaktiyle İsrail oğullarına birçok nîmetler vermişti. Vaktaki, isyan ettiler, Son Peygamber Hazretlerini inkâra cür’et gösterdiler, Cenâb-ı Hak da vermiş olduğu nîmetlerden onları mahrum bıraktı. Bunun üzerine “Finhas bini Azura” adındaki şahıs, Cenâb-ı Hak’ka böyle cimrilik yakıştırmasına cür’et etmiş, diğer Yahudiler de bunu inkâr etmiyerek bu cür’ete râzı olmuşlardır. Binaenaleyh bu kâfirce yakıştırma hepsine isnat edilmiştir. Nitekim bir kabileden bir şahıs birini öldürür de diğerleri buna râzı olurlarsa, o şahsı filân kabile öldürdü denilir. Yed; kelimesi ise kudret, nîmet, mülk, tasarruftan kinayedir. Malumdur ki, Hak Teâlâ Hazretleri cisimden, cisim olmaktan yücedir, onda el, ayak vesâire gibi mahlukata âit olan bir âzâ tasavvur olunamaz. Binaenaleyh “Yedullah = Allah’ın eli” denilince bundan Allah’ın kudreti Allah’ın tasarrufu gibi bir mânâ kasdedilmiş bulunur. Nitekim filân zât, bir vilâyeti bir eliyle idâre ediyor, denilir ki, bundan maksat, o zâtın mükemmel bir idare etme yeteneğine sâhip olduğunu ifadedir. Yoksa hakikaten eliyle idâre etmesi kasdedilmez, mümkün değildir. İşte câhil insanlar Cenab’ı Hak’ka öyle bir cimrilik, lûtufsuzluk isnâdına cür’et ettikleri için Hak Teâlâ hazretleri de bir bed’dua makamında olarak şöyle buyurmuştur: (Bu dedikleriyle kendi elleri bağlandı ve lânet olundular) yani: Bu kâfirce lâkırdıları sebebiyle onların elleri bağlansın, yerilmiş bir cimriliğe, bir miskinliğe, bir zilete düşsünler ve Allah’ın rahmetinden uzak bulunsunlar. Nitekim öyle de olmuştur. Fakat Cenâb-ı Hak, kerem sahibidir, dilediği kullarını her türlü nîmetlere nâil buyurur. Onun kudret ve kerem elleri öyle iddia edildiği gibi bağlı değildir. (Hayır -Cenâb-ı Hak’kın- İki eli de açıktır) yani: Hem dünyaya, hem de âhirete âit nîmetleri veya mahlûkatına ikram olarak veya istidracen (yavaş yavaş helâke yaklaştırmak için) verdiği nîmetleri sonsuzdur. O yüceler yücesi zâta asla buhl = cimrilik isnat edilemez. O kerem sahibi Yaratıcı, kullarına (dilediği gibi verir) bazı kullarını geniş bir geçime nâil eder, bazı kullarını da darlık içinde bırkır, bütün bunlar bir hikmet ve fayda gereğidir. (Ve andolsun ki) Yani: Habibim!. Bir olan yüce zatıma yemin ederim ki (sana Rabbinden indirilmiş olan şey) Kur’an-ı Kerim’in gerçeğin kendisi olan beyanları (onlardan) o kâfirlerden, inkârlardan (bir çoğu için tuğyanı) isyanı, haddi aşmayı (ve küfrü) İslâmiyet’i inkâr cür’etini (arttıracaktır) onlar o kutsî kitaptan faydalanamayacaklardır, ona karşı düşmanlık gösterecekleri için rezilce halleri artıp duracaktır. Bu hal, onların tabiatlarındaki bozukluğun gereğidir. Nitekim en güzel, en leziz, faydalı yemekler, sağlıklı olanların hayatlarını devam ettirmelerine sebep olduğu halde hasta olanların hastalıklarını arttırır, (ve biz onların) O Yahudi tâifesinin veya Yahudiler ile Hıristiyanların (arasına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık) onlar bu düşmanca hareketten uzak olmayacaklardır, onların kalblerinde, sözlerinde bir birlik, bir uyum bulunmayacaktır. Özellikle Yahudiler, Cebriye, Kederiye, Murcie ve Meşebbihe gibi mezheblere ayrılmışlardır. Hıristiyanlar da Milkaniye, Nesturiye, Yakubiye, Katolik, Protestan, gibi gruplara ayrılmışlardır. Bunlar birbirlerine kâfir der dururlar. Onlar (Her ne zaman) Hz. Peygamber’e ve diğerlerine karşı (savaş için bir ateş yakıverdilerse onu) o ateşi, harbi (Allah Teâlâ söndürdü) onları kahretti, zelli bıraktı, mağlûb düşürdü. Nitekim, vaktiyle Buhtun Nas’rin, Fetresi Rûmî’nin, Mecûsî kavminin daha sonra da, müslümanların mağlûbu olarak onların hâkimiyetleri altına sığınmaya mecbur kalmışlardı. (ve onlar) O din düşmanları dâima (yeryüzünde fesada koşarlar) onlar fırsat buldukça müslümanların aleyhinde hilekârca hareketlere koşuşurlar, cemiyetler arasında şer ve fitne uyandırmaya çalışırlar. Kendilerini böyle bozguncu hareketlerden geri alamazlar. (Allah Teâlâ ise) Öyle (fesat çıkaranları sevmez) onları arzularına nâil kılmaz, dâima onların fesat ateşini söndürerek kendilerini eliboş ve ziyâna uğramış bir halde bırakır. Onların uhrevî felâketleri de artık düşünülmeli!.

65. Ve eğer ehli kitap imân etseler ve sakınsalardı elbette biz onların günahlarını örter ve elbette onları nimetleri bol cennetlere girdirirdik.

65. Bu mübârek âyetler, hakikî bir imâna sâhip, ilâhî kitapların hükümlerine tâbi olacak olan ehli kitabın nice nîmetlere nâil bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve eğer ehli kitap) Olan kendilerine evvelce Peygamberleri vasıtasıyla ilâhî kitapların hükümleri beyan buyrulmuş bulunan Yahudi ve Hırıstiyan taifeleri, son peygamber ile ona indirilen Kur’an’ı Kerim’e (imân etseler ve) isyanlardan ve ilâhî kitaplara muhalefetten kaçınarak (ittikada bulunsalar) inançlarını, amellerini düzeltseler (elbette biz onların) vaktiyle cür’et etmiş oldukları (günahları) ne kadar büyük olsa da afeder (örter) o günahlar ile kendilerini sorumlu tutmazdık (ve) bununla beraber (elbette onları nîmetleri bol cennetlere girdirirdik) onların âhiretleri de sağlanmış olurdu. Çünki İslâmiyet’i kabul eden kimseler vaktiyle yapmış oldukları dinî kötülüklerden dolayı sorumlu tutulmayacaklardır. Kur’an’ı Kerim de Yahudilerin ve Hıristiyanların ehli kitap diye anılmaları, onların kötü hareketlerini ayıplamak ve kınamak içindir. Çünki kitaba ehliyet, Cenâb-ı Hak’ka, imânı, Allah’ın birliğini tasdiki, bütün yüce peygamberlere hürmeti, bütün semavî kitapların kabulünü gerektirir. Artık kendilerini ehli kitap diye tanıyan tâifelere yakışır mı ki o kutsî kitapların bir kısmını inkâr, bir kısmını da bozup değiştirsinler, onların ilâhî hükümlerine aykırı harekette bulunsunlar!.

66. Ve eğer onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve onlara Rab’leri tarafından indirilmiş olanı dosdoğru tutsalar idi elbette hem üstlerinden hem de ayakları altından yiyeceklerdi. Onlardan mutedil bir cemaat vardır. Onlardan bir çoğunun yaptıkları ise ne kadar fenâdır!.

66. (Ve eğer) O Yahudi ve Hırıstiyan taifesi, vaktiyle kendilerine indirilmiş olan (Tevrat’ı ve İncil’i) güzelce koruyup hükümlerine riâyette bulunsalar idi, bu kitapların bildirmiş olduğu son peygamber hazretlerini tasdik ederek onun gösterdiği hidâyet yolunu takip etselerdi (ve onlara) imân etmeleri için (Rab’ları tarafından indirilmiş olanı) semavî kitapların sonuncusu olan Kur’an-ı Kerim’e imân etselerdi, ve daha evvel Saya, Haykuk, Daniyel Aleyhimüsselâm, gibi zatlara indirilip Son Peygamber Hazretlerinin bütün insanlığa gönderileceğini müjdelemiş bulunan kitapları (dosdoğru) bozup değiştirmeksizin (tutsalar idi) bunların hükümlerini uygulayarak olsalardı (elbette) haklarında Allah’ın nîmetleri tamamiyle tecelli ederdi, (hem üstlerinden, hem de ayaklan altından yiyecekleri) Rızıkları fevkalâde geniş olacaktı, semâdan ve yerden taşıp duracaktı, ağaçları bol meyveler verecek, ekinleri pek ziyâde artacaktı, kendilerine her taraftan nîmetler gelecekti. Kendilerine vakit vakit bir takım ihtiyaçlar, musibetler, mücadeleler yüz gösterip durmayacaktır. Âhiretleri sağlanmış olduğu gibi dünyaları da mükemmel bir halde bulunacaktı. Halbuki onlar inkârlarında devam ettiler, bu yüzden Yahudiler bir müddet kıtlık ve pahalılığa tutuklular, Allah’ın eli bağlanmıştır, bize rızık veremiyor diye pek cahilce söz söylediler. Bununla beraber (Onlardan) o ehli kitapdan (mutedil) cahilce hareketlerinden sakınan, iktisada, itidale, şimei adalete riayetkâr (bir cemaat vardır) İslâm iy efe karşı düşmanlıkta bulunup durmaktan çekinirler, İslâmiyet’in hükümlerindeki yüceliği düşündükçe onun kutsiyetini İtiraf duygusu kendilerinde görünür, nitekim zamanımızda da bir takım müsteşrikler İslâmiyet’in hükümlerini inceleyerek onun güzelliklerini İtirafa mecbur olmaktadırlar. Ve bunlardan bazıları da vakit vakit İslâmiyeti kabul etmektedirler. Bu cümleden olarak Alman’lardan münevver bir zât, İslâmiyeti kabul etmiş, Almanya’da bir İslâm cemiyeti teşkil ederek bir cami ve bir kütübhâne tesisine de çalışmakta bulunmuştur. Malûm olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) zamanında da mutedil olan ehli kitaptan bir kısmı İslâmiyetin yüceliğini anlayarak onu kabul etmiştir. Yahudi’lerden Abdullah İbni Selâm ile arkadaşları ve Hıristiyanlardan hükümdar Necaşî ile birçok zâtlar bu cümledendirler. Bununla beraber ehli kitaptan bir çokları, İslâmiyet’in nurları gözleri önünde parlayıp durduğu halde buna iltifat etmiyorlar, bozulmuş, Allah’ın birliği inancına aykırı, bâtıl mezheplere tâbi bulunuyorlar. (Onlardan) Böyle (bir çoğunun) Keab binil Eşref ile arkadaşları gibi bir kısım Rum’lar gibi kimselerin (yaptıkları ise ne kadar fenâdır.) ne kadar hayret vericidir!. Onlar inada, kibire mağlûpturlar, Hak’ka ulaştıracak olan bir hidâyet yolundan yüz çevirmiş buunmaktadırlar. Fakat inançlı olanlar, yani amelde mutedil, doğruluk üzere harekete meyilli, başkalarının hukukuna tecavüzden kaçınır bulunanlar böyle değildirler. Onların iyilik ister ihtarlar! kabüle yetenekleri vardır.

67. Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirilmiş olanı tebliğ et. Ve eğer yapmaz isen onun risâletini tebliğ etmiş olmazsın. Ve Allah Teâlâ seni insanlardan korur. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.

67. Bu mübârek âyetler, İslâm dinini yayma ve insanliği irşat için, dinî hükümlerini insanlara tebliği lüzumunu söyler bulunmaktadir. Şöyle ki: (Ey Peygamber) Ey insanlara Allah’in hükümlerini tebliğe memur olan son peygamberi. (Sana Rab’binden) Senin işlerine sâhip olan, seni lâik olduğun olgunluklara eriştiren Yüce Yaratiçindan (indirilmiş olani) Kur’an’i Kerim’in hükümlerini, emirlerini, yasaklarini bütün etrâfinda bulunan halka ve eli kitaba (teblîg et) onlara bildir, onlarin irşâdina çalış, onlari kabule dâvet et, onlarin İçinde mutedil olanlarin irşâdina çalış, onlari kabule dâvet et, onlarin içinde mutedil olanlarin azliğina fasiklarin çokluğuna bakma, onlardan korkma, sabir ve sebat et (Ve <eğer yapmaz isen) tebliğine memur olduğun şeylerin hepsini lâyik olduğu üzere onlara bildirmezsen (onun) O Yüce Yaratiçinin sana tevdi etmiş olduğu (risaleti) dinî hükümleri halka (tebliğ etmiş olmazsin) çünki tebliği lâzim gelen hükümlerden bir kismini tebliğ etmemek, sanki hiçbirini tebliğ etmemek gibi peygamberlik vazîfesine aykiri görülür. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Allah Teâlâ seni insanlardan korur) Muhafaza eder, onlara dinî hükümleri tebliğden dolayi endişeye düşme, senin yardimcin, koruyucun Yüce Allah’tir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.) Öyle kendi tercihlerini kötüye kullanarak küfürlerinde israrli bulunanlar Allah’in hidayetine nâil olamazlar, buna lâik değildirler. Artik Resûlüm!. Onlar sana bir zarar vermeye kâdir olamazlar, onlardan korkmaya asla mahal yoktur. Rivâyete göre vaktiyle bir kısım zatlar, Rasûlü Ekrem Hazretlerinin etrafında koruyucu bir vaziyette bulunuyorlardı. Bu âyeti kerime nâzil olunca: Rasûlü Ekrem Hazretleri: Beni Cenâb-ı Hak koruyacaktır, artık sizin muhafazaya devamınıza lüzum yoktur diyerek o zatları serbest bırakmıştır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, Yüce Peygamberini korumuş, vaktiyle bütün çevresi kâfirler ile dolu olduğu halde bunlar kendisine su’ikasde muvaffak olamamışlardır.

68. De ki: Ey ehli kitap! Tevrat’ı ve İncil’i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı uygulayıncaya kadar hiç bir şey üzerinde değilsinizdir. Ve yemin olsun ki, sana Rabbinden indirilmiş olan, onlardan birçoğu için azgınlığı ve küfrü arttıracaktır. Artık o kâfirler olan kavim üzerine üzülme…

68. Habibim!. Onlara (De ki: Ey ehli kitap!.) Ey Yahudi ve Hıristiyanlar taifesi!. (Tevrat’ı ve İncil’i) uygulamadıkça, yani: Onları korumaya gayretle, onlardaki açıklamalara uymadıkça, ve bu cümleden olarak onlardaki son peygamberin peygamber olduğuna dâir delilleri ve şahitleri tasdik etmeye acele etmedikçe (ve size Rab’biniz tarafından) son bir semavî kitap olarak (indirilmiş olanı) Kur’an-ı Kerim’i (ikâme edinceye kadar) onu tasdik onun hükümlerine riâyet edinceye değin (hiç bir şey üzere değilsinizdir) Allah katında makbul, şey denilmeye lâik bir dine girmiş olmazsınız. Bununla beraber mukaddes zatıma (yemin olsun ki, sana Rab’binden indirilmiş olanı) Kur’an-ı Kerim’i, onun mübârek beyanları (onlardan) öyle nefsanî havalara tâbi, hakikatları görüp işitmekten kaçınmış olan kavimlerden (bir çoğu için) fâide vermeyecektir. Öyle yeteneklerini kötüye kullanan şahıslar için (azgınlığı) inadı, kibiri (ve küfrü arttıracaktır) onların birçok bilginleri, reisleri dünya varlığına tapıp duracaklar, onlar Kur’an’ı Kerim gibi en kutsî bir ilâhî kitabı ve onu Cenab’ı Hak’tan vahy yoluyla almış olan son peygamberi inkâr ederek kat kat inkâr ve kibirlenme duygusuna kapılacaklardır. (Artık) Ey merhametli Resûlüm!, (o kâfirler olan kavim üzerine üzülme) Onların bu fenâ hallerinden dolayı mahzun, üzgün olma, onların bu küfr ve azgınlıklarının cezâsı, mesuliyeti kendilerine aittir. Bunlar selâmet ve saadete nâil olma yeteneğini kendi elleriyle kaybetmiş kimselerdir. Elbette lâyık oldukları bir feci âkibete kavuşacaklardır. Cezâ amelin cinsindendir.

69. Muhakkak o kimseler ki, imân ettiler ve o kimseler ki, Yahudi bulundular ve Sabi’iler ile Hıristiyanlar bunlardan her kim Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etmiş ve salih amelde bulunmuş ise artık onların üzerine bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.

69. Bu mübârek âyet de Allah’ın rızâsına uygun şekilde imân ve amel etmiş olan milletlerin azap korkusundan emin, hüzün ve kederden uzak olacaklarını şöylece müjdelemektedir: (Muhakkak o kimseler ki) Hakikaten veya görünüşte lisânlariyle (imân ettiler) müslüman olduklarını ikrar ve itirafta bulundular (ve o kimseler ki, Yahudi bulundular) Yahudiliğe dahil bulunmuş oldular (ve Sabiiler ve Hıristiyanlar) denilen iki tâife bilmelidirler ki: (bunlardan her kim) Herhangi fert herhangi tâife (Allah Teâlâ’ya) onun birliğine, yaratıcılığına, büyüklük ve kudretine, bütün dinî hükümlerinin tam bir hikmet ve fayda olduğuna gerektiği şekilde inanmış (ve âhiret gününe imân etmiş) bütün insanlığın öldükten sonra yeniden hayat bularak bir ebediyet âlemine gideceğine dünyadaki hallerine göre o sonsuzluk âleminde mükâfat ve cezâ göreceklerine kalben ve lisânen kani olmuş ve inanmış (ve salih amelde) hakikî bir imânın gerektirdiği şekilde günahları bırakıp namaz, oruç, hac gibi herhangi güzel bir ibâdet ve itaatta, Allah’ın yarattıkları hakkında şefkat ve yardımda (bulunmuş ise artık onların üzerine) bu imân ve salih amelde bulunan zatlar için (bir korku yoktur) küfr ve isyan ehlinin korkacakları, pişmanlık duyacakları âhiret gününde, o ebedî hayat âleminde bu mü’min, salih kullar, rahat bir halde yaşayacaklardır. Nice nîmetlere nâil olacaklardır. Binaenaleyh her düşünen insan için lâzımdır ki, hakikî bir imân ile, güzel bir amel ile hayatını devam ettirerek istikbalini hakikî bir şekilde sağlamaya muvaffak olsun. Demek ki, Sabi’iler ve diğer dinsizler gibi pek bâtıl inanç sâhipleri bile inançlarını düzelterek hakikî bir dine, güzel bir amele muvaffak olunca başarı ve kurtuluşa nâil oluyorlar. Vaktiyle yapmış oldukları isyanları af ediliyor ve örtülüyor. Artık öyle kimseler için lâzımdır ki, bir gün evvel tövbe edip af dileyerek İslâm dininin sahasına atılsınlar, Allah’ın affına ilticâda bulunsunlar. “Fıskı ne ziyan eyler hayr olsa serencamı?.”

§ Sabi’i: Meşhur bir dinden diğer bir dine çıkan kimse demektir. En büyük bir sapıklık içinde kalmış, bütün dinlerin dairesinden çıkmış olan bir kavme “sabiin” adı verilmiştir. Bir görüşe göre bunlar meleklere ibâdet etmekte ve kıbleden başka bir tarafa yönelerek namaz kılmakta bulunmuş bir kavimdir. Kamusülalam’da yazıldığına göre: Bunlar esasen yıldızlara ibâdet etmekten ibâret bir mezhebe tâbi bir cemaattır. Aslında Süryanî ve Gildanî cinslerine mensup idiler, sonra araplaşmışlardı. Merkezleri Harran idi. Abbasî Hilâfeti zamanında bunlardan bir çok doktorlar, âlimler yetişmiştir. Bugün Hille ve Kerbelâ taraflarında bazı fertleri mevcuttur. Bakara sûresindeki (63.) âyetin tefsirine müracaat!.

70. Yemin olsun ki, biz İsrail oğullarının misâkını aldık ve onlara Peygamberler gönderdik. Her ne vakit onların nefislerinin arzusuna uymayan bir hüküm ile onlara Peygamber geldi ise onlardan bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.

70. Bu mübârek âyetler, İsrail oğullarının sözlerine riâyet etmeyerek ne kadar basîretsizce, gâfilce yaşamış olduklarını şöylece beyan buyurmaktadır. İlâhî zatıma (Yemin olsun ki. İsrail oğullarının misâkını aldık) onlara rehber olacak bir akıl gücü verdik. Yüce Allah’ın birliğine inanacak ve tasdik edecek bir kabiliyet ihsan eyledik, mükellef oldukları şer’î hükümleri takdir eyleyecek bir zekâya sâhip kıldık, bu hükümlere dâir deliller ortaya koyduk (ve) bundan başka da (onlara) İsrail oğullarına birçok (Peygamberler gönderdik) onları hidâyet ve saadet yoluna sevketmeğe çalışıp durdular, fakat (her ne vakit onların) o İsrail oğullarının (arzusuna) nefislerinin fesada yönelik arzusuna (uymayan bir hüküm ile) bir şer’î emir ile (onlara Peygamber geldi ise) onun tebliğatını kabul etmediler, o yüce zâta karşı cephe aldılar, (onlardan) O gelen Peygamberlerden (bir kısmını tekzib ettiler) peygamberliğini inkâr eylediler (bir kısmını da) tekzib ile yetinmeyip (öldürdüler) Zekeriya ve Yahya Aleyhimesselâm gibi muhterem Peygamberleri şehit eylediler. Hz. İsa gibi, Son Peygamber Hazretleri gibi Yüce Peygamberlerin de mübârek hayatlarına sui’kasitte bulunmuşlarsa da emellerine nâil olamamışlardır.

71. Ve sandılar ki: Bir fitne olmayacaktır. Artık onlar kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah Teâlâ tövbelerini kabul buyurdu, sonra onlardan birçoğu yine kör ve sağır kesildiler. Allah Teâlâ ise ne yaptıklarını hakkıyla görücüdür.

71. (Ve) İsrail oğulları (sandılar ki”) yaptıkları inkârladan, cinâyetlerden dolayı kendilerine (bir fîtne) bir belâ ve azap gelmiş (olmayacaktır) onlar kendilerini hâşâ Allah’ın oğulları, dostları sanıyorlardı, “Tevrat’ın hükümleri kalıcıdır, yeni bir şeriat gelmeyecektir” diyorlardı. (Artık onlar kör) Dinin hükümlerini, fazîletlerini takdirden âciz, inkâr ve fesada düşkün bir halde kaldılar, (ve sağır kesildiler) Hakikatları, Peygambelerin tebliğlerini işitip gereği ile amel etmek kâbiliyetinden mahrum bir halde yaşadılar, kıtlık ve pahalılığa uğradılar, Bâbil esâretine düştüler, pek uzun bir müddet Buhti Nusser’in zulmü altında zelilce bir hayat sürdüler. (Sonra) Cenâb-ı Hak lütfetti, İran krallarından birisi Beyti mukaddese hâkim olarak İsrail oğullarını esaretten kurtardı bir derece hallerini düzelttiler, geçmişteki hareketlerinden dolayı pişmanlık gösterdiler, bu bir nevi tövbe idi. (Allah Teâlâ) da bu (tövbelerini kabul buyurdu) onları vatanlarına döndürdü, yeniden nîmetlere nâil buyurdu. Fakat (sonra onlardan birçoğu) yine ilâhî dininin hükümlerine muhâlefete başladılar, başlarından geçmiş olan felâketleri unuttular, nefislerinin arzusuna uydular, buzağıya bile taptılar. (yine kör ve sağır kesildiler) cahilliğe, küfre müptelâ oldular. Zekeriya ve Yahya Aleyhimesselâm gibi Peygamberleri şehit ettiler (Allah Teâlâ ise) Onların (ne yaptıklarını hakkiyle görücüdür) yaptıkları ve yapacakları cinayetleri gayrimeşru hareketleri tamamen görüp bilmektedir. Binaenaleyh onları bu kötü hareketlerinin cezalarına vakit vakit kavuşturmuştur ve yine kavuşturacaktır. Artık kendilerinin bir fitneye mâruz kalmayacaklarını nasıl iddia edebilirler. Nitekim, vaktiyle Buhti Nusser ve emsali kimseler Beyti mukaddesi işgal etmişler, İsrail oğullarından kırk bin kadar şahıs katletmişlerdir, kalanlarını da kendi yurtlarına götürüp orada zelilce bir halde yaşatmışlardır. Nitekim son asırlarda da bir takım milletlerin kahırlarına uğramışlardır. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın emirlerine, Peygamberlerine muhalefetin bir cezasıdır. Bu gibi tarihî vakalardan her millet bir ibret dersi almalıdır.

72. Andolsun ki; “şüphesiz Allah, o Meryem’in oğlu Mesihtir” diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demiştir ki: Ey İsrail oğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz. Şüphe yok ki, her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa muhakkak Allah Teâlâ ona cenneti haram kılmış olur ve onun varacağı yer ateştir ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur.

72. Bu mübârek âyetler de Hıristiyanların sapıklıklarını bildiriyor, Hz. İsa’nın ilâhlığına, Cenâb-i Hak’kın da üç Allah’tan biri olduğuna inananların -bu iddialarından tövbe ve istiğfar etmedikleri takdirde- kâfir ve elem verici azâba mâruz olacaklarını şöylece beyan buyurmaktadır. Cenab’ı Hak’kın mukaddes zâtına (Andolsun ki) Hıristiyan tâifesinden (şüphesiz Allah, o Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler) Hz. İsa’nın ilâhlığına inananlar, bu iddialarından dolayı (kâfir) müşrik (olmuşlardır.) Hıristiyanlardan Allah’ın birleştiğine inanan Yakubiye taifesi “Hz. Meryem, Allah’ı doğurmuştur” demişlerdir. Onlar bu sözleriyle Cenâb-ı Hak’kin zâtinin İsa’ya hulûl ettiğini, onun zatiyle birleştiğinî iddia etmiş bulunmaktadırlar. Bunlara göre Allah Teâlâ, ekanimi selâseden, yani üç asıldan, üç rükünden meydana gelmiştir, bunlar baba, oğul ve ruhulkudûsten ibârettir. Bu üçten her biri diğerinin aynıdır. Bu üç birdir, bu bir de üçtür. Baba, oğula hulûl etmiş, onunla birleşmiş, bundan da ruhulkudüs oluşmuştur. Böyle bir iddia ise küfrün kendisidir. Akıl ve mantığa tamamen muhaliftir, Hırıstiyan tâifesini saptırmak için onların düşmanları tarafından uydurulmuştur. (Halbuki, Mesih) Bu gibi bâtılca iddiada bulunanları yalanlamak ve kınamak için (demiştir ki. Ey İsrail oğulları) bana ve diğer mahlukata ilahlık isnad etmek katıksız küfürdür. (Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan) Bütün mahlûkatı yaratıp vücude getiren (Allah Teâlâ’ya ibâdet ediniz) başkalarını mabut edinmeyiniz, ben de bütün kâinat da o Büyük Yaratıcının birer kuluyuz, yaratmasının birer eseriyiz, hiç birimizde hâşâ ilahlık sıfatı yoktur. (Şüphe yok ki, her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa) İbâdet hususunda, ilahlığa âit sıfatlar hususunda kâinatın yaratıcısı Yüce Allah’ın bir ortağı, bir benzeri, bir eşi var derse (muhakkak Allah Teâlâ ona cenneti haram kılmış olur) artık o cennete ebediyen giremez, (ve onun) O müşrik şahsın (varacağı yer) İsa âhirette (ateştir) cehennemden başka değildir. Böyle kimseler sevaba nâil değil, ebedî bir azâba yakalanmış olacaklardır, (ve zâlimler için) Cenâb-ı Hak’ka ortak koşmak, onun varlığını, birliğini inkâr eylemek gibi sebeblerle zulüm ve küfre düşmüş olanlar için âhiret gününde (yardımcılardan) onları kuvvetleriyle veya şefaatleriyle ateşten kurtaracak bir (kimse yoktur) onlar ebediyen o azap yurdunda kalacaklar, kötü inançlarının cezâsını görüp duracaklardır. Bu son âyeti kerime de ya Hz. İsa’nın beyanlarına aittir, veya Allah tarafından Hz. İsa’nın sözlerini desteklemek üzere gelmiş bulunmaktadır.

73. Elbette kâfir olmuşlardır: “Tanrı şüphesiz üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler. Halbuki, bir olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir Tanrı yoktur. Ve eğer dediklerine son vermezlerse onlardan kâfir olanlara elbette pek acıklı bir azap dokunacaktır.

73. Hıristiyanlardan diğer bir tâife de (Elbette kâfir olmuşlardır) şöyle ki: O tâife: (Tanrı şüphesiz üçün üçüncüsüdür diyen kimselerdir) Yani onlara göre Tanrı, üçten biridir. İlahlık, Allah Teâlâ ile İsa’nın ve Meryem’in aralarında müşterektir, bunların her biri de bir ilahtır. (Halbuki, bir olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir Tanrı yoktur.) Başka hiçbir kimse ilahlık sıfatına sâhip değildir. Allah’ın zâtı birden fazla olmak kusurundan uzaktır. Bütün Kâinatın Yaratıcısı, mabudu ancak o bir olan varlığı zorunlu olan Yüce Allah’tır. (Ve eğer) O câhiller (dediklerine) mahlûka ilahlık isnadından ibâret ve sırf küfür olan sözlerine (nihâyet vermez) Cenâb-ı Hak’kın birliğine inanmaz (larsa onlardan) bu yanlış inançta devam edip tövbe ve istiğfar etmeyerek (kâfir olanlara) bu küfr hâli üzere kalanlara (elbette pek acıklı) pek şiddetli (bir azap dokunacaktır) onları cehennem ateşi sonsuza kadar yakıp duracaktır. Böyle bir inanışta- bulunanlar, Nesturiye ve Milkâniyye denilen tâifelerdir. Bunlara göre ilahlık Cenâb-ı Hak ile Meryem ve İsa arasında müşterektir. Bunlar üç ilâhtan ibârettir ve bunlardan herbiri bir ilahtır. Ne yanlış bir inanç!.

(…………………………) = Allah’tan başka ilâh var mı?!)

74. Hâlâ tövbe edip de Allah Teâlâdan bağış istemiyeceklermidir? Ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.

74. O küfre, şirke düşmüş câhiller (Hâlâ) bu yanlış inançlarını anlamayacaklar mı?. Hâlâ (tövbe edip de Allah Teâlâ’dan mağfiret istemiyecekler midir?) hâlâ tevhit ve tenzih inanciyle kalblerini aydınlatıp, hareketlerini tanzim eylemeyecekler midir?. Ne kadar şaşılacak bir cahilce hareket!. Halbuki, Cenâb-ı Hak, Peygamberleri ve kitapları vâsıtasıyle onların uyanmalar! için nice yüce beyanlarda bulunmuştur. (Ve Allah Teâlâ gafurdur) Onların günahlarını tövbe edip bağış diledikleri takdirde af eder ve örter. Ve Hak Teâlâ (râhimdir.) merhameti pek ziyadedir. Onun içindir ki, uyanmaları için bu hakikatları onlara telkin buyurmaktadır. Artık onlar, istiğfara koşarak ilâhî mağfiretden, Allah’ın merhametinden istifâde etmeli değil midirler?.

75. Meryem’in oğlu Mesih, bir Peygamberden başka değildir. Ondan evvel de nice Peygamberler gelip geçmiştir. Onun anası da pek doğru bir kadındır, ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetlerimizi nasıl açıkça beyan ediyoruz. Sonra da bak onlar nasıl çevriliyorlar.

75. Bu mübârek âyetler de Hz. İsa’nın ve diğer mahlûkatın ilahlık vasfına sâhip olamayacaklarını, onların acz ve ihtiyaçlarını açıklamak suretiyle beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Hz. İsa’ya ilahlık isnat eden gafil topluluk!. (Meryem’in oğlu Mesih) Bir insandır, diğer insanlar gibi bir kadından doğmuştur. O, sâhip olduğu üstün vasıfları İtibâriyle (bir Peygamberden başka değildir.) o ancak bu şerefe sahiptir. Yoksa hâşâ ilahlık vasfına sâhip değildir. (Ondan evvel de nice Peygamberler gelip geçmiştir.) O da diğer Peygamberler gibi bir insandır, geçici bir dünya hayatına nâil olmuş, sonra o da diğer Peygamberler gibi hayatı terk ederek ölüme mahkûm olacaktır. Artık böyle doğan ölüme mâruz bulunan bir zât, nasıl ilahlık vasfına sâhip olabilir?. Ondan bir takım hârikalar zuhur etmiş ise diğer Peygamberler de nice hârikalar göstermeye muvaffak olmuşlardır. Hz. İsa, bazı ölüleri Allah’ın izni ile diriltmiş, ise Hz. Musa’nın elinde bir asâ bile hayata nâil olmuştur. Hz. İsa, dünyaya babasız gelmiş ise Hz. Âdem, hem babasız hem de anasız olarak dünyaya gelmiştir. Bu gibi hârikalar bütün Cenab’ı Hak’kın birer kudret eseridir. Yoksa o Peygamberler haddızatında yaratıcılık sıfatına asla sâhip değildirler. Hz. İsa’nın annesine gelince, o da diğer muhterem kadınlar gibi, (pek doğru) iffetli, hakkı tasdik ile nitelenmiş (bir kadındır) yoksa insanlığın üstünde bir mahiyete sâhip bulunmamıştır. (ikisi de) Hz. İsa da annesi Hz. Meryem de diğer insanlar gibi (yemek yerlerdi) onlar da diğer insanlar gibi yiyip içmek ihtiyacı içinde yaşarlardı. Artık onlara ilahlık vasfı nasıl isnat edilebilir?. Habibim!. (Bak onlara) Hz. İsa ile annesine rablık isnadında bulunan câhillere (âyetlerimizi) onların o iddialarını iptal eden delillerimizi (nasıl açıkça beyan ediyoruz.) Hz. İsa’nın da annesinin de birer insan olduğunu açıkça gösteren alâmetleri, dellileri nasıl gösteriyoruz. (Sonra da bak onlar) O insanlara rablık isnadında bulunan şuursuz insanlar (nasıl çevriliyorlar) o âyetleri, alâmetleri dinleyip anlamaktan nasıl kaçınıyorlar. O âyetleri, delilleri hiç düşünme ve tefekküre yanaşmıyorlar, onların bu halleri ne kadar şaşılmaya şayandır!..

76. De ki: Allah Teâlâ’dan başkasına mı, sizin için zarara da, faideye de sâhip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki, herşeyi hakkıyla işitici ve bilici olan ancak Allah Teâlâ’dır.

76. Resûlüm!. O gâfillere (De ki:) siz (Allah Teâlâ’dan başkasına mı?.) ilahlık ve rablık sıfatına sâhip olmayan mahlukata mı bu sıfatları isnat ediyorsunuz?. (Sizin için zarara da, faideye de) Cenâb-ı Hak’kın kendilerine müsaadesi ve yardımı olmaksızın (sâhip olmayan şeylere mi) öyle âciz mahlukata mı ilahlık isnat ederek (tapıyorsunuz?.) bu ne kadar cahilce bir harekettir. (Halbuki, işitici ve bilici olan) Bütün işitilen ve bilinen şeyleri ilmî ezelisiyle kuşatmış bulunan (ancak Allah Teâlâ’dır) bütün bilinen varlıkları vücude getiren ve yokluğa götüren ancak Yüce Allah’dır. Binaenaleyh ey insanlar!. Sizlerin de bütün iddialarınızı, inançlarınızı o Yüce Yaratıcı tamamen bilmektedir. Artık uyanınız!. Küfr ve şirke, isyanlara son veriniz. Ortak ve benzerden yüce olan o azamet sâhibi yaratıcıyı tasdik ediniz onun Peygamberine tâbi olunuz ki, kurtuluş bulabilesiniz. Aksi takdirde Allah’ın azabının ezici pençesinden kendinizi asla kurtaramazsınız.

77. De ki, Ey ehli kitap! Dininizde hak’ka aykırı olarak haddi tecâvüz etmeyiniz. Ve evvelce sapıklığa düşmüş ve birçoklarını da saptırmış bulunan ve doğru yoldan sapıtmış olan bir kavmin isteklerine uymayınız.

77. Bu mübârek âyetler de ehli kitaba haktan, itidalden ayrılmamalarını tavsiye etmektedir. Bunun hilâfına hareket ederek küfre düşmüş olanların da bu yüzden lânete hedef olmuş olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Kendilerini irşat için (De ki. Ey ehli kitap!.) Allah’ın dinine aykırı hareketten sakınınız, (Dininizde hak’ka aykırı olarak haddi tecâvüz etmeyiniz) yani: Ey Hırıstiyan taifesi!. Siz İsa gibi bir zâtı peygamberlik mertebesinden yükselterek kendisine ilahlık isnadında bulunmayınız. Ve Ey Yahudi taifesi!. Siz de öyle bir zâtın peygamberliğini inkâr ederek kadrini düşürmeye cür’et etmeyiniz. (Ve) Ey Hırıstiyan ve Yahudi taifeleri!. (evvelce) Hz. Muhammed’in peygamberliğinden evvel (sapıklığa düşmüş ve bir çoklarını da saptırmış bulunan) din yolundan uzaklaştırmış (ve) kendileri de tamamen (doğru yoldan sapıtmış olan bir kavmin) bir kısım geçmişlerinizin, reislerinizin (isteklerine) gayrı meşrû arzularına, temayüllerine (uymayınız.) Onlar kendi bâtıl menfaatleri için, kendi hasetleri, ihtirasları için hakkı kabul etmezler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik eylemezler, dalâlet sahasından ayrılmazlar, başkalarını da kendileri gibi dalâlet içinde yaşatmak isterler. Artık öyle akıl ve nakle aykırı hareket eden bozguncu kimseler rehber edinilebilir mi?. Artık onların sözlerine kıymet verilebilir mi?. Onlar ebedî hüsrana uğramış kimselerdir.

78. İsrail oğullarından kâfir olanlar, Davud’un da, Meryem’in oğlu İsa’nın da lisanıyle lânet olunmuşlardır. Bu da onların isyan etmeleri ve haddi tecavüz eylemeleri sebebiyledir.

78. Evet… O hüsrana uğrayanların hâli malumdur. Bu cümleden olarak (İsrail oğullarından kâfir olanlar) ilâhî dini terkederek insanlara, hayvanlara tapmak aşağılığın! işleyenler (Davud’un da Meryem’in oğlu İsa’nın da lisaniyle lânet olunmuşlardır) yani: Cenab’ı Hak tarafından Zebur kitabında da, İncil kitabında da o iki Peygamberin lisanı vasıtasıyla, o küfrü işlemiş olanlar, lânete uğramışlar, dünyevî ve uhrevî felâketlere mâruz kalmışlardır. (Bu da) Onların böyle lânete hedef olmaları da (onların) Cenâb-ı Hak’ka karşı (isyan etmeleri ve haddi tecâvüz eylemeleri sebebiyledir) onlar o çirkin hareketleri yüzünden sonsuza kadar lânete mâruz bulunmuşlardır.

§ Bir rivâyete göre bu lânete uğrayanlar Eyle halkı ve kendilerine sofra gönderilenlerdir. Şöyle ki: Hz. Davûd zamanında Eyle kasabasının halkı, bazı günahlarından dolayı cumartesi günleri balık avlamaktan nehy edilmişlerdi. Bunlara “Eshabı Sebt” denir. Onlar ise Hz. Davud’un tebliğ etmiş olduğu bu yasağı dinlememişlerdir. Allah Teâlâ da Hz. Davud’un duası üzerine onların suratlarını maymun suratına çevirmişti. Eshabı Maideye gelince: Bunlar da Hz. İsa zamanında bir mucize olarak gökten inen sofrayı görmüş, ondan yemiş oldukları halde imân etmemişlerdi. Cenab’ı Hak da Hz. İsa’nın duası üzerine onların suratlarını domuz sûretine çevirmişti. Bunlar beşbin erkek bulunuyorlardı. İşte bu iki kavim Hz. Davûd ile Hz. İsa’nın lisaniyle lânete mâruz kalıp böyle suretlerinin değiştirilmesi cezâsına çarptırılmışlardı. Allah’ın kudreti her şeye yeterlidir. Buna inanmışızdır!.

79. Onlar yapmış oldukları fenalıktan birbirlerini vazgeçirmeğe çalışmazlardı. Gerçekten de onların yaptıkları ne kadar kötü idi.

79. Bu mübârek âyetler de kâfir ve münafıkların fenalıklara son vermediklerim bildirmektedir, ve onların kendileri gibi kâfir ve münafıklara bağlılıkta bulunarak bu sebeble Allah’ın dininden mahrum, ebedî azâba mâruz olduklarını göstermektedir. Şöyle ki: (Onlar) O lânete uğramış olan münkirler (yapmış oldukları fenalıktan) yasaklardan sakınmazlar, kötülüklere son vermezler ve bunlardan (birbirlerini vazgeçirmeğe çalışmazlardı) aralarında iyiliği emir, kötülükten sakındırma vazîfesi ceryan etmezdi. (Gerçekten) andolsun ki (onların) böylece (yaptıkları) şeyler (ne kadar kötü idi) haklarında ne kadar azâbı, felâketi getirir bulunuyordu. Onlar ise hiç bunun farkında bulunmuyorlardı. İşte bu gibi fenâ hereketleri sebebiyle lânete hedef olup gitmişlerdir.

80. Onlardan birçoklarını görürsün ki, kâfir olanlara dostlukta bulunurlar. Andolsun ki, onlar için nefislerinin takdim ettiği şeyler ne kadar kötüdür. Allah Teâlâ onlara gazab etmiştir ve onlar azab içinde ebedî kalacak kimselerdir.

80. Habibim!. (Onlardan) O ehli kitap denilen tâifeden (bir çoklarını görürsün ki) müslümanlara karşı düşmanca bir vaziyet alırlar (kâfir olanlara dostlukta bulunurlar) nitekim ehli kitaptan Keab İbni Eşref ve emsali kimseler müslümanların aleyhine cephe almak için Mekke’i Mükerreme’deki müşriklerin yanlarına gitmişler, onlar ile ittifakta bulunarak Hendek Gazvesinde onlar ile beraber cenge atılmışlardır. Bir kısım münâfıklar da İslâm dinine düşmanlıklarından dolayı din düşmanlarına karşı dostluk göstermişler, onları İslâm aleyhine teşvikte bulunmuşlardır. (Andolsun ki, onlar için nefislerinin takdim ettiği şeyler) Öyle kâfirce hareketler (ne kadar kötüdür.) Bunların vahim neticelerini kıyâmet gününde elbette göreceklerdir. Çünki (Allah Teâlâ onlara gazap etmiştir) onlar Allah’ın rahmetinden ebedî olarak mahrum kalmışlardır, (ve onlar azap içinde ebedî kalacak kimselerdir) Onların o kâfirane, münâfıkane hareketleri kendilerinin cehennemde müebbet surette kalacaklarına sebep bulunmuştur.

81. Eğer onlar Allah Teâlâ’ya ve Peygamberlere ve ona indirilmiş olana imân etmiş olsalar idi o kâfirleri dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçokları fâsık kimselerdir.

81. (Eğer onlar) O müşriklere dostlukta bulunan ehli kitap ve münâfıklar (Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e) son peygamber olan Hz. Muhammed’e (ve ona) O Yüce Peygamber’e Allah katından (indirilmiş olan) Mucize Kur’an’ı Kerim’e ve onun bildirmiş bulunduğu diğer Peygamberlere, semavî kitaplara (imân etmiş olsalar idi) elbette (o kâfirleri) müşrikleri (dostlar edinmezlerdi) çünkü hakikî imân, böyle fesatla içiçe bir dostluğa aykırıdır. (Fakat onlardan) O din düşmanlarını dost tutanlaran (bir çokları fasık) dinden mahrum. Allah Teâlâya, Peygamberlere, semavî kitaplara imândan nasipsiz (kimselerdir) bunun içindir ki, onlar hakkı göremezler, kendilerini sapıklıktan kurtaramazlar, kabiliyetlerini kötüye kullandıkları için ebedî bir azâba mâruz bulunmuş olurlar.

82. Yemin olsun ki, imân edenlere insanların düşmanlıkça en şiddetlisini mutlaka Yahudiler ile Müşrik’leri bulacaksın. Ve yine yemin olsun ki insanların mü’minlere sevgi bakımından en yakın olanları da biz Hıristiyan’ız diyenleri bulacaksın. Bu da onların içinde herhalde bilgin, âbit olanların ve dünyayı terk etmiş olan rahiplerin bulunmasındandır. Ve şüphe yok ki, onlar kibir etmek de istemezler.

82. Bu âyeti kerime, müslümanlara karşı en ziyâde düşmanlık beslemekte olan taifelerin ahlâkî kötülüğünü bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. Veya ilâhî hitabı güzelce telâkkiye elverişli olan herhangi bir kulum!.. Bir olan zatıma (Yemin olsun ki, imân edenlere) ehli İslâm’a (insanların düşmanlıkça en şiddetlisini) müslümanlara karşı düşmanlıkları pek ziyâde bulunan tâifeyi (mutlaka Yahudi’ler ile müşrikleri bulacaksın) başka taifelerin de düşmanlıkları var ise de bunların düşmanlıkları derecesinde değildir. Nitekim, Hz. Peygamberin gönderilmesini müteakip bir kısım Yahudi’ler ile Arap yarımadasındaki müşriklerin Rasûlü Ekrem’e karşı, onun yaymağa başladığı İslâmiyete karşı ne kadar düşmanlık göstermiş oldukları tarihçe yazılmıştır. (Ve yîne yemin olsun ki, insanların mü’minlere) İslâm şerefine nâil olan zatlara (sevgice) muhabbet, sevgi, temâyül bakımından (en yakın olanlarını da biz Hırıstiyanız diyenleri bulacaksın) çünki onlar, kendilerini Hak’kın yardımcısı, ehli Hak’kın dostları diye gösterirler, müslümanlığı kabul etmeseler de ehli İslâm’a karşı Yahudiler ile Müşrik’ler derecesinde düşmanlık göstermezler. Bununla beraber onların içinden İslâmiyeti kabul edenler İslâmiyet’in kutsallığını İtiraf eyleyenler, Yahudi’ler ile Müşriklere nazaran pek çok bulunmuş ve bulunmaktadır. Nitekim vaktiyle Müşriklerin bin türlü ezâ ve cefalarına maruz kalmış olan bir kısım eshabı kiram, hırıstiyan hükümdarı bulunan Necaşi’nin ülkesine sığınmışlar orada pek güzel himaye görmüşlerdi. Hattâ Necaşi, İslâmiyet’in yüceliğini anlayarak İslâm şerefine nâil olmuştu. Zamanımıza kadar da nice Hırıstiyan zümreleri İslâmiyet’i kabul edegelmişlerdir, bu gün de bir çok hırıstiyan âlimleri, düşünürleri, İslâmiyet’in yüce .mahiyetini, kutsî hükümlerini yazıları ile takdir edip yüceltmektedirler. (Bu da) Hırıstiyan tâifesinin mü’minlere sevgice daha yakın olmaları ise (onların içinde) kıssislerin, yani (bilgin, âbid) reis (olanların ve) dünyayı terk etmiş olan (rahiplerin) yani mâbetlerine kapanarak fazla ibâdet ve itaate düşkün kimselerin (bulunmasındandır) bunlar Yahudi’ler ve müşrikler gibi dünya hırsı ile hareket ederek sırf kendi menfaatlerini takip eden, kendilerinden olmayan zümrelere sürekli olarak düşmanlık besleyip zarar vermek isteyen kimseler değildirler. Gerçek şu ki: Abdullah İbni Selâm ve emsali gibi Yahudi’lerden ve Müşrik’lerden bir takım kimseler de İslâmiyet’in yüceliğini anlayıp İslâmiyet’i kabul etmişler ise de bunlar Hıristiyanlardan müslüman olanlara oranla pek azdırlar, hüküm ise çoğunluğa göredir. (Ve şüphe yok ki, onlar) Hırıstiyan taifesi, hakkı, hakikatı anladıkları takdirde kabulden kaçınmazlar ve Yehûd taifesi gibi (kibir etmek de istemezler) Hırıstiyan taifesi, kalp inceliğine, şefkat ve merhamete sâhip olup müslümanlara karşı Yahudi’ler ve Müşrikler derecesinde düşmanlıkta bulunmazlar. Onlarda böyle bir meziyet görülebilmektedir. Hakikaten tevâzu, hak’ka karşı düşman olmamak takdire şâyân bir özelliktir. İsterse, sâhibi gayrimüslim bulunsun. Şu ciheti de kaydedelim ki: Tefsirlerimizde yazılmış olduğu üzere bu âyeti kerime, Yahudi’ler ile Hıristiyanlar arasındaki farkı, dinleri itibariyle değil, dünyaya düşkün olmaları, kendilerinden başka milletlere fenâlık yapmayı bir vazîfe bilip bilmemeleri itibâriyle. İşte bu bakımdan Yahudilerin ahlâkî durumları Hıristiyanlara göre pek ziyâde düşüktür. Yoksa din itibâriyle Hıristiyanların küfrü, Yahudi’lerin küfründen daha galizdir. Çünki Yahudiler, yalnız peygamberlik hususunda mücadelede bulunurlar, Hz. İsa, gibi Son Peygamber Hazretleri gibi Peygamberleri ve onlara verilmiş olan semavî kitapları inkâr ederler. Hırıstiyan taifesi ise ilâhiyat hususunda da tartışmada bulunurlar, Hz. İsa gibi bir insana (hâşâ) ilahlık isnat ederler, Son Peygamber Hazretlerinin risâletini kabul etmezler. Binaenaleyh bu bakımdan Hıristiyanların küfrü daha büyüktür. Fakat bunlar Yahudiler kadar inatçı, başkaları hakkında her halde kötülük ister olmayıp içlerinden insaflıca düşünerek hakkı kabul edenler daha ziyade olduğundan bu bakımda Yahudilere, Müşriklere üstün bulunmuşlardır.

83. Ve Peygambere indirilmiş olanı dinledikleri zaman hakkı bildiklerinden dolayı onların gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Ey Rabbimiz! İmân ettik, artık bizi hakka şâhit olanlar ile beraber yaz.

83. Bu mübârek âyetler de ehli kitap arasindan İslâm şerefine nâil olmuş olan zatlarin temiz hareketlerini, emellerini, mükafatlarini bildirmekte, küfründe israr edenlerin de kötü sonlarini göstermektedir. Şöyle ki: (Ve) Hiristiyanlardan olan bir zümre kibir etmedikleri gibi (Peygamber’e) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a Allah tarafından (indirilmiş olanı) hikmet dolu Kur’an-i Kerim’i (dinledikleri zaman) kalblerinde bir irfan nuru parlamaya başlar (hakki bildiklerinden) Kur’an’in yüceliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin doğruluğunu evvelce de kendi kitaplarında görüp anlamış bulunduklarından (dolayi onların gözlerinin) bir incelik ile, bir yüksek heyecan ile (yaşla dolup taştığını görürsün) ve onlar Kur’an’i Kerim’in âyetlerini dinledikçe: (Derler ki. Ey Rabbimiz!) Biz bu Kur’an’i Kerim’e ve kendisine bu Kur’an’i Kerim nâzil olan Yüce Peygambere (imân ettik) bu bir hak sözdür, bu Yüce Peygamberde bir Resûlu kibriyâdır, son peygamberdir. Buna inanmışızdır, (artık) Ey Yüce Yaratıcı!, (bizi şâhit olanlar ile beraber yaz) yani: Bizi Kur’an’ı Kerim’in doğruluğuna, Hz. Muhammed’in risaletine şâhitlik eden zâtlar ile beraber haşret veya o Yüce Peygamber’in yarın kıyâmet gününde diğer ümmetler üzerine şahitlikte bulunacak olan İslâm ümmeti zümresine bizleri de kat. Bu zâtlar, müslümanların bu vasfını İncil’de görmüş oldukları için böyle bir niyazda bulunmuşlardır.

84. Ve biz ne için Allah Teâlâ’ya ve bize hak’tan gelene imân etmeyelim? Halbuki biz ümit ederiz ki, Rabbimiz bizi sâlihler olan kavim ile beraber cennete soksun.

84. (Ve) O zâtlar derler ki: (biz ne için Allah Teâlâ’ya ve bize haktan gelene) Kur’an’ı Kerim’e, onu tebliğ eden Yüce Peygambere (imân etmeyelim?.) bizim akıl ve izânımız yok mu?. Böyle parlak bir hakikat karşısında bulunduğumuz halde onu nasıl inkâr edebiliriz? (Halbuki, biz ümit ederiz ki) Yarın âhirette (Rabbimiz bizi sâlihler olan kavim ile beraber) -cennete- (soksun) binaenaleyh artık kendimizi imân nîmetinden nasıl mahrum bırakabiliriz?. Hayır bırakamayız.

85. Artık Allah Teâlâ da onlara bu söylediklerinden dolayı altından ırmaklar akan cennetleri, içlerinde ebediyen kalıcı olmaları üzere ihsan buyurdu. Bu ise iyi hareket edenlerin mükâfatıdır.

85. (Artık Allah Teâlâ’da) Lütfetti (onlara) o İslâmiyet’e saygı gösteren, Kur’an’ı Kerim’i tasdik eden münevver zümreye (bu söylediklerinden) bu güzel kanaat ve inançlarından (dolayı) en büyük mükâfatlar verdi, şöyle ki: Onlara âhirete gidince (altından ırmaklar akan cennetleri, içlerinde ebediyen kalıcı olmaları üzere ihsan buyurdu.) onlar imân ile âhirete gidip cennetlerde ebedî bir şekilde kalmaya namzet oldular. (Bu ise) Böyle ebedî bir saadet ve mükâfata nâil olmak ise (iyi hareket edenlerin) inançlarını, amellerini güzelce tazim edenlerin, her hususta ihsanı, güzel hareketi alışkanlık haline getirenlerin (mükâfâtıdır.)

§ Rivâyete göre bu dört âyeti kerime, Necaşî ile onun arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlü Ekrem Efendimiz, Necaşî’ye bir yüce mektubunu göndermiş, onu imâna dâvet etmişti, Necaşî bu mübârek risâlet mektubunu alınca Habeşede bulunan Hz. Cafer ile diğer muhâcirleri yanına çağırmış, bir takım keşişler ile rahiblerde hazır bulunmuş idi. Hz. Cafer’e Kur’an okumasını teklif etmiş, o da Meryem sûresini okumuş, bunu dinleyince bir mânevî zevk ile ağlamaya başlamışlar, gözlerinden sular serpilmeğe başlamış, Necaşî’de yanındaki din adamları da mucize Kur’an-ı Kerim’e imân etmişlerdi. Diğer bir rivâyete göre de Necaşî, Hz. Peygamber’in huzuruna kendi kavminden yetmiş kadar zâtı elçi olarak göndermişti. Rasûlü Ekrem Hazretleri onlara sûre’i Meryem’i okumuş, onar da bunu dinleyince ağlayarak İslâm dinini kabul eylemişlerdi.

86. Ve kâfir olanlar ve bizim âyetlerimizi inkâr edenler ise onlar cehennem ashâbıdırlar.

86. Fakat Peygamber’i yalanlayanlar (Ve) Cenâb-ı Hak’kın birliğini inkâr ederek (kâfir olanlar) şirk ve üçleme inançlarında devam eyleyenler (ve bizim âyetlerimizi) Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, azamet ve kudretine şâhitlik edip duran hârikaları, yaratılış eserlerini (inkâr edenler ise) bu hal üzere ölünce şirk ve küfr içinde ölmüş olurlar. Binaenaleyh (onlar) artık (cehennem ashâbıdırlar) ebedî olarak cehennemde kalıp azap çekeceklerdir. Onların devamlı olan kötü inançlarının cezâsı da böyle devamlı olacaktır. Evet… Cenâb-ı Hak’ki ve Yüce Peygamber’i tasdik edenler, ebedî olarak cennette kalacaklardır. Bunları inkâr edenler de sürekli olarak cehennemde azap çekeceklerdir. Ne büyük bir teşvik, ne müthiş bir uyarı!.

87. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’nın sizin için helâl kılmış olduğu temiz şeyleri haram kılmayınız, haddi de aşmayınız. Şüphe yok ki Allah Teâlâ haddi aşanları sevmez.

87. Bu mübârek âyetler, müslümanlara helâl olan nîmetlerden istifâde etmelerini, fakat bu hususta ifrat ve tefritten sakınmalarını emir ve tavsiye etmektedir. Çünki bazı milletler gibi büsbütün dünyaya dalmak yerilmiş olduğu gibi diğer bazı tâifeler gibi dünyada büsbütün alâkayı kesip bir ruhbanlık, cahilce bir zühd dairesinde yaşamak ta uygun değildir. Her hususta dengeli olmaktan ayrılmamalıdır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey İslâm şerefine nâil olan kullar!. (Allah Teâlâ’nın sizin için) Yaratıp kendilerinden istifâde etmenizi (helâl kılmış olduğu) tayyibâtı, yani: (temiz) Leziz, faydalı olan (şeyleri) kendinize (haram kılmayınız) nefsinizi onlardan mahrum bırakmaya azmetmeyiniz. Bu bir tefritten ibârettir. Bununla beraber böyle temiz, leziz şeylerden istifade hususunda (haddi de asmayınız) helâl sahasını tecâvüz etmeyiniz, lüzumundan fazla sarfiyat ile israfa meydan vermeyiniz, nîmetin kadrini biliniz, aksi takdirde ifrata düşmüş, nîmeti boş yere zâyi etmiş olursunuz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Kullarına her hususta dengeli olmayı hikmet ve menfaate riâyet! emreder, (haddi aşanları) helâl miktarı bırakıp da haram, zararlı bir sahaya can atanları (sevmez) onları ilâhî rızâsına aykırı harekette bulunmuş olacakları için, ilâhî nîmetlere nâil buyurmaz.

§ Tayyibât, nefislerin iştihasını, kalblerin meylini çeken leziz şeylerdir.

88. Ve Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırmış olduğu şeylerden helâl ve temiz olanları yiyiniz, kendisine imân etmiş olduğunuz Allah Teâlâ’dan da korkunuz.

88. (Ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ’nın sizi rızıklandırmış olduğu şeylerden) Size vermiş olduğu nîmetlerden (helâl ve temiz olanları yiyiniz) yalnız onlardan istifâde ediniz, yalnız onlardan yiyip faydalanmanız size mübah bulunmuştur. İstifadesi dinen haram olan şeylerden istifadeye kalkışmayınız (kendisine imân etmiş olduğunuz Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun emir ve yasağına aykırı harekete cür’et etmeyiniz, çünki sizin selâmet ve saadetiniz ancak o şekilde ortaya çıkar.

§ Rivâyete göre bir gün Rasûlü Ekrem Efendimiz, eshabı kiramına kıyâmet gününü anlatarak bir hayli uyarma ve sakındırmada bulunmuştu. Bunun üzerine, eshabı kiram, Osman İbni Mezu’nun hanesinde toplanarak kendi nefislerine dünya nimetlerini haram kılmaya, gündüzleri oruç tutmaya, geceleri ibâdetle meşgul olmaya, et yememeye, döşeklerde yatmamaya, eşlerine yaklaşmamaya, sade bir kıyafetle seyahatlerde bulunmaya karar vermişler. Rasûlü Ekrem, Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz, bu karardan haberdar olunca buyurdu ki: Yok ben bununla emir olunmadım, sizin üzerinizde nefsinizin de hakkı vardır. Hem oruç tutunuz, hem de iftar ediniz, hem kalkınız, hem de uyuyunuz, çünki ben de hem kalkarım, hem de uyurum, hem omç tutar, hem de iftar ederim, ve et de yağ da yerim ve eşlerime de yaklaşırım, artık her kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir, İşte bu hâdise üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuştur. Zâten bunun hilâfına hareket, hayata tesir eder, azaları zaafa düşürür, akıl ve fikire zarar verir, dinî, dünyevî vazîfeler hakkiyle yapılamaz. Bununla beraber bütün dünyevî lezzetlere dalmak ta insanı mânevî olgunluklardan mahrum bırakır, uhrevî selâmet ve saadeti temîne çalışmaktan alıkoyar, hayvanî bir hayat yüz gösterir durur. Bu sebeple böyle hareket de asla uygun olamaz. Binaenaleyh her hususta dengeye riâyet etmek, ifrat ve tefritten kaçınmak, hikmet gereğidir. İşte bu mübârek âyetler de bizlere bunları telkin buyurmaktadır.

89. Allah Teâlâ sizleri yeminlerinizdeki lağv sebebiyle sorumlu tutmaz. Velâkin sizi bile bile yaptığınız yeminler ile sorumlu tutar. Bunun keffareti ise ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri doyurmak, veyahut giydirmek, yahut bir köle serbest bırakmaktır. Fakat kim bunları bulamazsa üç gün oruç tutar. İşte bu, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffâretidir. Bununla beraber yeminlerinizi koruyunuz. İşte Allah Teâlâ âyetlerini sizin için böylece beyan ediyor, tâki şükr edesiniz.

89. Bu âyeti kerime, herhangi bir hususa dâir, meselâ güzel olan şeyleri terketmeğe ait yapılan yeminlerin mâhiyetlerine göre hükmünü beyan etmekte ve yeminlere uyulmasını tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Ümmeti Muhammed!. (Allah Teâlâ sizleri yeminlerinizdeki lağv sebebiyle sorumlu tutmaz) bunun üzerine cezâ’î bir hüküm gelmez, bu bir önemsiz yemindir. (Velâkin) Allah Teâlâ Ey insanlar!. (sizi -bilebile-) kasden (yaptığınız) ve tevsik ettiğiniz (yeminler ile sorumlu tutar) bu yeminlerden dolayı hanis olunca, yani o yemine riâyet etmeyip onu bozunca Hak Teâlâ Hazretleri sizleri sorumlu tutar. O halde bu sorumluluktan, bu mesuliyetten kurtulmanın (keffareti) yani: Bu husustaki mes’uliyetin, günahın af ve örtülmesinin çaresi (ise ailenize yedirdiğinizin) onların iâşelerine sarfettiğiniz yemeklerin (orta derecesinden on fakiri doyurmak) dır ve (yahut) on fakire orta halde, avret yerlerini örtecek derecede birer elbise, meselâ birer uzunca entari (giydirmek) dir. (yahut bir köle) Veya câriye (azat etmektir) bu suretle Allah’ın affına kavuşmak temenni olunur. (Fakat kim bunları bulamazsa) Fakir bir halde bulunursa o takdirde (üç gün) aralıksız (oruç tutar) bu şekilde ilâhî affı istirhamda bulunur. (İşte bu) beyan olunan şeylerin her biri (yemin ettiğiniz vakit) yemini bozunca (yeminlerinizin keffâretidir) bu sebeble Cenab’ı Hak sizi ilâhî affına mazhar buyurur. (Bununla beraber yeminlerinizi koruyunuz) Bir kere lüzumsuz yere yemin etmemelidir, yemin edince de ona riâyette bulunmalıdır. Meğer ki uymamayı icâbeden bir şer’î hüküm bulunsun. (İşte Allah Teâlâ âyetlerini) Şer-i şerifin hükümlerini, müsaadelerini (sizin için böylece beyan ediyor) sizleri uyanmaya, dinî hükümlere uymaya dâvet buyuruyor (tâki şükr edesiniz.) O Yüce Yaratıcının bu talimatına, bu kolaylıklarına karşı şükran borçlu olduğunuzu bilip kulluk secdesine kapanasınız.

§ Keffareti icap eden bir yemin, birden çok olunca keffâret de birden fazla olur. Fakat İmam Muhammed’e göre yemin keffâretleri çoğalınca tedahül eder. Yani: Bir keffâretle hepsinin sorumluluğundan çıkılmış olur.

§ Yapılan bir yemine riâyet edilmesi lâzımdır. Meğer ki, buna riâyet edilmesi, bir vecibenin, bir âmme menfaatinin yok olmasına sebep olsun veya bir kötülüğün işlenmesine sebebiyet versin. O takdirde bu yemine riâyet edilmesi icab etmez, bu yemin bozulur, sonra keffâret verilir. Hak Teâlâ’dan af niyâz edilir. Meselâ: Bir kimse borcunu vermemeğe veya babasıyla konuşmamaya yemin etse bunda devam etmesi câiz olmaz, belki borcunu verir, babasıyla konuşur, sonra da kefârette bulunur.

§ Vallah-i, Billâh-i Tallah-i denilmesi ve Allah Teâlâya kasem ederim, yemin ederim, şahadet ederim denilmesi birer yemindir. Allah Teâlâya ahdım olsun, üzerime andolsun denilmesi de birer yemindir. Kezalik: Helâli haram kılmak, meselâ: Şu yemeği yemek benim için haram olsun demek te bir yemindir. Bir kimse “şöyle yaparsam kâfir olayım veya Allah’ın kulu, Peygamberin ümmeti olmayayım” dese bununla maksadına bakılır. Eğer böyle bir sözü sırf bir yemin inancıyla iddiasına kuvvet vermek için söylemiş ise bu bir yemin olur. Fakat bu sözü bununla kâfir olacağına inandığı halde söylemiş ise bu yemin olmaz kendisine tövbe ve istiğfar ve imânı yenilemek ve nikâhı yenilemek lâzım gelir, yeminini bozmuş olsun olmasın eşittir. Yemin meseleleri için Bakara sûresindeki 224 numaralı âyeti kerimenin tefsirine de müracaat ediniz!.

90. Ey imân edenler! Muhakkak ki, içki, kumar, putlar ve kısmet için çekilen zarlar şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. Artık ondan kaçınınız ki, kurtuluş bulabilesiniz.

90. Bu mübârek âyetler, temiz gıdalardan olmayan sarhoş edici maddeler ve diğerlerinin kötü mahiyetlerini, onların cemiyet hayatındaki zararlı etkilerini bildirirerek onlardan kaçınılmasını ve Cenab’ı Hak ile Rasûlü Ekrem’ine itaatin lüzumunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey müslüman bulunan insanlar!. (Muhakkak ki, içki) Aklı örten ve bozan rakı, şarap gibi herhangi bir mayi (kumar, putlar) ibâdet için hazırlanmış putlar (ve kısmet için çekilen zarlar) kumar ve piyango kalemleri (şeytanın işinden olan murdar) temiz ruhların kendilerinden sakındığı birer pis (şeydir) onlara meydan vermek asla muvafık olamaz (Artık ondan) öyle murdar, zararlı olan herhangi bir şeyden (kaçınız ki, kurtuluş bulabilesiniz) evet… Siz felâh ve kurtuluşunuzu bunlardan kaçınmak sûretiyle arayınız, ve illâ felâh ve kurtuluşa imkân yoktur. Bunlar insanları maddî ve mânevî hayattan mahrum bırakacak en zararlı musîbetlerdir. Maide sûresinin (3) cü âyeti kerimesine de müracaat!.

Lütfen Paylaşın!

0Shares

BİR CEVAP YAZIN