YUNUS SURESİ

91. Şimdi mi? Ve sen muhakkak ki, evvelce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuş idin.

91. Firavun öyle boğulmak korkusuyla Allah Teâlâ’ya imân edince kendisine bir azarlama ve red olmak için denildi ki: (Şimdi mi?) İmân ediyorsun?. Şimdiye kadar aklın nerede idi?. Ne için âcizliğini düşünmedin de rablık iddiasına cür’et gösterdin?. Ne için o mucizeleri inkâr ediyor, Hz. Musa’yı tasdik etmeyip bilâkis hayatına kasdetmek istiyordun?. (Ve sen muhakkak ki, evvelce) bu boğulma hâdisesinden önce senelerce (isyan etmiş) günahkâr bulunmuş, hakkı kabulden kaçınmış, Yüce bir Peygamberin ve ona imân edenlerin hayatlarına kasteylemiş, (ve) müslümanlardan değil (bozgunculardan olmuş idin) başkalarını saptırarak kendine taptırmak alçaklığını işlemiştin, artık senin böyle ölümünü görüp durduğun bir sırada imân etmenin ne ehemmiyeti olabilir?, ki, seni Allah’ın azâbından kurtarsın, senin mânevî hayatını temin edebilsin!.

92. Artık bugün senin cesedini kurtaracağız, tâki, senden sonra geleceklere bir ibretolasın. Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları bizim âyetlerimizden elbette gafillerdir.

92. Ey Firavun!. (Artık) Senin helâkin kaçınılmazdır. (Bugün) Ancak (senin cesedini kurtaracağız) yani: Senin cismini ruhsuz olarak denizden çıkarıp sahile alacağız, yahut seni elbisenden soyulmuş bir halde dışarı çıkaracağız, veyahut Firavun, altundan yapılmış bir zırh giyinmiş idi, onunla beraber sahile atılarak onun kendisi olduğu bu suretle de görülüp anlaşılacaktı. (Tâki) Ey Firavun sen (senden sonra geleceklere de bir ibret olasın) gerek İsrail oğullarına ve gerek daha sonra dünyaya gelecek milletlere senin bu felâkete uğramış olman bir uyanma vesilesi olsun, İşte Allah Teâlâ’yı vaktiyle tasdik etmeyen, kendisine rablık rütbesi vererek halkı kendisine taptırmak isteyen herkesin ahlâkına, mukaddesatına engel olmak sevdasında bulunan bozguncu kimselerin âkibetleri böyle felâkettir. Artık bu gibi bozguncu kimseler için Firavun’un ve benzerlerinin uğramış oldukları korkunç âkıbetler birer ibret levhası, birer uyanma vesilesi bulunmaktadır. (Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları bizim âyetlerimizden elbette gafildirler) Cenâb-ı Hak’kın varlığına, kudret ve büyüklüğüne, ilâhî dinin yüceliğine ve gerçek oluşuna açıkça şahitlik eden nice delilleri, hârikaları, güzelce tefekkür etmezler, dinsizlik, ahlâksızlık yüzünden nice kimselerin, kavimlerin helâk olup gittiklerini, onların o müthiş, tarihî hallerini nazarı dikkate almazlarda cehâlet ve sapıklık içinde yaşar dururlar. Halbuki, Yüce Allah, öyle dinsiz, ahlâksız şahısların, cemiyetlerin başlarına gelmiş olan felâketleri insanlara böyle kutsî âyetleriyle haber vermektedir ki, bunları güzelce düşünerek kendi hayatlarını, İtikatlarını, ahlâklarını düzeltsinler ve tanzim edebilsinler, bu da insanlık hakkında Allah’ın rahmetinin bir eseridir. Allah Teâlâ cümlemize uyanıklıklar nasip buyursun Âmin.. Sûre’i Bakaredeki (40 – 42 – 47 – 56) ıncı âyetlereA’raf sûresindeki (132 – 137)ncı âyetlere de bakınız!.

93. Ve and olsun ki. İsrail oğullarını salih = doğru bir yurda yerleştirdik. Ve onlara tertemiz şeylerden rızık verdik. Sonra kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphe yok ki, Rabbin onların arasında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü hükmedecektir.

93. Bu âyeti celile, İsrail oğullarının kavuştukları nîmetlerden ve mâlûmattan sonra ihtilâfa düşmüş olduklarını ve bu yüzden âhirette muhakemeye tâbi olacaklarını şöylece bildirmektedir: (Ve and olsun ki. İsrail oğullarını salih) doğru, seçkin, hayır ve bereket sahası olan (bir yurda) Mısır’a ve Şam’a veya Şam, Fürs ve Ürdün diyarına (yerleştirdik) öyle razı olacakları, istifâde edecekleri yerlere indirdik. (Ve onlara temiz şeylerden rızık verdik) yani: Onları helâl, lezzetli meyvelere, sebzelere, sütlere, ballara vesaireye kavuşturduk. Firavun ile kavminin elleri altında olan yerlere İsrail oğullarını mirasçı kıldık. (Sonra kendilerine ilm gelinceye kadar) Tevrat’daki hükmler kendilerine tebliğ edilinceye değin o İsrail oğulları dinlerinde (ayrılığa düşmediler) Ne zaman ki, Tevrat nâzil oldu, onu okudular, ondaki hükmleri öğrendiler, onu müteakip dinlerinde ihtilâfa düştüler. Yahut İsrail oğulları, Son Peygamber’in dünyayı şereflendireceğini kendi kitaplarında görmüş, okumuşlar idi, onun ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Vaktaki, o Yüce Peygamber, gelip insanları İslâmiyete dâvet etti, onun peygamberlik iddiasındaki doğruluğu, mucizeler ile sâbit oldu, bunu görüp bildikten sonra İsrail oğulları ihtilâfa düştüler, Abdullah İbni Selâm ile ashâbı gibi zatlar imân ettiler, bir çokları da sadece haset ve boş olma sevgisi nedeniyle o Yüce Peygamberi inkâra cür’et eylediler. (Şüphe yok ki, Rab’bin onların arasında ihtilâfa düştüklerişeyler hakkında) kısaca Hz. Muhammed’in peygamberliği hususunda (kıyâmet günü hükmedecektir.) Hakkı yerine getirenlerle iptal edenleri mü’min olanlar ile olmayanları seçip ayıracaktır.

94. Eğer sen, sana indirmiş olduğumuz şeylerden kuşkuda isen senden evvel kitap okumakta olanlardan sor. And olsun ki, sana hak Rabbinden gelmiştir. Artık şüphe edenlerden olma.

94. Bu mübârek âyetler de Rasûlü Ekrem’in ilâhî vahye mazhar bir Yüce Peygamber olduğunun önceki kitaplarda zikredilmiş olduğunu, bunda bir şüpheye mahal bulunmadığını, bu hakikatı yalanlayanların ise hüsrana uğrayanlardan olacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Eğer sen, sana indirmiş olduğumuz şeylerden) kıssalardan, tarihî olaylardan, İsrail oğulları ile Firavun’a ve kavmine ait hâdiselerden faraza (şüphede olmuş isen) yani: Etrafında bulunanların içinde böyle bir şüphe ve tereddütde bulunanlar var ise bu şüpheyi gidermek için (senden evvel kitap okumakta) Tevrat ve İncil gibi ilâhî kitapları okuyup içindekileri öğrenmiş (olanlardan sor) o şüphe edilen şeylerin birer hakikat olduğu o kitaplarda sabit, kendilerince muhakkaktır. (And olsun ki, sana hak) şüpheye ve tereddüde mahal bulunmayan kesin âyetler, ilâhî haberler sana (Rab’binden gelmiştir.) o şeyler sana hakkıyla bildirilmiştir. (Artık şüphe edenlerden olma) sahip olduğun kesin karar ve kanaatten ayrılma, o kat’î inancın üzerinde devam et.

95. Ve sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma. Sonra ziyana uğramışlardan olursun.

95. (Ve) Ey Yüce Peygamber!, (sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma) öyle inkârcıların sözlerine iltifat etme, öyle çirkin dinî hükmlere aykırı bir durumun,peygamberliğin şânıyla uzlaştırılması mümkün olamaz. Faraza o inkârcılara uyacak olsan, (sonra hüsrana uğramışlardan olursun) nefislerini zarar ve ziyâna, felâkete mâruz bırakmış olanlara katılmış bulunursun. Halbuki, haddizatında mâsum olan Yüce bir Peygamberde böyle bir noksanlık düşünülmüş değildir. Binaenaleyh Peygamber Efendimize böyle bir hitap, onun ümmetine hitap demektir. Bu gibi hitaplar, karşılıklı konuşmalarda cereyan eder. Meselâ: Bir hükümdar, bir vezirinin idâresi altındaki birçok kimselere bir muamelenin yasaklandığını anlatmak için o vezirine hitaben; “Sen şu muameleyi yaparsan hakkında şöyle bir ceza gerekir.” der, bununla bütün o kimselere hitab etmiş olur. Çünki böyle bir hitap, daha fazla tesirlidir. Bununla beraber böyle bir hitap, bazen birşeyin mümkün veya vâki olmadığını başkalarına göstermek maksadına dayanmış olur. Meselâ: Hz. İsa’nın ilahlık dâvasında bulunmadığı Cenâb-ı Hak’ca bilinmektedir. Öyle olduğu halde: Ona hitaben: “Sen mi insanlara dedin ki? Beni ve vâlidemi iki ilâh edinin” diye buyurulması, Hz. İsa’nın böyle bir iddiada bulunmadığını açıklayarak ona öyle bir isnatta bulunanları yalanlamak içindir.

96. Muhakkak o kimseler ki, aleyhlerinde Rabbin sözü tahakkuk etmiştir, onlar imân etmezler.

96. Bu mübârek âyetler, kendi kötü irâdelerinden dolayı haklarında imansızlık takdir edilen kimselerin ne kadar deliller, mucizeler ortaya çıksa da kendilerine açık bir azap yönelmedikçe imân edemiyeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak o kimseler) o nefislerini zarara uğratmış, kendi irâdelerini, ihtiyarlarını kötüye kullanmış kâfirler (ki, aleyhlerinde Rab’bin kelimesi) hüküm ve kazası, levh-ı mahfuzdaki yazısı (tahakkuk etmiştir.) onların imân etmiyeceklerimeleklere haber verilmiştir. (Onlar imân etmezler) kâfir olarak ölürler. Çünki Allah’ın takdiri bozulamaz, ilâhî haber hakikate aykırı olamaz.

97. İsterse, onlara her âyet gelsin. Pek acıklı azâbı görünceye kadar küfrlerinde devam ederler

97. (Velev ki, onlara) Öyle küfr üzere ölmeleri, takdir edilen kimselere (Her âyet gelsin) kendilerine birçok deliller, mucizeler gösterişin, onlar yine küfr üzerine ısrar eder dururlar. Çünki onların Cenâb-ı Hak’ca ezelde bilinen kötü irâde ve kesblerinden dolayı imân etmemeleri hakkında ilâhî irâde tecelli etmiştir. Onların imanları hakkında ilâhî bir irâde bulunmadıkça yanlızca deliller, hârikalar onları hidâyete sevkedemez. Onlar (pek acıklı azâbı) ölüm sarhoşluğunu, cehenneme ait alâmetleri (görünceye kadar) küfrlerinde devam ederler. O azâbı gördükten sonraki bir imân ise, bir ümitsizlik imânı olacağından makbul olamaz. Öyle bir imân, sahibine fâide veremez. Nitekim Firavun’a boğulduğu zamandaki imânı faydalı olamamıştı.

98. Hiç bir şehir ahalisi yoktur ki, ümitsizlik halinde imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin. Yunus kavmi ise müstesnâ. Ne zaman ki imân ettiler, onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını kaldırdık ve kendilerini bir müddete kadar faydalandırdık.

98. Bu mübârek âyetler, ümitsizlik halindeki imanların kabul edilmeyeceğini, ancak Yunus kavminin imânı takdir edilmiş olduğundan azap alâmetlerini görür görmez imâna kavuştuklarını bildirmektedir. Ve hiç bir kimsenin Allah’ın takdirine yaklaşmadıkça imâna nâil olamayacağını ve binaenaleyh bir kimseyi cebir ve zorlama ile imâna sevketmeye yer olmadığını, ve akıllarını güzelce kullanmayanların cezalara uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Küfr üzere yaşamış (hiçbir şehir ahalisi yoktur ki) kendisineAllah’ın azâbı yönelip de öyle bir (ümitsizlik halinde imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin) onu o azaptan kurtarsın. Bu vâki olmamıştır. Bu andaki imân kendilerine fâide vermez. (Yunus) Aleyhisselâm’ın (kavmi ise müstesnâ) onlar daha azap alâmetlerini görür görmez tam bir samimiyetle Cenâb-ı Hak’ka yalvardılar, samimî surette tövbe ettiler. Onlar (vaktaki) bu şekilde derhal (imân ettiler) Hz. Yunus’un Peygamberliğini kabul ve Allah’ın birliğini tasdik eylediler. (Onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını açıverdik) onları kendilerine gelecek felâket ve helâkten kurtardık (ve kendilerini bir müddete kadar) ömürlerinin sonuna değin (yararlandık) nimetlere kavuşturduk.

§ Yunus Aleyhisselâm: Musul tarafında bulunan “Ninova” beldesi ahalisine Peygamber gönderilmişti. Bu ahali, Hz. Yunus’un davetini kabul etmediler, müşrikce yaşamaya devam ettiler. Hz. Yunus onların üzerine kırk güne, diğer bir rivayete göre üç güne kadar bir azap geleceğini haber verdi. Onlar da Hz. Yunus’un yalan söylediğini bilmiyoruz, bakalım içimizden çıkar giderse başımıza bir azap geleceği muhakkaktır demişler. Gerçekte Hz. Yunus bir gece içlerinden çıkıp gitmiş, onu müteakip hava kararmış, her tarafı duman sarmış, beldeleri karanlık içinde kalmağa başlamış, büyük bir felâketin kendilerine geleceğini anlamışlar, Hz. Yunus’u aramışlar ise de bulamamışlar, Cenâb-ı Hak onların kalplerine tövbe hissini düşürmüş, hemen erkekleri, kadınları, çocukları, hayvanları toplayarak bir sahraya çıkmışlar, hazin hazin ağlamışlar, yakarışta bulunmuşlar, birbirlerinden helâllik almaya çalışmışlar, hatta içlerinden birisi başkasına ait bir taş üzerine yaptırmış olduğu evini yıkarak o taşı çıkarmış, sahibine iade eylemiş, kısacası Hz. Yunus’un bir Peygamber olduğunu tasdik ederek pek samimi bir şekilde imân eylemişler, Cenâb-ı Hak’ta merhamet buyurmuş, onların dualarını kabul edereküzerlerine gölgesi düşmekte bulunan azâbı onlardan kaldırmıştır. Bu hâdise, âşûra gününe tesadüf eden bir cuma gününde meydana gelmişti. Bu kavim, bizzat azâbı görmeyip onun yanlızca alâmetlerini görmüş ve pek samimî şekilde tevbe edip af diledikleri için Cenâb-ı Hak kendilerini bu azaptan kurtarmıştır. Firavun ise bizzat azâbı görmüş, sırf bir korku sebebiyle imân iddiasında bulunmuş olduğu için onun imânı tam bir ümitsizlik imânı olduğundan kabul edilmemiştir. Hz. Yunus, kavminden ayrıldıktan sonra deniz kenarına gitmiş, bir gemiye binmiş fakat gemi hareket etmemiş, bu gemide efendisinden kaçmış bir köle bulunmalıdır ki, böyle yürümez oldu. Kur’a atalım kime isâbet ederse onu gemiden çıkaralım demişler. Hz. Yunus da o köle benim ki, Rab’bimin daha müsaadesini almadan kavmimin arasından çıktım, ayrıldım diyerek kendisini denize atmış, derhal büyük bir balık tarafından yutulmuş, fakat, kendisi çokca tesbih ve tehlilde bulunur bir zat olduğu için Cenâb-ı Hak kendisini o felâketten kurtarmış, balık o mübârek zâtı sahile atmıştı. Vücudu pek ziyade zedelenmiş bulunuyordu. Nihayet o arıza da yok olmuş, yine kavminin yanına dönmüş, onlar da yüz binden daha ziyâde bulunuyorlardı. Hepsi de Hz. Yunus’a imân ederek kendileri için takdir edilen zamana kadar yaşamışlardı, İsrail oğullarından olan Hz. Yunus, bilahara Ninova şehrini terkederek uzlete çekildiği bir yerde vefat etmiştir. Daha sonra da Ninova şehrini düşmanları kuşatarak harab etmişlerdir. Oraya hâkim olan Asuriye devleti de tarih sahnesinden silinmiştir.

99. Ve eğer Rabbin dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa hepsi de cümleten imân ederlerdi. Artık o halde inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?

99. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Eğer Rab’bîn dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa) hiçbiri geri kalmamak üzere (hepsi de cümleten imân ederlerdi) senin peygamberliğini tasdik ederek hiçbir muhalefette bulunmazlardı. Halbuki, onların hepsi hakkında öyle bir mutluluk irâdesi ezelî âlemde tecelli etmemiştir. Onların kendi irâdelerine, kesiblerine göre haklarında hikmet gereği ne ise o takdir edilmiştir. (O halde) Öyle imanları takdir edilmiş olmadığı halde (inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?.) Yani: Ey Yüce Resûl!. Sen bütün insanlar imân etsinler diye çalışıyorsun, üzülüyorsun, küfrlerinden üzüntü duyuyorsun. Halbuki, kendi kusurlarından dolayı imanları takdir edilmiş olmayan kimseler artık imân edemiyeceklerdir. Sen onlardan mes’ul değilsin. Kendini öyle hüzn ve kedere mâruz bırakma. Binaenaleyh bu âyeti kerime de Rasûlü Ekrem hakkında bir teselliyi içermektedir.

100. Hiçbir şahıs için Allah Teâlâ’nın izni olmaksızın imân etmek mümkün değildir. Ve murdarlığı, akıllıca düşünmez kimselerin üzerine kılar.

100. Evet.. (Hiçbir şahıs için Allah Teâlâ’nın izni) irâdesi, takdiri (olmaksızın) hiçbir vakit (imân etmek mümkün değildir) yani: Hiç bir kimse, kabiliyeti olmayan bir şahsı zoru zoruna hakikî bir şekilde imân şerefine kavuşturmuş olamaz. Ancak Cenab’ı Hak, iradesini, ihtiyarını güzelce kullanan hangi bir kulunu imâna muvaffak kılar. (Ve) O Hikmet Sahibi Yaratıcı (murdarlığı) azâbı, hakarete sebep olan herhangi bir zelilliği (akıllıca düşünmez) Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği aklı, fikri, irade kuvvetini güzelce kullanmayarak ihtiyarını küfr ve isyan yönüne sarfeden (kimselerin üzerine kılar) onları hidayetten mahrum bırakır, onları ebedî azaplara uğratır, lâyık oldukları cezalara kavuşturur, İşte bu imtihan âleminin gereği budur.

101. De ki: Bakınız! Göklerde ve yerde olanlarnelerdir? Fakat inanmayan bir kavim için âyetler ve uyarıcılar bir fâide vermez.

101. Bu mübârek âyetler, insanların dikkatlerini Allah’ın varlığının birer muazzam delili olan göklerdeki ve yerdeki yaratılış eşsizliklerini celbetmektedir. Asr-ı saadetteki inkârcılarında daha evvelki asırlardaki inkârcıların başlarına gelmiş olan felâketlerini mislini beklemekte olduklarını bildirmektedir. Öyle felâketlerden Peygamberler ile onlara imân edenlerin kurtulup inkârcıların o yüzden mahv ve helâk olacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. Cenâb-ı Hak’kın varlığına birliğine dair senden delil isteyen dinsizlere, müşriklere (de ki: Bakınız) tefekkür ediniz (göklerde ve yerde olanlar nelerdir?.) ne garip, eşsiz ve bir Yüce Yaratıcının varlığına şahit şeyler vardır. Bir kere üzerimizdeki âlemlere bakmalı, nedir o muazzam varlıklar?. Güneşin, ay’ın, yıldızların parlak varlıkları, gecelerin, gündüzlerin, muhtelif mevsimlerin birbirini muntazaman takip edip durması ne büyük birer ilâhî kudret eseridir?. Bir kere de yeryüzüne bakmalı, bundaki muhtelif hayat sahipleri, çeşit çeşit ekinler, meyveler, madenler, dereler, denizler ne kadar çeşitli ve birer gayeye yönelik bulunmaktadır?. Artık insanlar, bunları güzelce düşünmeli, bunlar ile bir Yüce Yaratıcı’nın varlığına delil getirerek güzel bir inanca kavuşmak değil midirler? (Fakat imân etmez bir kavim için) kendi yaratılışlarını kötüye kullanacakları cihetle küfrleri takdir edilen bir topluluk için (âyetler) hârikalar ne kadar açık olursa olsun (ve uyarıcılar) Cenab’ı Hak’kın azâbını bildirerek insanları imâna, takvâya dâvet eden Peygamberler ve onların mirasçıları (bir fâide vermez) onlar yine küfrlerinde ve isyanlarında devam eder dururlar. Evet.. Böyle dinsizlikleri takdir edilen kimseleri hangi muazzam bir eser, mübârek bir zat imâna kavuşturabilir?. Elbette edemez. Çünki onlar kendi kabiliyetlerini kendileri zâyi etmişlerdir.

102. Artık onlar beklemezler, ancak kendilerinden evvel geçmiş olanların günlerinin benzerlerini beklerler. De ki: Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.

102. (Artık onlar) O Peygamberin risâletini inkâr eden Mekke müşrikleri ve benzerleri (beklemezler) gözetip durmazlar (ancak kendilerinden evvel geçmiş olanların) Nuh kavmi gibi, kıptiler gibi dinsiz, helâke uğramış kimselerin (günlerinin benzerini) onların başlarına gelmiş olayların, korkunç felâketlerin birer benzerini (beklerler) kendilerinin de başlarına öyle felâketlerin geleceğini gözetir dururlar. Resûlüm!. Onlara (de ki: Bekleyiniz) âkıbetinizi gözetiniz, azâbı bekleyiniz (ben de sizinle beraber) üzerinize azabın gelmesini (bekleyenlerdenim) elbette ki, sizlere böyle bir azap, bir felâket gelecektir.

103. Sonra biz Peygamberlerimizi ve imân etmiş olanları kurtarırız. Böylece bizim üzerimize bir hakdır ki, mü’minleri kurtarırız.

103. (Sonra) Öyle geçmiş kavimlerden itibaren (biz Peygamberlerimizi ve) onlara tâbi olup (imân etmiş olanları) onların muhitlerine yönelen azaptan (kurtarırız) onları kurtuluş sahasına kavuştururuz. (Böylece) Peygamberleri ve onlara tâbi olan mü’minleri kurtardığımız gibi (bizim üzerimize bir hakdır ki) yani, Yüce zahmin vâdi ve hükmü gereğidir ki, (mü’minleri) bütün imân ehlini ve bilhassa Hz. Muhammed ile ona tâbi olanları (kurtuluşa erdiririz) onları helâkten, azaptan koruruz. İşte imânın yüce mükâfatı!.

104. De ki: Ey insanlar! Eğer siz benim dinimden şüphede iseniz, haberiniz olsun ki ben Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylere ibâdet etmem. Ve lâkin ben o Allah Teâlâ’ya ibâdet ederim ki, sizlerin canlarını alıverir ve ben emrolunmuşumdur ki, mü’minlerden olayım.

104. Bu mübârek âyetler, İslâm dininin yüksek mahiyetini ve Rasûlü Ekrem’in neler ile mükellef ve ne suretle ibâdet ve itaade devam edici olduğunu bildirmektedir. Cenab’ı Hak’kın takdir etmiş olduğu bir zararı veya hayrı yok etmeye ve var etmeye, değiştirmeye ve bozmaya kimsenin kaadir olamayacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. Senin kendilerini İslâm dinine dâvet etmeye emrolunduğunda şek ve şüphede bulunarak imân etmeyenlere (de ki: Ey insanlar!. Eğer siz benim dinimde) sizi kendisine dâvet etmekte bulunduğum İslâmiyette (bir şüphede iseniz) haberiniz olsun ki, o hak bir dindir. Sizlerse öyle bir dini kabul etmeyip ondan kaçınıyorsunuz, putlara tapınıyorsunuz, İslâm dini ise buna asla müsaade etmez. Binaenaleyh (ben Allah Teâlâ’dan başka) sizin (taptığınız şeylere) putlara, öyle hiçbir şeyi yaratmaya kudretleri olmayan mahlûklara (ibâdet etmem) onları asla mâbud tanımam (velâkin ben o Allah Teâlâ’ya ibâdet ederim ki, sizlerin canlarını alıverir) ruhlarınızı alarak sizi lâyık olduğunuz azaplara kavuşturur. (Ve ben) Allah tarafından (emrolunmuşumdur ki, mü’minlerden olayım) Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini ve onun tarafından gelen hükmleri tasdik edici olarak inancı temiz zatlardan bulunayım; sizin gibi akıla, nakile, ilâhî vahye aykırı itîkatlarda bulunan inkârcılardan kaçınayım.

105. Ve yüzünü İslâmiyet’te sâbit olarak dine doğrult ve müşriklerden olma.

105. (Ve) Bana Allah tarafından emrolunmuştur ki: (Yüzünü) Hânif olduğun halde, yani: (İslâmiyet’te sâbit) Hakka yönelici, doğrulukla vasıflanmış, dini vazifelerini yerine getirmeye kabiliyetli (olarak dine) İslâmiyet’e (doğrult) bâtıl dinlerden uzak ol, ruhen, bedenen hak dine dondurulmuş bulun. (Ve müşriklerden olma) Allah’ın birliği inancını yaymaya çalış, insanlığı irşada devamet. Gerek itikat ve gerek amel yönüyle gayri müslimlerden kaçın.

§ Rasûlü Ekrem Hazretleri, bilindiği üzere mâsumdur, ondan İslâmiyet’e aykırı hareketin çıkması düşünülemez. Binaenaleyh bu gibi Rasûlullah’a yönelik olan emirler, yasaklar onun vasıtasiyle ümmetinin fertlerine yöneliktir. Artık bütün müslümanlar, îslâm dini üzere devamda bulunmakla emrolunmuşlardır.

§ Hânif eğrilikten uzak olandır veya evvelki yaramazlıktan geri dönüp hakka kavuşan kimse demektir. Müslim olan bir zata da “hânif” denilir. Çoğulu hünefadır. îbrahim Aleyhisselâm’a da “hânif” denilmiştir. Çünki kavminin, babalarının ibâdet ettikleri bâtıl putlardan kaçınıp hakka ibâdette bulunduğu için bu ismi almıştır.

106. Ve Allah’tan başka sana ne fâide ve ne de zarar veremiyecek olanlara ibâdet etme. Şayet edecek olursan şüphe yok ki, sen o takdirde zalimlerden olmuş olursun.

106. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen yani: Ey Muhammed ümmeti!. (Allah’tan başka) onun gayrı olup (sana ne) kendisine ibâdet etsen (fâide ve ne de) kendisine ibâdet etmesen (zarar vcremiyecck olanlara) putlara, insanlara veşâir mahlûklara (ibâdet etme) onlara tapınmak gibi bir harekette bulunma (şayet) onlara böyle bir ibâdet (edecek olursan şüphe yok ki, o takdir de) öyle mâbutluk sıfatına sahip olmayan fâni şeylere tapınmış olduğun surette (zalimlerden olmuş) kendi nefsine zulm etmiş (olursun.) Çünki o takdirde ibâdet, yerine konulmuş olmaz, âciz, menfaat vermeğen kudretsiz bir şeye boş yere ibâdette bulunulmuş olur ki, bu en büyük bir zulmdur, ve Allah’ın hukukuna bir saldırıdır.

107. Ve eğer Allah Teâlâ sana bir zarar dokundurursa artık ondan başka onu bir giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse artık onun lütfunu red edecek deyoktur. Bunu kullarından dilediğine eriştirir ve o bağışlayandır, esirgeyendir.

107. (Ve eger Allah Teâlâ sana bir zarar) Fakirlik gibi, hastalık gibi bir musibet (dokundurursa artık ondan başka) O Yüce Yaratıcıdan gayrı (onu) o zararı (bir açacak) giderecek (yoktur) hiçbir kimse buna güç yetiremez (ve eger sana bir hayır) bir bolca rızk, güzelce bir sıhhat (dilerse) o da senin hakkında ilâhî bir lûtuf demektir, (artık onun) Öyle (fazlını) lûtf ve keremini (red edecek yoktur) hiçbir kimse ona mâni olamaz (bunu) bu hayrı, bu lûtuf ve keremi (kullarından dilediğine eriştirir) bu, O Yüce Yaratıcının iradesine, takdirine aittir. (Ve o) Kerem Sahibi Yaratıcı (gafurdur) dilediği kullarının günahlarını fazlasıyla örter ve o (rahîmdir) kullarına lûtf ve keremi pek ziyadedir. Artık öyle bir Yüce Mâbud var iken başkalarına ibâdette bulunmak nasıl câiz ve uygun olabilir?.

108. De ki: Ey insanlar! Muhakkak ki, Rabbiniz tarafından size hak gelmiştir. Artık her kim hidâyeti kabul ederse kendi nefisi için hidâyete ermiş olur. Ve her kim sapıklığa düşerse şüphe yok ki, kendi nefisi aleyhine sapıklığa düşmüş olur. Ve ben sizin üzerinize bir vekil değilim.

108. Bu mübârek âyetler, insanlar için hidâyet yolunu gösteren ve sırf hakikat olan Kur’an’ı Kerim’in inişini müjdelemektedir. Artık hidâyeti seçenlerin kendi lehlerine, seçmeyenlerin de kendi aleyhlerine hareket etmiş olacaklarını ihtar eylemektedir. Yüce Peygamberin de kendisine vahy olunan ilâhî emirlere tâbi olup ilâhî hükmün tecellisine kadar sabr ile yükümlü bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin sonuncusu!. Kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğun kimselere (de ki: Ey insanlar!.) Ey Allah Teâlâ’nın mükellef kulları!. (Muhakkak ki Rabbiniz tarafından size hak gelmiştir) yani:Kur’an’ı Kerim nâzil olmuştur. Sizin için yükümlü olduğunuz vazifeler hakkıyla bildirilmiştir, bir özür ileri sürmenize mahal kalmamıştır. (Artık) Sizden (her kim hidâyeti kabul ederse) yani: Peygambere imân eder, Allah’ın kitabı ile amelde bulunursa (kendi nefsi için hidâyete ermiş olur) çünkü Hak’ka tâbi olmuş, bâtılı terk eylemiş, nefsini azaptan kurtararak cennete aday bulunmuş olur. (Ve) Bilâkis (her kim sapıklığa düşerse) hakkı kabul etmezse, meselâ: Dinî hükmlerden birini inkâr eylerse (şüphe yok ki, kendi nefsi aleyhine sapıklığa düşmüş olur) çünkü böyle bir sapıklığın vebali, mes’uliyeti kendi aleyhine yönelir, kendi nefsini azâba lâyık kılmış bulunur. (Ve ben) Ey insanlar!, (sizin üzerinize bir vekil değilim) yani: Ben bir Peygamberim, dinî hükmleri size tebliğ ile emrolunmuş bir müjdeci ve uyarıcıyım, yoksa sizin hareketlerinizi fiilen korumak ve düzenlemekle emrolunmuş değilim. Ben vazifemi yerine getirmiş bulunmaktayım. Artık siz kendi vazifelerinizi düşününüz!. Artık siz kendi âkıbetinizi düşünmeli, hakka tâbi olmalı, batıldan kaçınmalı değil misiniz?.

109. Ve sana vahy olunana tâbi ol ve Allah Teâlâ hükmedinceye kadar sabret. Ve o, hükmedenlerin en hayırlısıdır.

109. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen (sana vahy olunana tâbi ol) Kur’an-ı Kerim’in açıklamaları doğrultusunda hareket et, onu ümmetine tebliğ eyle (ve Allah Teâlâ hükmedinceye kadar) yani: Düşmanlarına karşı sana zafer verinceye değin, senin dinini ortaya çıkarıncaya değin veya cihad için sana emir eyleyinceye kadar (sabret) onları İslâm dinine dâvet hususunda, onların eza ve cefalarına tahammül hususunda sabırlı bulun, metanetten ayrılma. Sabrın sonu selâmettir, mükâfattır. (Ve o) hikmet sâhibi Yaratıcı; şüphe yok ki, (hükmedenlerin en hayırlısıdır) çünki onun hükmünde asla hata düşünülmüşdeğildir. O Âlim Mâbud, bütün mahlûklarının gizli ve açık bütün hallerini hakkıyla bilicidir. Artık her akıllı, düşünceli insan için lâzımdır ki; hayatını güzelce tanzim etsin, Hak Teâlâ Hazretlerinin kudretini, azametini, ilâhî hükmünü düşünerek mes’uliyeti gerektirecek hareketlerden kaçınsın, Allah’ın rızasını kazanmaya vesîle olacak güzel amellerde bulunarak hakikî istikbalini temine muvaffak olsun. Ve başarı Allah’tandır.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN