İSRA SURESİ

91. Veya senin için hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçe olsun da aralarında ırmakları şarıl şarıl akıtasın.

91. O münkirler ikinci nevî mucize talebinde bulunarak dediler ki: (veya senin için hurmalıklardan ve üzümlüklerden) bunlara ait ağaçları kapsayan (bir bahçe) bir bostan (olsun da arlarında ırmakları) bir kuvvet ile devamlı olarak (şırıl şarıl akıtasın) öyle kuvvetli su akıntılarını meydana getiresin, o zaman iman ederiz.

92. Veya göğü iddia ettiğin gibi üzerimize parça parça düşüresin veya Allah’ı ve melekleri aşikâre olarak karşımıza getiresin.

92. Üçüncü nevi bir mucize olmak üzere de dediler ki: (Veya göğü iddia ettiğin gibî) bizi kendisiyle korkuttuğun gibi (üzerimize parça parça düşüresin) o parçaların düşürüldüğünü görelim, o zaman sana inanırız. Ve dördüncü nevi bir mucize talebiyle de dediler ki: (Veya Allah’ı ve melekleri âşikâre olarak karşımıza getiresin) veya onları bir kefil olarak getirmiş olasın ki, onlar senin iddianın doğruluğuna şahitlikte bulunsunlar, biz de onlara bakalım, bizce gizli bir şey kalmamış olsun.

93. Veyahut senin için altından bir ev olmalı veya göğe derece derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, ta ki, üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin. De ki: Rabbimi tenzih ederim ben bir beşer olan elçiden başka bir şey değilim.

93. (Ve) beşinci çeşit mucize olmak üzere de dediler ki: (Yahut senin için) sana mahsus olarak (altundan) güzelliği, süsü tam, yaldızlı bir şeyden (bir ev olmalı) biz onu görmeliyiz ki, senin iddianı kabul edelim. (Ve) altıncı nevi mucize olmak üzere de dediler ki: (ya göğe derece derece yükselesin ve) maamafih (senin) böyle (yükselmene de asla inanmayız) böyle yalnız yükselmenden dolayı, seni tasdik etmeyiz (ta ki, üzerimize) o gökten (kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin) ki, o kitap, seni tasdik eder ve sana uymamızı emreder bulunsun. O zaman biz de seni tasdik ederiz. Bu inkârcıların böyle sınır tanımaz ve hükmedercesine isteklerine karşı Hak Teâlâ Hazretleri Yüce Rasûlüne hitaben buyurdu ki: Habibim!. (De ki,) yani: O şaşılacak durumda olan, hakikatları kabulden kaçınan topluluğa söyle ki: Ben (Rabbimi tenzih ederim) kudret ve büyüklük ona mahsustur, ilâhî varlığı gidip gelmek gibi mahlûklarına ait hallerden, hareketlerden uzaktır, hikmet ve faydayauygun olmayan şeyleri meydana getirmekten ilâhî şanı yücedir. (Ben) isem (bir beşer olan elçîden başka bir şey değilim) ben insan için yapabilmesi takdir edilen şeyleri yapabilirim, bunun üstünde bir şey yapmaya bizzat kâdir değilim. Ben melek değilim ki, kendi kendime semaya yükseleyim, ve Cenabı Hak dilemedikçe ben kendi kendime mucizeler vücude getiremem. Ben de diğer Peygamberler gibi kavmimin hâline uygun olan bir kısım mucizeleri Hak Teâlâ’nın takdiriyle göstermeye muvaffak olurum. Yoksa öyle rastgele istenilen, hikmet ve menfaata aykırı bulunan mucizeleri göstermeye kâdir olamam. Maamafih bu inkarcılar öyle bir mahiyettedirler ki: O istedikleri mucizeler meydana gelse de yine inkârlarında devam ederler, bunları sihirle, gerçek dışı gösterişlerle yorumlar dururlar. Bir insanın kendilerine bir Peygamber olarak gönderildiğini yine tasdik etmezler.

94. insanları kendilerine hidayet geldiği vakit imân etmelerinden alıkoyan şey; başka bir şey değil, onların Allah bir insanı mı elçi olarak gönderdi demeleri olmuştur.

94. Bu mübârek âyletler, inkârcıların başka bir şüphelerini beyan ile onlara verilcek cevabı zikretmektedir. Ve Cenab-ı Hak’kın Hz. Muhammed’in Peygamberliğine şahitlik ettiğini ve kullarının durum ve tavırlarını görüp bildiğini ihtar ile Resûl-i Ekrem hakkında bir teselliyi, inkarcılar hakkında da bir tehdidi içermektedir. Şöyle ki: (insanları) Kureyş müşrikleri gibi inkârcı kimseleri (kendilerine hidayet geldiği vakit) yani: bir irşat vesilesi, bir hidayet rehberi olan ilâhî vahiy bir kesin delil olan Kur’an’ı Kerim, öyle imanı gerektiren bir mucize gösterildiği zaman onları (İmân etmelerinden alıkoyan şey) bâtıl düşünce (başka değil, onların Allah bir insanı mı elçi olarak) bizlere (gönderdi demeleri olmuştur.) onlar öyle bir itikatda bulunmuşlardır ki, eğer insanlara Allah tarafından bir Peygambergönderilecek olsa idi o Peygamberin insan değil, melek olması, gerekirdi.

95. De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmişler olarak gezip dolaşan melekler olsa idi elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek indirirdik.

95. Allah Teâlâ da o yanlış düşünenlere cevap olmak üzere Yüce Peygamberine hitaben buyuruyor ki, Resûlüm!. Onlara (de ki: Eğer yeryüzünde yerleşmişler olarak) yani: Yeryüzünü vatan edinerek (gezip dolaşan melekler olsa idi elbette onlara) defalarca (gökten elçi olarak bir melek indirirdik) onlara vazifelerini telkin edip, kendileri için hak yolu gösterip dururlardı, İnsan cinsini irşat edecek zatın o cinsten olması hikmet gereğidir. Böyle bir maksadı temin etmek ve kolaylaştırmak için en münasip çare budur. Binaenaleyh yeryüzünde sürekli olarak melekler değil, insanlar yaşadıkları için onlara gönderilen Peygamberin de bir mübarek, seçkin insan olması, bir hikmet gereğidir, bir ilâhî lütuf eseridir.

96. De ki: Allah Teâlâ benimle sizin aranızda şahit olarak kâfidir. Şüphe yok ki, o, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görücü bulunmaktadır.

96. Ve Resûlüm!. O inkarcılar şunu da (de ki: Allah Teâlâ) kudretiyle, ilmiyle, hikmetiyle her şeyi kuşatan o Yüce Mâbud (benimle sizin aranızda şahit olarak kâfidir) onun bir resûli olduğuma, üzerime düşen peygamberlik vazifesini yerine getirmeye çalıştığıma, sizin de bana karşı nasıl inkârcı bir vaziyet aldığınıza o Yüce Yaratıcı şahittir, onun yardımıyla göstermeye muvaffak olduğum mucizeler, benim bir Peygamber olduğuma şahitlik etmektedir. Artık elçinin bir melek olması hakkındaki bir iddia, fesatçı bir zorbalıktan, bir cehalet eserinden başka bir şey değildir, öyle bir iddiaya iltifat olunamaz. (Şüphe yok ki, o) Yüce Yaratıcı (kullarından haberdardır) onların görünen hallerini de, gizliemellerini de bilmektedir ve onları hakkıyla (görücü bulunmaktadır) onların nasıl bir harekette, bir inatlaşmada, inkârcı bir vaziyette bulunduklarını tamamen görüp bilmektedir. Hiçbir şey, o Yüce Yaratıcıya karşı gizli kalamaz. Binaeenaleyh Cenab’ı Hak, Resûl-i Ekreminin hak yolundaki kutsal mesâisini de tamamen bilmektedir, elbetteki onu bu mesaisinin mükâfatına kavuşturacaktır. Bu, Resûlullah hakkında bir teselli ve bir müjde demektir. Ve o âlim yaratıcı, o inkârcıların da o bâtıl iddialarını, sırf kıskançlık sebebiyle ve liderlik sevdasıyla ileri sürdükleri temennilerini ve kötü iradeleri yüzünden hidayete kavuşamadıklarını da tamamen bilmektedir. Elbette ki, onlar da bu kötü hareketlerinin cezasını göreceklerdir. Bu da onların haklarında büyük bir tehdit mahiyetindedir.

97. Ve Allah kime hidayet ederse işte hidayete eren o’dur ve kimi saptırırsa artık onlar için Allah’tan başka asla yardımcılar bulamazsın ve onları kıyamet gününde körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşrederiz. Onların varacakları yer, cehennemdir. Her ne zaman alev azalırsa onlar için cehennem ateşini arttırırız.

97. Bu mübarek âyetler, insanların sırf küfrlerinin ve kıyameti inkârlarının bir cezası olmak üzere hidayetten mahrum kaldıklarını ve böyle sapıklığa düşenlerin ne fecî şekilde cehenneme sevkedileceklerini ihtar etmektedir. Haşri ve neşri inkâr edenlere karşı gökleri ve yeri yaratan bir Yüce Yaratıcının insanları da tekrar yaratmaya kâdir olduğunu göstermektedir. Ve bolca sulara, hazinelere sahip olmak isteyen inkârcıların ne kadar cimri bir yaratılışta bulunduklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ hidayet sahiplerini de, sapıklar! da bilir (Ve Allah) Teâlâ kullarından (kime hidayet ederse) kimin kalbinde hakka yönelme kabiliyetini yaratırsa(işte hidayete eren odur) onu artık kimse saptıramaz (ve) Cenab-ı Hak (kimi saptırırsa) kimin hakkında sapıklığı yaratırsa, yani: O inatcı, inkârcı, lüzumsuz yere mucize isteğinde bulunan kimseleri ve benzerlerini de kendilerinin kötü iradelerinden dolayı sapıklığa düşürürse (artık onlar için) öyle kötü irade ve bozuk inanç sahipleri için (O’ndan gayrı) Cenab’ı Allah’tan başka (asla yardımcılar bulamazsın) ki, onları Hak yola sevkedebilsin veya azaptan kurtararak bir kurtuluş yoluna erdirsin. (ve onları kıyamet gününde körler, dilsizler, ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşrederiz) Öyle ki: Onlar dünyaya fazlasiyle bağlı oldukları için yerlere yüzleri sürülerek mahşere sevkedileceklerdir. Artık gözleri kendilerine zevk verecek bir şey göremiyecektir. Dilleri kendi lehlerinde söyliyecek bir söz bulamayacaktır. Kulakları da kendilerini sevindirecek, hoşlarına gidecek bir söz işitemiyecektir. Onlar dünyada iken Hakkın âyetlerini, ibret verici kudret eserlerini görmek istememişler, kelime-i tevhit gibi hak bir söz söylememişler ve hak sözleri dinleyip kabul eylememiş oldukları için ahirette öyle korkunç bir vaziyette bulunacaklardır. Evet.. (Onların varacakları) ahirette (cehennemdir) orada azap göreceklerdir. (Her ne zaman alev azalırsa) parıltısı sükûnet bulursa (onlar için) tekrar (chennem ateşini arttırırız.) Yani: Onların derilerini, etlerini ateş yiyip de alevi azalınca o derileri, etleri tekrar tekrar iade ederek cehennem ateşini yine parlar durur bir halde devam ettiririz. Onlar da dünyada iken inkâr etmiş oldukları iadenin mümkün olduğunu görmüş, o inkârlarının cezasına kavuşmuş bulunurlar.

§ Bu ayeti kerime de evvelâ: “Allah kime hidayet ederse” denilip de sonra “haşrederiz” denilmesi, gaib üçüncü şahıs kipinden birinci şahıs kipine geçiş demektir. Bundaki belâgat nüktesi ve hikmet ise haşr işinin mükemmel ve son derece şiddetli olacağına işarettir.

98. Bu onların cezasıdır. Çünkü onlar bizim âyetlerimizi inkâr ettiler ve dediler ki: Biz bir takım kemikler ve kokuşmuş toprak olduktan sonra mı, biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?

98. Evet… (Bu) şiddetli azap (onların cezasıdır) lâyık oldukları cezadır. (Çünkü onlar bizim âyetlerimizi inkâr ettiler) Kur’an’ın beyanlarını kabul etmediler, haşrın ve nesrin vuku bulacağı hakkındaki aklî ve naklî delillere iltifatda bulunmadılar, küfürlerinde devam edip durdular (ve dediler ki: Biz kemikler ve parçalanmış) topraklara karışmış (nesneler olduğumuz vakit mî?) yeni bir hayata kavuşacağız? Ha (biz mi) o zaman (yeni bir yaratılmış olarak diriltileceğiz.) Bu ne kadar uzak bir ihtimal!. İşte o kâfirler, Allah’ın kudretini hiç düşünmeyerek böyle bir inkârda bulunmuşlar ve dirilmeyi imkânsız görmüşlerdir.

99. Onlar görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah Teâlâ elbette ki, onların benzerini yaratmaya da kadirdir ve onlar için bir ecel de tâyin etmiştir ki, onda bir şüphe yoktur. Böyle iken zalimler, ancak küfürde israr eder durur, başkasından kaçınmış bulunurlar.

99. (Onlar) o inkarcılar (görmediler mi) hiç düşünmediler mi, bir takım açık delillere bakıp da kıyametin vukuunu bir basiret gözü ile görüp anlayamadılar mı ki?. (Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah Teâlâ elbetteki, onların benzerini yaratmaya da kadirdir.) Yani: Şüphe yok ki, Yüce Yaratıcının kudreti onları ikinci defa olarak da tamamen dünyada oldukları gibi vücude getirmeğe fazlasiyle kâfidir. Diğer bir yoruma göre de Allah Teâlâ kadirdir ki, onlar gibi diğer bir insan silsilesi meydana getirir de bunlar, Cenab-ı Hak’ki birler, onun kudretinin, hikmetinin mükemmelliğini kabul eyler, öyle bozuk şüphelerde bulunmayıp haşır ve nesrin vukuuna inanırlar. (Ve) o YüceYaratıcı (onlar için) insanlar için, onların hayat süreleri ve kıyamete sevkedilmeleri için (bir ecel de) bir belirli müddet de (tâyin etmiştir ki, onda bir şüphe yoktur) öyle insanların geçici bir zaman yaşayıp sonra öleceklerinde ve kıyamet vukuunda şek ve şüpheye mahal bulunamaz. Bu (böyle iken zalimler) öyle inkarcılar (ancak küfrde israr eder durur) lar, ondan ayrılmazlar. Fakat (başkasından çekinmiş bulunurlar) bir çok açık deliller var iken onlara bakmazlar, onları düşünmeden kaçınırlar, öyle inatcı bir inkâr içinde yaşar dururlar.

100. De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olacak olsaydınız, yine harcamak korkusuyla kıstıkça kısardınız ve insan pek cimri olmuştur.

100. Resûlüm!. O inatcı ve inkârcı şahıslara (de ki: Eğer siz) başkaları değil (rabbimin rahmet hazinelerine sahip olacak olsa idiniz) birçok rızk kaynaklarına ve diğer nimetlere sahip bulunsa idiniz, siz (yine harcamak korkusuyla) infak edilirse elde bir şey kalmaz, fakirlik ve ihtiyaç yüz gösterir endişesiyle (elbette kıstıkca kısardınız) onlardan cüz’i bir miktarını olsun yine muhtaçlara vesair hayır işlerine sarfetmekten kaçınırdınız, Öyle son derece bir tamahkârlık, cimrilik gösteriridiniz. Artık siz bu kabiliyette olduğunuz halde mi ülkenizde kaynakların dolup taşmasını, servet ve zenginliğin artmasını, hayat standardınızın yükselmesini istiyorsunuz?. Sizlerde o tamahkârlık, o alçaklık var iken bütün rahmet hazinelerine sahip olsanız yine cimriliğinize nihayet vermezsiniz. (Ve insan) yaratılış itibariyle (pek cimri olmuştur) insan nevinde bu cimrilki vardır. Çünkü insanlar muhtaç bir halde yaratıldığından elde edindikleri şeyleri ihtiyaç korkusuyla saklamaya yaratılış itibariyle meyyaldirler. Bazı insanlar bir kısım mallarını infak etseler de sırf Allah rızası için olmayıp sadece bir şöhret için olduğundan buda maddî bir menfaat karşılığında Dulunmuş olacağından bir infak sayılmaz, yine cimrilikten ibaret bulunmuş olur. aslında sırf Allah rızası için infak eden zatlar da vardır, fakat bunlar azınlıkta kaldıkları .çin yok hükmündedirler, itibar, çoğunluğadır. Bununla beraber bu insandan maksat, Dir görüşe göre de Resûl-i Ekreme müracaat edip ülkelerinde suların fışkırmasını, hazinelerin meydana gelmesini teklif etmiş olan inkârcılardan ibarettir. Bunlar, Resûl-i Ikrem’den öyle bir kısım mucizeler göstermesini istiyorlardı halbuki, o mucizeler gösterilse de yine hidayete kabiliyetleri olmayanlar inkârlarında devam edeceklerdi. Nitekim Hazreti Musa’nın vediğer Peygamberlerin gösterdikleri mucizelere karşı da birçok inkarcılar inkârlarında devam edip nihayet lâyık oldukları felâketlere kavuşmuşlardı. İşte Kur’an’ı Kerim bu hususa da işaret etmektedir.

101. And olsun ki, Biz Musa’ya açık açık dokuz âyet verdik. İşte İsrail oğullarına sor. Mûsâ onlara geldiği zaman ona Firavun dedi ki: Ey Musa! Şüphesiz ki ben seni elbette büyülenmiş zannetmekteyim.

101. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın da birçok mucizeler göstermeye muvaffak olduğunu buna rağmen yine Firavun gib inkârcıların küfürlerinde, düşmanlıklarında israr edip durmuş olduklarını bildirmektedir. Gösterilen mucizelere rağmen Hazreti Musa’yı ve ona tâbi olanları yurtlarından çıkarıp atmak isteyen Firavun’un helâke uğradığını, İsrail oğullarının ise öyle bir düşmandan kurtulup yurtlarında kalmalarına müsaade buyurulmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Resûl-i Ekrem’e karşı cephe alanların da Firavn gibi helâk olup gideceklerine işaret olunmaktadır. Şöyle ki: Yüce Resûlüm!. (And olsun ki) muhakkak bir gerçektir ki (biz Musa’ya açık açık dokuz âyet verdik) onun peygamberliğine ve tebliğ ettiğihükümlerin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden pek açık dokuz mucize meydana getirdik. (İşte İsrail oğullarına sor) onlar da bunu bilip itiraf ederler. Artık Son Peygamber in de birçok mucizeler göstermeye muvaffak olabileceği nasıl olur da imkânsız görülebilir? Fakat sapıklar o mucizeleri görünce de yine hakkı kabul etmezler. İşte Firavn açık bir misâl, (onlara) İsrail oğullarına vaktiyle Musa Aleyhisselâm bir Peygamber olarak (geldiği zaman ona) o muhterem Peygamber’e öyle mucizeler gösterdiği halde (Firavn) Mısır hükümdarı, mel’ûn herif, inatçı ve inkârcı bir vaziyet alarak (dedi ki: Ey Musa!. Şüphe yok ki, ben seni elbette büyülenmiş zannetmekteyim) sen sihre uğramış, aklını zayetmişsin, senin gösterdiğin bu mucizeler birer sihir eserinden başka bir şey değildir.

102. Dedi ki: Andolsun, sen bilirsin ki, bunları indirmedi, ancak göklerin ve yerin Rabbi birer ibret olmak üzere indirdi. Ve muhakkak ki, Ey Firavun! Ben seni elbette helâk olmuş sanıyorum.

102. Musa Aleyhisselâm da o inkârcı hükümdara karşı büyük bir yiğitlik gösterek (dedi ki: Andolsun) yemin ederim, Ey Firavun!. (Sen bilirsin ki) güzelce bakıp düşününce anlarsın ki, bu mucizeler birer sihir eseri değildir. (Bunları) bu âyetleri, bu mucizeleri (indirmedi) varlık alanına getirmedi (ancak göklerin ve yerin Rabbi, birer işaret) benim risalet iddiamda doğru olduğumu açıklayan birer alâmet (olmak üzere indirdi) bunları görüp durmaktasın. Fakat sırf inat ve kibir sebebiyle inkâra devam ediyorsun, (ve muhavkkak ki, ey Firavn! Ben seni elbette helâk olmuş sanıyorum) veyahut ben seni lânete uğramış, kovulmuş, hayırdan alıkonmuş, aklı bozuk bir halde görüyorum. Çünkü Cenab-ı Hak’kın varlığı , birliği nice mucizeleri meydana getirmeğe kâdir olduğu açıktır. Bütün bu kâinat, onun büyüklük vekudretine birer açık delildir. Böyle olduğu halde bunun aksini iddia etmek, en büyük bir cehalet ve sapıklık eseri değil de nedir?.

§ Musa Aleyhisselâm, birçok mucize göstermişti. Bu âyeti kerime bunlardan pek açık dokuzuna işaret buyurmaktadır. Bunların nelerden ibaret olduğuna dair çeşitli izahlar vardır. Kaz-ii Beyzavînin beyanına göre bunlar

(l) Ejderha kesilen asâdır.

(2) Güneş gibi parlayan yedi beyzadır.

(3) Etrafa yayılan çekirgelerdir.

(4) Halka musallat olan bitlerdir.

(5) Kurbağalardır.

(6) Meydana gelen kanlardır.

(7) Taşların yarılıp aralarından fışkıran sulardır.

(8) Denizin yarılıp yolların vücude gelmesidir.

(9) İsrail oğullarının üzerine Tur dağının kalkıp düşecek bir vaziyet almasıdır.

103. Bunun üzerine Firavun onları o yerden sürüp çıkarmak istedi. Artık biz de onu ve kendisiyle beraber olanları toptan boğduk.

103. Hazreti Musa’nın böyle karşılıkta bulunup Firavun’u susturması üzerine o mel’ûn hükümdar (onları) Musa Aleyhisselâm ile ona İman edenleri (o yerden) o Mısır havalisinden (sürüp çıkarmak istedi) onları küçümseyerek zahmet vermeğe niyetlendi. (Artık biz de onu) o Firavun’u (ve kendisiyle beraber olanları) diğer dinsiz Mısır ahalisini, askerlerini (topdan boğduk) hepsini de birden lâyık oldukları azaba kavuşturduk. İşte bu dünyada Allah’ın kanunu böyle cereyan etmektedir. Hârikaları gören, nimetlere kavuşan kimseler, bunların kadrini bilmezlerse, bunları inkâra cür’et gösterirlerse nihayet başlarına böyle bir felâket gelir, hepsi de mahvolur gider. Bu husustaki Kur’ânî açıklamalar, Resûl-i Ekrem efendimiz hakkında da bir teselliyi, bir müjdeyi içermektedir ki, ona karşı düşmanlıkta bulunanların da âkibetleri öyle bir felâkete uğramaktan ibaret olacaktır, İslâm dini ise Allah’ın yardımı sayesinde etrafa yayılıp duracaktır.

104. Ve ondan sonra İsrail oğullarına dedi ki: O yerde oturun, sonra ahiret vâdi gelince sizleri dürülüp toplanılmış bir halde mahşere getireceğiz.

104. (Ve ondan sonra) Firavn ile kendisine tâbi olanların öyle boğulup Allah’ın kahrına uğramalarının ardından (İsrail oğullarına dedik ki) yani: Peygamberleri vasıtasiyle vahyen onlara bildirdik ki: Siz artık (o yerde) o sizi çıkarmak istedikleri Mısır’da, havalisinde (oturun) Takdir edilen vakte kadar orada yaşayın (sonra) öyle yaşayıp olduğunuzu, topraklara defnedildiğinizi müteakip (ahiret vaadi gelince) va’dedilen kıyamet kopunca (sizleri) bütün insanları, müminleri de, kâfirleri de (dürülüp toplanılmış bir halde) toplu olarak mahşere (getireceğiz) aralarında hükmedeceğiz. Mutlu olanları mutsuz olanlardan ayıracağız. Artık bu akibeti düşününüz, ona göre daha dünyada iken hareketlerinizi güzelce tanzim etmeye çalışınız. Bütün bu ilâhî açıklamalar, birer hakikattır, birer uyanma vesiledir.

105. Ve onu hak ile indirdik ve o da hak ile indi ve seni de ancak bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

105. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in hakkı ortaya koymak için indirilmiş olduğunu, Resûl-i Ekrem’in de Peygamberlik görevini bildiriyor. Kur’an-ı Kerim’in ne gibi hikmetten dolayı peyderpey şekilde indirilmiş olduğuna, ona imân edenlerin kendi menfaatlerine, İmân etmiyenlerin de kendi zararlarına olarak hareket etmiş bulunacaklarına işaret buyuruyor. İlim ve irfan sahiplerinin ise okunan Kur’an’ı Kerim’e karşı ne kadar büyük bir sevgi ve saygı göstererek şükür secdesine kapanacaklarını Hak Teâlâyı takdis ve tenzih ederek büyük bir zevk ve korku ile ağlayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onu) o Kur’an-ı Kerim’i (hak ile indirdik) yani: Sabit manalara sahip, fayda ve hikmeteuygun, birçok hükümleri toplayıcı olarak Levh-i Mahfuz’dan son peygambere indirdik (ve o da hak ile indi) değişme ve başkalaşmaya uğramaksızın, her türlü felâketlerden korunmuş olarak inmiş oldu. Artık ona değişme ve başkalaşma gibi bir eksiklik ârız olmayacaktır. (Ve) Resûlüm Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (seni de ancak) itaatkâr olanlar için sevab ile (bir müjdeleyici ve) âsi olanlar için de ilâhî azap ile bir (uyarıcı olarak gönderdik) yoksa onların her istedikleri mucizeleri meydana getirmek için göndermedik. Eğer tebliğ ettiğin ilâhî dini kabul ederlerse kendi selâmetlerini, faidelerini temin etmiş olurlar, kabul etmezlerse zararı kendilerine aittir. Onların o hareketlerinden sen mes’ul olmazsın.

106. Ve onu Kur’an olarak vakit vakit müneccemen indirdik, onu insanlara teenni ile dura dura okuyasın diye. Ve onu birbiri ardınca müteferrik surette indirmiş olduk.

106. (Ve onu Kur’an olarak) ayrıntılı bir ilâhî kitab olmak üzere (vakit vakit) peyderpey, yani: Ayet âyet, sûre sûre olarak yirmi sene kadar bir müddet içinde (indirdik) hepsi birden indirilmiş olmadı. Ta ki, (onu insanlara teenni İle) dura dura (okuyasın) onları insanların anlamaları, ezberlemeleri kolayca olsun. (Ve onu birbiri ardınca) hikmet ve menfaatin gereğine göre ve bir takım olayların aralıklarla meydana çıkması üzerine peyderpey bir surette (indirmiş olduk) bu suretle o ilâhî kitab, o ilâhî kanun tamamen tebliğ edilerek kararlaşmış bulundu.

107. De ki, İmân edin veya imân etmeyin. Şüphe yok ki, bundan evvel kendilerine bilgi verilmiş olanlar, kendilerine karşı o (Kur’an) okununca derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.

107. Yüce Resûlüm!. O inkârcılara (de ki: İman edin veya etmeyin) o Kur’an’ın ilâhî bir kitab olduğunu ister tasdik edin ve ister etmeyin sizin imanınız onun kıymetini arttırmaz, inkâretmeniz de onun değerini azaltmaz, imanınızın faidesi size aittir, imansızlığınızın zararı da kendi nefsinize aittir, siz cahil olduğunuzdan Kur’an’ın değerini, yüceliğini takdir edemiyorsunuz (şüphe yok ki, bundan evvel) Kur’an’ın inişinden önce (kendilerine bilgi verilmiş olanlar) daha önceki kitapları okumuş, vahyin hakikatını anlamış, peygamberlik alâmetlerini, işaretlerini öğrenmiş olan bir kısım bilgin zatlar ise Hazreti Muhammed’in vasıflarını önceki kitaplarda okumuş, onun son peygamber olduğunu idrâk etmiş oldukları için Kur’an’ı Kerim’in âyetleri (kendilerine karşı okununca) manevî bir zevke ulaşırlar. Cenab-ı Hak’kın emirlerine saygı göstermek için ve öyle bir mukaddes kitabı insanlığa ihsan buyurduğundan dolayı o kerem sahibi mabuda şükretmek için (derhal yüz üstüne secdeye) yüzleri üzerine yerlere (kapanırlar) derhal bu kulluk vazifesini, bu şükür görevini yerine getirmiş olurlar. Abdullah Bin Selâm, Zeyd Bin Amr, Vereka Bin Nevfel gibi zatlar bu cümledendir. Bu âyeti kerime, secde âyetlerinin dördüncüsüdür, bunu okuyunca secde etmelidir.

108. Ve derler ki: Rabbimizi takdis ve tenzih ederiz. Rabbimizin vadi hakikaten yerine getirilir.

108. (Ve) öyle akıllı, düşünen mümin zatlar, secde ederken (derler ki: Rabbimizi takdis ve tenzîh ederiz) onun ilâhî şanı, her yönüyle mukaddestir, o kerem sahibi olan rabbimiz, kâfirlerin yalanlamasından uzaktır. Ve derler ki; (Rabbimizin vadi hakikaten yerine getirilir) önceki kitaplarda dünyayı teşrif edeceğini haber vermiş olduğu son peygamberi varlık alanına getirdi, ona ihsan buyuracağını bildirmiş olduğu Kur’an’ı Kerim’i indirerek insanlık âlemini en kutsal bir hidayet rehberine kavuşturdu.

109. Ve ağlıyarak çeneleri üstüne kapanırlar ve Kur’an onların saygısını arttırır.

109. (Ve) o mübarek âlim, zatlar, Kur’an’ı Kerim’in kendilerine verdiği bir manevî zevk ile, Allah’ın kudretini, kutsiyetini düşünmekten meydana gelen, mhanî bir korku ve huşu ile (ağlayarak çeneleri üstüne) yerlere (kapanırlar) saygı göstermeye koşarlar (ve) Kur’an’ı Kerim, (onların saygısını arttırır) gönüllerinin yufkalığını ve Allah’ın büyüklüğünü düşünmekten dolayı meydana gelen korku ve saygılarının artmasına vesile olur. İşte İslâm dininin, Kur’an’ı Kerim’in yüceliğini böyle takdir eden ve yücelten zatlar daima mevcut bulunacaklardır. Bu yüceliği takdir edemiyenler varsın zarar ve ziyanda yaşasınlar. insanlığın İslâmiyet gibi hakikî bir dine kavuşan aydın, düşünen bir tabakası, daima Kur’an’ı kerim’i yüceltecek, Cenab’ı Hakkın kutsî âyetleriyle mübarek isimleriyle kalplerini aydınlatacak, lisanlarını süsleyip duracaklardır.

110. De ki: Allah diye dua edin, rahman diye dua edin, hangisiyle dua etseniz nihayet en güzel isimler o’na mahsustur ve namazında sesini pek ziyade kaldırma ve onu büsbütün de kısma ve bunun arasında bir yol tut..

110. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâya mukaddes isimlerinden herhangi biriyle dua edilmesinin cevazını bildirdiyor. Yüce Allah’ı zikretmenin ve Yüce zatına hürmette bulunmanın en kutsal bir şeklini tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. Bir olmakla nitelenen Allah Teâlâ’nın en güzel, mübarek isimleri olduğunu bilmeyenlere (de ki: Allah diye dua edin, rahman diye dua edin) o Yüce Mâbud’u hangi kutsal bir ismiyle zikrederseniz ediniz, yine yalnız onu zikretmiş olursunuz. Evet.. mübarek isimlerin (hangisine dua etseniz) zilerde bulunsanız makbuldür, güzel bir ibadettir, Allah katında sevaba vesiledir. Şüphe yok ki, (nihayet en güzel isimler o’na) Allah Teâlâ’ya (mahsustur) işte Allah ismi de pek güzeldir, isimlerin en yücesidir. Aynı şekilde Rahman ismi de pekgüzeldir, o Yüce Yaratıcının kâinatı kuşatan rahmet ve lütfunu göstermektedir.

§ Bu ilâhî beyan, bir takım müşriklerin iddialarını reddetmektedir. Şöyle ki: Resûl-i Ekrem efendimiz bir gece secde ederken Ya Allah, ya rahman demişti. Ebu Cehl gibi bazı müşrikler bunu duymuşlar, rahmanî da başka bir ilâh sanmışlar, “Muhammed -aleyhisselâmbizi iki ilâha ibadetten nehyettiği halde kendisi Allah ile beraber rahman diye diğer bir ilâha da dua ediyor” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki: Evet.. Allah Teâlâ birdir. Ortak ve benzerden uzaktır. Rahman ise onun mübarek isimlerinden biridir, isimlerin çokluğu ise isimlendirilen varlığın çokluğunu icab etmez, Cenab-ı Allah, o en güzel isimlerinin herhangi biriyle zikredilebilir. (Ve) Hak Teâlâ hazretleri, muhterem Resûlüne şunu da emretmiştir ki: namazında sesini pek ziyade kaldırma) pek yüksek bir ses ile Kur’an okuma, çünkü bazı kâfirler bunu işiterek kötü münasebetsizlikte bulunabilirler. (Ve) mamafih onu) sesini namazda Kur’an okurken (büsbütün kısma) senin ve sana uyan cemaatin işitemiyeceği derecede de gizlice okuma, (ve bunun) öyel fazla sesli okuma le fazlaca sessiz okuma (arasında bir yol tut) orta bir usul takip et. Çünkü işlerin “layırlısı, orta derecede olanıdır.

§ Bir yoruma göre bu âyeti kerime, namazların hepsini de sesli Kur’an okuyarak almaktan ve hepsini de gizli sesle okuyarak kılmaktan men etmektedir. Bunların irasında takibedilecek yol ise öğle ve ikindiden ibaret olan gündüz namazlarının sessiz olarak ve sabah, akşam, yatsı vakitlerindeki gece namazlarının da sesli olarak Kur’an okunmak suretiyle kılınmasıdır. Bazı zatlara göre de bu âyetteki salâttan maksat, duadır. Bu takdirde emir idilmiş oluyor ki: Cenab-ı Hak’ka dua ve niyazdabulunurken ne öyle adaba aykırı gö-ülecek şekilde bağıra çağıra dua et, ne de kendinin bile duymayacağın bir tarzda, bir .ükût ile duada bulun, ikisi arası bir şekilde tam bir hürmet ve saygı ile duaya devam eyle.

111. Ve de ki: Hamd o Allah Teâlâ’ya mahsustur ki, bir çocuk edinmedi ve onun için mülkte bir ortak da yoktur ve onun için acizlikten ötürü bir dosta ihtiyaç da yoktur ve o’na tam bir hürmetle hürmette bulun.

111. (Ve) Ey Yüce Resûl!. Kerem sahibi yaratıcına hamd ve senada ve kullukta bulunacağın zaman (de ki: Hamd o Allah Teâlâ’ya mahsustur ki) kendisi için haşa (bir çocuk edinmedi) öyle Yahudilerin, Hıristiyanların ve Beni Melih denilen bir kısım müşrik kabilelerin iddiaları bâtıldır. Hiç kimse, Cenab-ı Hak’kın çocuğu olamaz. Allah Teâlâ çocuğa ihtiyaçtan uzaktır. Çocuklar, anne-babanın birer parçası demektir, mahiyetleri müşterek bulunmaktadır. Yüce Allah, ise parçalara ayrılmaktan başkalarıyla aynı mahiyette bulunmaktan uzaktır, beridir. Şüphesiz inanıyoruz.. (Ve onun) o kâinatın yaratıcısı (için mülkte) ilâhlıkta, kâinatın tamamına hâkimiyette (bir ortak da yoktur.) “seneviyye” topluluğunun iddiaları gibi tanrıhkta çokluk olamaz. O takdirde kâinattaki yaratıcılıkları, hâkimiyetleri sınırlı, kendileri sonsuz kudretten mahrum bulunmuş olurlar. Böyle bir hâl ise, ilahlığın şanına asla lâyık olamaz. (Ve onun için) o ortak ve benzerden uzak olan Allah Teâlâ için (acizlikten ötürü bir dost da yoktur) kendisine hâşâ bir noksanlık bir acizlik yönelemez ki, onu defetmek için kendisine yardım edecek bir kimse düşünülsün. Öyle bir düşünce, ilahlığın şanına, kudret ve büyüklüğüne aykırıdır. (Ve) Resûlüm!. Ve ey hakikî mümin olan herhangi bir zat!, (ona) o Yüce Yaratıcıya (tam bir hürmet ile hürmette bulun) onun çocuktan, ortak ve benzerden, başkalarının yardımlarınaihtiyaçtan uzak olduğunu hatırlayarak tam bir hürmetle birlemeye ve yüceltmeye devam et, kulluk vazifeni yerine getirmeye çalış.. İşte İslâm dini, bütün insanlığa böyle yüce bir vazife, bir dinî terbiye öğretmekte ve telkin etmektedir. Artık biz böyle mukaddes bir dine böyle bizleri irşat eden ve aydınlatan bir hikmetli Kur’ana kavuşmuş olmamızdan dolayı kulluk secdesine kapanır, mukaddes yaratıcımızı birler ve yüceltir ve ona tam bir hürmet ile hamd ve senaya devam ederiz. Başarı Allah’tandır.

Lütfen Paylaşın!
1Shares

One Response

  1. Mehmet Ağustos 28, 2023 Reply

BİR CEVAP YAZIN