YUNUS SURESİ

31. De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ve o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir? Ve kimdir ki, ölüdendiriyi çıkarır ve diriden de ölüyü çıkarır. Ve kimdir işleri tedbir eden? Derhal diyeceklerdir ki: “Allah”. Artık de ki: Siz korkmaz mısınız?

31. Bu mübârek âyetler, cahilce halleri anlatılan müşriklerin ne kadar fasit bir yol takib ettiklerini bir takım deliller ile ortaya koymaktadır. Bütün kâinatta Cenâb-ı Hak’kın hâkim, tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf ettikleri halde başkalarına da tapmak aptallığında bulunan müşriklerin Allah Teâlâ’dan korkmaz olduklarını teşhir eylemektedir. Artık öyle haklarında ilâhî hükmün kararlaşmış olduğu, kâfirlerin imâna nâil olamayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O halleri hikâye olunan müşriklere (De ki: Sizi gökten) yağmurlar ile, yayılan aydınlıklar ile (ve yerden) bitirilen çeşit çeşit mahsuller ile (kim rızıklandırıyor?.) Sizler yeryüzünde yaşayarak bunlardan istifâde edip duruyorsunuz. (Ve) Size ve diğer hayat sahiplerine verilmiş olan (o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir?) bunları yaratan, birer hayret verici yaratılış üzere tanzim eden ve bunları size verip muhafaza buyuran hangi zattır?. (Ve kimdir ki,) hangi kudret sahibidir ki, (ölüden diriyi) nutfelerden insanları, yumurtalardan kuşları (çıkarır) vücude getirir (ve dinden de ölüyü çıkarır) meselâ: insanlardan nutfeleri, kuşlardan yumurtaları var eder. (ve kimdir işleri tedbir eden?.) Bütün yüksek ve alçak âlemlerde ruhlar ve cesetler sahalarında mahlûkatın işlerini tedbir eden, hayatlarını tanzim, idarelerini temin, kendilerini faaliyete nâil buyuran hangi mukadddes zattır? Şüphe yok ki, o müşrikler (Derhal diyeceklerdir ki. Allah) bütün bunları yaratan, besleyen, idâre eyleyen muhakkak ki, Yüce Allah’tır. (Artık) O müşrikler, kibirlenmeye, inada kaadir olamayarak böyle bir itirafta bulunacaklardır. O halde Resûlüm!. Onlara (de ki: Siz korkmaz mısınız?.) karşınızda Allah’ın kudretine, birliğine ait bu kadar deliller parlayıpdururken, siz de bütün halk ve tedbirin, bütün dünya ve âhiretteki varlıkların Cenâb-ı Hak’ka aidiyyetini itiraf ederken artık öyle putlara tapınmanın cezasından hiç korkup endişede bulunmaz mısınız?. Nedir bu kadar gaflet ve cehâlet!.

32. İşte sizin hak olan Rabbiniz, o Allah Teâlâ’dır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır? O halde nasıl çevriliyorsunuz?

32. (İşte sizin hak olan) birliği, .rab oluşu kuşkusuz sâbit bulunan (Rabbiniz) Yaratanınız, işlerinizi yöneten, mabudunuz (o) kuvvet ve yüceliği, bütün kâinattaki yaratıcılık ve hâkimiyeti sâbit olan (Allah Teâlâ’dır) bunu her akıl sahibi anlayıp itiraf eder. (Artık haktan sonra) Batıldan (sapıklıktan başka ne vardır?.) elbette ki, hak ile bâtıl arasında başka bir vasıta yoktur. Binaenaleyh başkalarına tapanlar, hakkı bırakmış, bâtıla yönelmiş olurlar. (O halde) Ey müşrikler!, (nasıl çevriliyorsunuz?.) Cenâb-ı Hak’ka ibâdeti bırakıp da öyle bir takım putlara, mahlukata nasıl ibâdete cür’et ediyorsunuz?. Bu ne kadar fena, müşrikce bir hareket!.

33. İşte fıska düşmüş olanların aleyhine Rabbin kelimesi şöylece gerçekleşmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler.

33. (İşte) Allah’ın rab oluşu tahakkuk etmiş, haktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu taayyün eylemiş bulunduğu gibi (fişka düşmüş olanların) mahlûkata tapmak sapıklığına düşmüş bulunanların (aleyhine Rabbin kelimesi) Cenâb-ı Hlak’kın ilmi, hüküm ve kazası, ezelî takdiri (şöylece) Allah’ın rablığının tahakkuku, maktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu gibi (tehakkuk etmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler) ebediyen ilâhî azâba mâruz kalırlar. Bu husustaki ilâhî kelime ve ilâhî irâde artık muhakkaktır ki, asla değişmeyecektir. İşte açık delilleri inkâr eden, kendi vicdanî kanaatlerine de muhalefette bulunarak küfür üzere ölüpgidenlerin âkibetleri böyle ebedî bir felâkettir.

34. De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan halkı ilk kez var eden, sonra da onu iade eyleyen bir kimse var mıdır? Allah Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır, sonra da onu iade eder. Artık siz nereden sapıttırılıyorsunuz?

34. Bu mübârek âyetler, Allah’ı birlemenin doğruluğu, ortak koşmanın bâtıl olduğu hakkında ayrıca delilleri kapsamaktadır. Cenâb-ı Hak’tan başka kâinatı var eden, dilediğini hidâyete nâil edebilen başka bir zatın bulunmadığını bildirmektedir. Artık öyle bir Yüce Mâbuddan başkalarına da tapınmakta bulunan müşriklerin hareketlerini kınamaktadır. Ve kuru bir zanna tâbi olup kesin ve doğru bir itikaddan mahrum olanların hakkı idrakten, hidâyete kavuşmaktan uzak bulunmuş olacaklarını da ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere (de ki: Sizin koştuğunuz ortalardan) kendi ortaklarınız iddia ederek adlarına bir kısım mallarınızı ayırmış ve kendilerine tapınmakta bulunmuş olduğunuz putlarınızdan (halkı ilk kez var eden) yoktan vücude getiren (sonra da onu) öldükten, mahv olup izi kalmadıktan sonra (iade eyleyen) yeniden vücude getiren (bir kimse var mıdır?.) hangi bâtıl mabudunuz bunu yapabilir?, elbette muktedir olmadıklarını bilirsiniz?. (Allah Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır) vücuda getirir (sonra da onu) öldürür, mahveder, dilediği zaman da yine onu (iade eder) tekrar hayata vücude kavuşturur. Bunu ey müşrikler!. Siz de itiraf edersiniz, (artık siz nereden) Ne sebeple (sapıttırıhyorsunuz?.) haktan bâtıla döndürülüyorsunuz?. Bu kadar deliller mevcut iken neden Cenâb-ı Hak’tan başkalarının mâbud olamayacağını anlamıyorsunuz da şirke, sapıklığa düşüyorsunuz?. Bu ne kadar cahilce bir hareket!.

35. De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan Hak’ka hidâyet edecek bir kimse var mıdır? Deki: Allah Teâlâ Hak’ka hidâyet eder. Artık Hak’ka hidâyet eden zat mı uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete eremiyecek kimse mi? Artık sizin için ne var? Nasıl hükmediyorsunuz?

35. Yüce Resûlüm!. O müşriklere (De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan) putlarınızdan insanları (hakka hidâyet edecek bir kimse var mıdır?.) Onların arasında deliller gösterecek, resuller gönderecek, hidâyetleri halk edecek bir fert mevcut mudur?. Elbette mevcut olmadığı muhakkaktır. Ey Yüce Peygamber!. O gafillere (de ki: Allah Teâlâ Hak’ka hidâyet eder) dilediğini hidâyete kavuşturmak, yalnız onun kudret elindedir, böyle bir kudret başkalarında mevcut değildir. (Artık) Düşününüz!, (hakka hidâyet eden zat mı uyulmaya) Kendisine ibâdet ve itaat edilmesine, ilâhî hükümlerine riâyet olunulmasına (daha haklıdır, yoksa) Allah tarafından (hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete <eremeyecek kimse mi?.) elbette ki, böyle kendisini bizzat hidâyete erdirmekten âciz bir kimse, başkalarını da asla hidâyete erdiremez. (Artık sizin için ne var?.) Ne gibi ruhî bir hastalığa mâruzsunuzdur, (nasıl hükmediyorsunuz?.) kendilerine uyulmaya lâyık olmayan şeylere tâbi olarak onları da birer mâbud ediyorsunuz. Bu kadar akla, hikmete aykırı bir şeyi neden düşünüp anlayamıyorsunuz?.

36. Onların ekserisi zandan başka bir şeye tâbi olmaz. Zan ise şüphe yok ki, hiçbir şey ile hakkın yerini tutmaz. Allah Teâlâ ise muhakkak ki, ne yaptıklarını tamamiyle bilicidir.

36. (Onların) O müşriklerin veya insanların (ekserisi) Cenâb-ı Hak’kın varlığını ikrar hususunda (zandan başka birşeye tâbi olmaz) onların ikrarları kesin bir inanca, kabüle şayan olacak şekilde bir delile dayanmış değildir. Bilâkis kum bir zanna, sâdece öncekilerden işitmiş olduklarına dayanmaktadır. (Zan iseşüphe yok ki,) sahibini (hiçbir şey ile hakkın) kesin bir şekilde bilip tasdik etmek gibi sahih bir inancın (yerini tutmaz) çünki inançla ilgili meselelerde zan kâfi değildir. Onları kesin olarak tasdik etmek lâzımdır. Meselâ; Peygamberimizin risâletini kesin olarak bilip tasdik etmek icabeder, onun peygamberliğini bir zan ve tahmine binaen kabul etmek dînen asla geçerli değildir. Bir mü’min, kendisinin kesin şekilde mü’min olduğunu bilip gerektiğinde itiraf etmekle mükelleftir. Bir zandan dolayı “inşaallah mü’minin)” demesi kâfi değildir. Fakat kesin olarak inandığı halde sırf Allah’ın adı ile teberrük için, veyahut âhirete ne suretle ölüp gideceğini bilmediği için güzel bir sona kavuşmak ümidiyle veya bir tevâzu, bir nefsi hazm maksadiyle “inşaallah ben mü’minim” demesi câiz, imâna aykırı değildir. Bir de İmamı Şafiî’ye göre imanın mahiyeti, inanmak ile ikrardan ve amelden ibârettir. Bir kimse Allah’ın emrine tam uygun bir şekilde amelde bulunabileceğini kestiremez. Bu itibarla “inşaallah mü’minim” demesi İmânına mâni değildir. Çünkü bir mahiyetin cüz’îlerinden böyle birinde şüphe edilmesi, o mahiyetin tamamında şüpheyi icab etmez. (Allah Teâlâ ise muhakkak ki,) O müşriklerin ve bütün mahlûkâtının (ne yaptıklarını) nasıl itikadda, amelde bulunduklarını ve bu cümleden olarak onların nasıl zanna tâbi olup yakîn derecesinde hak olan bir şeyi yalanladıklarını (tamamiyle bilicidir.) Artık şüphe yok ki, o müşrikleri de o kötü itikatlarından o yalanlamaya cür’etleri yüzünden ebediyen cezalandıracaktır.

37. Ve bu Kur’an, Allah’tan başkasına isnad edilerek iftirada bulunulamaz. Velâkin o kendisinden önce olanı bir tasdiktir ve kitabın bir açıklamasıdır. Onda bir şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

37. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in önceki kitapları tasdik edici, çok hakikatlarıaçıklamış olan bir ilâhî kitap olup başkalarına isnad edilmeden yüce bulunduğunu bildirmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir sûresinin bile benzerini getirmeğe insanlığın muktedir olmadığını beyân ve aksini iddia edenleri benzerini getirme meydanına dâvet etmektedir. Ve hikmet beyân eden Kur’an’ı yalanlayanların önceki kitapları yalanlayanlar gibi cahillerden olup ne elem verici âkibetlere mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. O inkârcılara de ki: (bu Kur’an) bu bir nice İlim ve fenleri içeren, hikmet ve belâgat mucizesi olan ilâhî kitap (Allah’tan başkasına isnat edilerek iftirada bulunulamaz.) bu bir ilâhî kelamdır, başkası tarafından Allah adına bir iftira olarak tanzim edilmiş değildir. Buna insan gücü yeterli değildir. Bunu Hz. Muhammed’in kendi tarafından Allah adına tertib etmiş olması nasıl iddia edilebilir?. (Velâkin o) Kur’an-ı Kerim (kendisinden önce olanı) Tevrat ve İncil gibi diğer Peygamberlere verilmiş olan hangi bir semavî kitabı (bir tasdiktir) o kitapların içeriklerini haber vermektedir, nice tarihte meçhul kalmış, eski hadiseleri hikâye etmektedir, Hz. Muhammed ise okuma yazma bilmezdi, önceki kitapların içeriğini bilmezdi. Artık Kur’an’ın onları haber vermesi, onun ilâhî vahye dayanan bir kitap olduğuna açık bir delildir. (Ve kitabın bir açıklamasıdır) dinî hükmlerin ve diğerlerinin bir açık beyânıdır. (Onda bir şüphe yoktur.) O muhakkak bir ilâhî kitaptır. (Âlemlerin Rabbi tarafından -indirilmiştir-) indirilmiş veya üstün kılınmış artık onu başkalarına isnat etmek asla doğru olmaz.

38. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz, onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka gücünüz yettiği kimseyi de çağırınız.

38. (Yoksa onu) O Kur’an’ı Kerim Hz. Muhammed (uydurdu mu diyorlar?.) Evet… Omübârek Peygambere böyle bir iftirada bulunuyorlar. Ey Yüce Peygamber!. Onlara (De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz) eğer gerçek durum, sizin dediğiniz gibi ise (onun benzeri bir sûre getirin) belâgat ve fesahat itîbariyle, onun o güzel, lâtif nazmı şekliyle bir sûre tertib ve tanzim ediniz (ve) bu hususta (Allah’tan başka gücünüz yettiği) kendisinden yardım dilemeğe muktedir olduğunuz hangi bir (kimseyi de çağırınız) size yardım etsin, hep birlikte çalışarak öyle bir sûre vücude getiriniz. Heyhat!. Bu kabil mi?.

39. Hayır… Onlar ilmini kuşatamadıkları ve daha tevili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan evvelkiler de böylece yalanlamada bulunmuşlardı. Artık bak ki, zalimlerin sonu nasıl olmuştur.

39. (Hayır) Onların Kur’an hakkındaki sözleri cahilce bir iddiadan ibârettir (onun ilmini kuşatamadıkları) daha ilk işitip âyetlerinin ihtiva ettiği hakikatleri anlamış bulunmadıkları (ve daha tevili) gayıplara, geleceklere, vaad ve tehdide ait verdiği haberler henüz (kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar) onu bir iftira eseri kabul ettiler, onu Allah nâmına yalan yere isnat edilmiş bir eser sanıverdiler. Evet… (Onlardan) O peygamber asrındaki müşriklerden (evvelkiler de böylece) o müşrikler gibi (yalanlamada bulunmuşlardı) kendilerine gönderilmiş olan peygamberleri ve kitapları inkâra cür’et eylemişlerdi, sonra da o inkârları yüzünden Allah’ın kahrına uğramışlardı. (Artık) Habibim!. (Bak ki, zalimlerin) O Peygamberleri yalanlamakla kendi nefislerine zulm etmiş olan münkirlerin (akibeti nasıl olmuştur) ne kadar müthiş bir felâketten ibâret bulunmuştur. İşte seni inkâr edenlerin âkibetleri de öyle helâkten, hüsrandan ibâret olacaktır.

§ Bu ilâhî beyân, Rasûlü Ekrem için bir tesellidir, bütün insanlık için de bir uyanma dersidir. Her insan, zalimlerin, mükirlerin,mâruz kalmış oldukları pek dehşetli sonlan düşünerek zulümden, hakka tecavüzden; inkârcı hareketlerden nefsini korumaya çalışmalıdır.

40. Ve onlardan kimisi ona imân eder ve onlardan kimisi de ona imân etmez. Ve Rabbin bozguncuları pek ziyâde bilendir.

40. Bu mübârek âyetler, İslâm dininin kabule dâvet edilen kimselerin bir kısmı İslâmiyet’i kabul edip bir kısmının da kabul etmiyeceğini ve böyle imândan mahrum olanların mes’uliyetleri kendilerine ait bulunacağını beyân buyurmaktadır. İslâmiyeti kabul etmeyenlerin de iki kısma ay rızıklarını, bir kısmı, peygamberin beyanlarını, Kur’ânî tebliğleri işittikleri halde mânen sağır oldukları için bunlardan istifâde edemeyeceklerini, diğer bir kısmı da İslâmiyetin hak olduğuna ait delilleri gördükleri halde mânen kör oldukları için bunları tasdikten mahrum bulunacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (onlardan) o senin kavminden, kendilerini İslâmiyet’e dâvet eylediğin kimselerden (kimisi ona) o Kur’an-ı Kerim’e, kendilerine tebliğ edilen İslâmî hükümlere (imân eder) güzelce bir düşünce neticesinde bu hakikatı anlar, kabul ederek İslâmiyet şerefine, nâil olur. (ve onlardan) Kur’an-ı Kerim’i inkâr edenlerden (kimisi de ona) o Kur’an-ı Kerim’e, onun tebliğ ettiği dinî hükmlere (imân etmez) onun ilâhî bir kitap olduğunu güzelce düşünmez, dinî hükmleri kabul etmiyerek küfür içinde kalır gider, (ve Rab’bin) İşe öyle (bozguncuları) küfrlerinde inat edip duranları (pek ziyade bilendir) onların bütün o kâfirce halleri Allah katında tamamen bilinmektedir. Artık onun cezasına hazırlansınlar. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.

41. Ve eğer seni yalanlarlarsa artık de ki: Benim amelim banadır, sizin ameliniz de sizedir. Siz benim işleyeceğîmden berisiniz, ben de sizin işleyeceğiniz şeylerden beriyim.

41. (Ve) Resûlüm!, (eğer seni yalanlarlarsa) Kendilerine gösterilen delillere rağmen yine inkârlarından ayrılmazlarsa (artık) onlara (de ki: Benim amelim banadır) benim ibâdet ve itaatimin sevabı mükâfâtı bana aittir, (sizin amelleriniz de sizedir) siz de kendi küfür ve isyanınızın cezâsına kavuşacaksınızdır. Ben sizden uzak bulunmaktayım. (Siz benim işleyeceğimden uzaksınız) Siz benim fiil ve hareketlerimle alâkadar olacak değilsinizdir. (ben de sizin işleyeceğiniz şeyleren uzağım) sizin inkârcı ve bozguncu şekildeki amellerinizden dolayı ben mes’ul olmayacağımdır. Evet… Rasûlü Ekrem’in vazifesi, ilâhî hükümleri tebliğ ve tavsiyedir. Bu vazifeyi ise tamamen yapmıştır. Hatta insanlık hakkında pek fazla şefkat ve merhametinden dolayıdır ki, ehli küfrü imâna dâvet hususunda en büyük fedakârlıklarda bulunmuştur. Artık Rasûlü Ekrem hakkında bir sorumluluk düşünülemez.

42. Ve onların içinde senin sözlerini işitmek isteyenler de vardır. Fakat sağırlara mı işittireceksin? Eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuş ise.

42. (Ve) Resûlüm!, (onların) O müşriklerin (içinde senin sözlerini işitmek) okuduğun Kur’an’ı Kerim’i dinlemek (isteyenler de vardır) onlar Hz. Peygamber’in beyanlarını zâhiri bir kulakla dinlerler, (fakat) Onlar aşırı düşmanlıklarından dolayı mânen sağır kimselerdir, peygamberin tebliğlerini can kulağıyle dinleyip kabul etmek kâbiliyetinden mahrumdurlar. Artık Habibim!. Sen tebliğlerini öyle (sağırlara mı İşittireceksin?.) bu mümkün mü? Özellikle onlar, bu sağırlıkları ile beraber (eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuşlar ise) işte bu inkarcılar, o kabildendirler. Akıllı olan bir sağır, yine bazı şeyleri anlar, kabul edebilir. Fakat akılsız olunca artık bir hakikatı işitip kabul etmeğe kaadir olamaz. Onlar o kötü inkârcı hareketlerinden dolayı bir ilâhîkahır olmak üzere güzelce anlamak özelliğinden mahrum kalmışlardır.

43. Ve onlardan sana bakanlar da vardır. Ya sen körlere göremez kimselerde olsalar doğru yolu gösterebilir misin?

43. (Ve onlardan) O müşriklerden (sana bakanlar da vardır) senin Peygamberliğine, sözlerinin doğruluğuna ait delilleri görüp muayene ederler. Bununla beraber yine imândan, tasdikten kaçınırlar. Onlar mânen kör kimselerdir. Kendi kötü hareketlerinin bir cezası olmak üzere hakikatları görmek kâbiliyetinden mahrum bırakılmışlardır. Artık Resûlüm!. Onları hidâyete nâil etmeğe sen kâdir olamazsın. Evet. (Ya sen körlere) Göremez kimselere öyle (göremez kimselerde olsalar da) kalp gözleri kör, kendileri basîretten mahrum bulunsalar da onlara (doğru yolu) tariki müstakîmi (gösterebilir misin?.) elbette gösteremezsin. Çünki onlar maddî ve mânevî kabiliyetlerini yitirmişlerdir. Artık onları Cenab’ı Hak’tan başkası ıslah edemez, hidâyete kavuşturamaz. “Bir göz ki, anın olmaya ibret nazarında” “Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde.”

§ Malumdur ki: Cenab’ı Hak insanlara kuvve-i sâmia = işitme kuvveti ve kuvve-i bâsira = görme kuvveti vermiştir. Bunlar birer büyük ilâhî lütuftur. Bu iki kuvvetten hangisinin daha efdal, daha şerefli olduğunda ise ihtilâf vardır. Şöyle ki: Bazı zatlara göre işitme kuvveti efdaldir. Çünki: İnsanlar diğer hayvanlardan söz söylemek suretiyle ayrılırlar. Sözlerden ise işitme kuvveti vasıtasıyla istifâde olunur. Bir insan işitme gücü sayesinde gözü önünde söylenmeyen şeyleri de işitir. Kör olsa da ilm tahsilinde bulunabilir. Yüce Peygamberlerden bazılarına âmâlık ariz olmuştur, fakat sağırlık ârız olmamıştır. Böyle bir arıza onların haklarında câiz değildir. Peygamberlik vazifesini yerine getirmeye mânidir.Fakat diğer bazı zatlara göre de görme kuvveti daha efdaldir, daha şereflidir. Zira idrâk vasıtalarının en mükemmeli, görme gücüdür. İnsan göz vasıtasiyle en uzaklardaki kudret eserlerini, meselâ göklerdeki nûranî cisimleri müşâhede edebilir. Sonra görmek kuvvetinin âleti, nurdan ibârettir, işitmek kuvvetinin âleti ise ancak havadır. Nur havadan şerefli olduğundan artık görme gücü de işitme gücünden üstündür. Bir de yaratılış bakımından gözlerde tecelli eden hikmeti ilâhî hârikaları kulaklardaki hârikalardan daha fazladır. Gözler sahiplerine daha fazla bir güzellik verir, körlük ise bu güzelliği azaltır, sağırlık ise sâhibi için bir ayıp sayılmaz. Hatta deniliyor ki: Hz. Musa, dünyada iken Cenâb-ı Hak’kın kelâmını işitmiş olduğu halde Allah’ın cemâlini görmek temennisinde bulunmuş iken bu şerefe nâil olamamıştı. Bu da gösteriyor ki, görmek nimeti, işitmek, nimetinin üstündedir. “Essiracülmünir” de deniliyor ki: Zâhir olan da budur.

44. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara hiç bir şey ile zulümetmez. Velâkin insanlar kendi nefislerine zulüm ederler.

44. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’i yalanlayan müşriklerin başlarına gelen felâketlerin hâşâ bir ilâhî zulüm olmayıp yalnız kendi kötü hallerinin bir neticesi olduğunu bildimektedir. Ahiret hayatını inkâr edenlerin o ebedî âlemdeki fecî vaziyetlerini ve dünya hayatının ne kadar geçici, çabucak yok olucu olduğunu o zaman anlâmış olacaklarını haber veriyor. Ve o inkârcıların korkutulmakta oldukları felâketlerin bir kısmına daha dünyadalarken de kavuşacaklarını şöylece ihtar buyuruyor: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Bir mutlak âdildir, bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve ihsanı bolcadır. (insanlara hiç bir şey ile zulm etmez) Allah hakkında zulm düşünülemez. O bütün kâinatın yaratıcısıdır, sahibidir. Mülkünde dilediği şekilde tasarrufakaadirdir. Bununla beraber onun bütün tasarrufları adâlet ve ihsâna dayanmaktadır. (Velâkin insanlar kendi nefislerine zulm ederler) Cenâb-ı Hak insanlara hikmet gereği bir kazanma kuvveti vermiştir. İnsanlar hayrı da, şerri de kazanabilirler. Fakat şerri kazanmalarına Cenâb-ı Hak razı değildir. Buna rağmen şerri işlerlerse, yani sahip oldukları kuvveklerini şer tarafına yöneltirlerse Hak Teâlâ da onların haklarında şerri yaratır, çünki ondan başkası yaratıcı yoktur. Bazı hadiseleri insanların arzularına, işlemelerine göre yaratmak ise bu imtihan âleminin muktezasıdır.

45. O gün ki onları mahşere toplayacaktır. Sanki dünyada gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır. Birbirlerini tanıyacaklardır. Allah Teâlâ’ya çıkacaklarını yalan sayanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır. Ve doğru yola ermiş olmamışlardır.

45. (Ve) Resûlüm!. O nefislerine zulmeden inkârcılara hatırlat, (o gün ki, onları) Cenâb-ı Hak, yurtlarından, kabirlerinden çıkararak mahşere o hesap yerine (toplayacaktır) onlar (sanki) dünyada (gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır.) o mahşerin pek korkunç vaziyetine göre dünyadaki, kabirdeki kalmış oldukları müddet, kendilerince pek az bir müddet gibi görülecektir. Ve onlar (Birbirlerini tanıyacaklardır) yani: Onlar kabirlerinden kalkıp mahşere sevkedilecekleri zaman aralarında bir mvarefe, bir tanışma meydana gelecektir. Fakat sonra mahşerin korkunç vaziyeti tesiriyle aralarındaki bu tanışma yok olacak, herbiri kendi derdine düşecektir. Artık dünyada iken âhiret hayatına inanmamış olanlar (Allah Teâlâ’ya) onun mânevî huzuruna, mahkeme’i kübrasına (çıkacaklarını yalan sayanlar) bu husustaki dinî haberleri yalanlayanlar (muhakkak ki, hüsrana uğramışlardır) geçici dünya karşılığında ebedî, yüce âhiret nimetlerini fedâederek en büyük zararlara mâruz kalmışlardır. (Ve doğru yola) kurtuluş yoluna (ermiş olmamışlardır) en büyük bir sapıklığa uğrayarak ebedî bir azâba kavuşmuşlardır.

46. Onlara vâd ettiğimiz şeyin bazısını sana göstersek de veya henüz göstermeden senin ruhunu alsak da herhalde onların dönüşü bizedir. Sonra Allah Teâlâ onları ne yapacakları üzerine şahittir.

46. Resûlüm!. (Onlara) O müşriklere, o seni inkâr edenlere (vâd ettiğimiz şeyin) azap ve felâketin onlara kavuşacak olan (bazısını) bir gönül rahatlığı için (sana) daha hayatta iken (göstersek de veya) henüz dünyada iken sana göstermeden (senin ruhunu alsak da) onların o fecî hallerini elbetteki, âhirette göreceksindir. Çünkü (herhalde onların dönüşü bizedir) onlar kabirlerinden kaldırıldıktan sonra mahşere azap yurduna sevkedileceklerdir. Rasûlü Ekrem de onların o felâketlere mâruz kaldıklarını tamamen görmüş, anlamış olacaktır, (sonra Allah Teâlâ onların) o inkârcıların dünyadalarken (ne yapacakları üzerine şahittir) onların bütün fiil ve hareketlerini görmektedir. Ona göre onları cezaya uğratacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.

47. Her ümmet için bir Peygamber vardır. Artık onlara Peygamberleri geldiği vakit aralarında adâletle hükmedilmiş olur ve onlar zulüm olunmazlar.

47. Bu mübârek âyetler, Son Peygamber Hazretlerinden evvel de her ümmet için bir Peygamber gönderilmiş; o vâsıta ile ilâhî adâlet tecelli etmiş, Allah’ın delili tamam olmuş, o ümmetlere zulm edilmemiş olduğunu bildirmektedir. Hakkı kabul etmeyenlerin uğrayacakları azapların zamanını tâyin ise Peygamberlere ait olmayıp Allah’ın ilmine ait bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Ve her ümmetin mukadder olan bir hayat dönemi olup bu hayatın bir dakika bile öne geçmeyeceğini ve geri kalmayacağını ihtar eylemektedir.Şöyle ki: Resûlüm!. Senden evvel gelip geçmiş (Her ümmet için) de (bir Peygamber vardır) onları Allah’ın dinine dâvet etmiş, hallerine münasip hükmleri, şer’î hükmleri kendilerine tebliğ eylemişlerdir. (Artık onlara Peygamberleri geldiği) yani: Onlara Peygamberleri dinî vazifelerini tebliğ edip onlardan bir kısmı kabul ve tasdik, diğer bir kısmı da red ettiği ve yalanladığı (vakit aralarında adâletle hükmedilmiş olur) onlardan mü’min olanlar, kurtuluşa erer, ilâhî lütuflara kavuşmuş olur. İnkârcı olanlar da helâk olup ebedî azâba mâruz bulunurlar, (ve onlar zulm olunmazlar) Haksız yere bir cezaya çarpılmazlar. Bilâkis amellerine göre mükâfat ve cezâ görürler. Allah’ın adâleti bunu gerektirir.

§ O kavimler arasında adâletle hükmedilmesi iki şekilde düşünülebilir. Birisi: Onlar daha dünyada iken içlerinden mü’min olanlar, kurtuluşa, selâmete nâil olurlar. Küfrlerinde devam edenlerde helâk olup giderler. Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi hakkında olduğu gibi. Ikinci şekilde: O kavimlerin haklarındaki ilâhî hüküm en çok âhirette tecelli eder. Kıyâmet günü toplandıkları zaman onların haklarında Peygamberleri de şahitlikte bulunurlar. Mü’min olarak ölmüş olanlar, cennetlere, nimetlere nâil olurlar. Kâfir olarak hayatı terk etmiş olanları da lâyık oldukları ebedî azaplara kavuşurlar.

§ Her ümmete vaktiyle bir Peygamber gelmiş, Allah’ın şeriatını kendilerine tebliğ etmiş ve onların arasında bir ilâhî kitabı yaymıştır. Artık o Peygamberin vefatından sonra da o dinî hükmler kavmi arasında devam etmekte bulunmuştur. Artık o kavmin fertleri biz Peygamberi görmedik diye bir mazeret dermeyan edemezler. Peygamberler birer mübârek ilâhî elçilerdir,’ Allah’ın hükümlerini tebliğ vazifesini yapmış, bu hükmler kavimleri arasında yürürlükte bulunmuştur. Artıkbunlara riâyet etmeyenler, bunları değiştirmeye, bozmaya cür’et edenler bunun mes’diyetinden kurtulamazlar.

48. Ve derler ki: Eğer siz doğru kimseler iseniz bu vâd ne zamandır?

48. (Ve) Her kavim kendi Peygamberine dediği gibi, Muhammed ümmeti arasındaki inkârcı kimseler de (derler ki) Ey Peygamberlik iddiasında bulunan zat!. (Siz) Sen ve sana tâbi olan mü’minler (doğru kimseler iseniz) bizi kendisiyle korkutmakta olduğunuz şeyler hususunda doğru sözlü bulunuyorsanız, (bu vâd) bizi tehdit ettiğiniz azap (ne zamandır?.) bize haber ver bakalım!. O inkarcılar, bir yalanlama ve inkâr maksadiyle böyle bir sualde bulunurlar.

49. De ki: Ben kendi nefisim için Allah Teâlâ’nın dilediğinden başka ne bir zarara ve ne de bir faideye mâlik olamam. Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği vakit artık ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.

49. Resûlüm!. Onlara (De ki: Ben kendi nefsim için Allah Teâlâ’nın dilediğinden) hakkımda takdir buyurmuş olduğundan (başka ne bir zarara ne de bir faideye sahip değilim) Cenab’ı Hak bana neyi ki bildirirse ben ancak onu bilirim. Ehli küfrün nihâyet azâba uğrayacaklarını da yine Cenâb-ı Hak’kın bildirmesiyle bilmekteyim. Artık o azabın size ne zaman yöneleceğini, kıyâmetin ne zaman kopacağını ben kendiliğimden bilip size haber veremem. (Her ümmet için bir ecel vardır) Muayyen bir hayat müddeti mukadderdir. (Ecelleri geldiği vakit) son bulduğu zaman (ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.) mukadder olan ne ise o mutlaka meydana gelir, geriye kalmaya ve öne geçmeye imkân yoktur.

50. De ki: Bana haber verîniz! Eğer size onun azâbı geceleyin veya gündüzün gelirsegünahkârlar ondan neyi acele ediveriyorlar?

50. Bu mübârek âyetler, Allah’ın azabının meydana gelme zamanını soran dinsizlere ikinci bir cevap mahiyetinde bulunmaktadır, o azabın zamanını öğrenmekten kendilerine bir fâide hâsıl olamayacağını ihtar etmektedir. O azabın ortaya çıkması anındaki bir imân ise Allah katında makbul olamayacağından o zamana kadar küfürlerinde sebat edip nefislerine zulmetmiş olanların ebedî bir azâba tutulacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere yine (de ki: Bana haber veriniz) siz ne yapabilirsiniz?. (eğer size onun) Cenâb-ı Hak’kın (azâbı) takdir edilmiş olan cezası (geceleyin) ansızın (veya gündüzün) işlerinizle uğraşıp dururken (gelirse) artık haliniz ne olur?, (günahkârlar) O suçlu müşrikler (ondan) Hak Teâlâ’nın azâbından (neyi acele ediveriyorlar?.) onlara böyle acele etmenin faidesi vardır?. Onlara lâzım olan, o ilâhî azaptan korkarak bir an evvel hallerini ıslah etmektir.

51. O azap, vâki olduktan sonra mı ona imân etmiş olacaksınız? Şimdi mi? Halbuki, siz onu acele ediveriyordunuz ya.

51. Ey günahkârlar!. (O azap vâki olduktan) Sizin üzerinize gelip göçtükten (sonra mı ona) Cenabı Allah’a ve o gelmiş olan azâba (imân etmiş olacaksınız?.) O, ümitsizlik zamanıdır, artık imanınız kabul edilmez. Ve onlara o vakit denilir ki, (şimdi mi?) imân ediyorsunuz?, (halbuki, siz onu) O azâbı (acele istiyordunuz.) Ya!. Yalanlama ve alay yoluyla onun gelmesini hemen istiyordunuz. İşte geldi, artık görünüz cezanızı.

52. Sonra zulüm etmiş olanlara denilecektir ki, İmdi ebedî azâbı tadınız. Siz başkasıyle değil, ancak kazanmış olduğunuz şey sebebiyle cezalandırılırsınız.

52. (Sonra zulmetmiş olanlara) Öyle küfür ve şirk içinde yaşayarak ilâhî azâbı gördüktensonra imân edenlere âhiret gününde (denilecektir ki: İmdi ebedî) sürekli elem verici (azâbı) cehennem ateşini (tadınız) içinde sürekli bir şekilde kalınız, (siz başkasıyle değil) Bugün başka bir sebeple değil (ancak) siz dünyada iken (kazanmış olduğunuz şey sebebiyle) küfür ve isyan yüzünden bugün bu ebediyet âleminde (cezalandırılırsınız) bu sizin dünyadaki amellerinizin bir karşılığıdır. Bu cümleden olarak ilâhî azâbı acele istemenizin bir neticesidir, İşte küfür ve şirkin sonu böyle sonsuz bir azaptan, bir felâketten ibârettir.

53. Ve senden haber almak istiyorlar ki, o doğru mudur? De ki: Evet.. Ve Rabbime and olsun ki, doğru bir hakikattir ve siz onu bertaraf edecek kimseler değilsinizdir.

53. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in haber verdiği bir gerçeği, bir ilâhî vadi tasdik etmiyerek onun mevcut, gerçeğe uygun olup olmadığını soran kâfirlere karşı Cenâb-ı Hak’kın kudret ve büyüklüğünü, bütün mahlûkatı üzerindeki malikiyet ve hakimiyetini beyan ederek onlara kesin cevap vermektedir. Ve o hakikatın tecellisi zamanında artık inkarcılar için bir kurtuluş çaresi bulunamıyacağını bildirmektedir. Ve bütün kâinat, Cenâb-ı Hak’kın mülkü olup onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (senden) Bir inkâr ve alay yoluyla tekrar (haber almak istiyorlar ki o) bizi korkutmakta olduğun azap, o kıyâmetin kopması veya senin peygamberliğin, bize tebliğ ettiğin Kur’an ve o dinî hükmler, cezalar (doğru mudur?.) bu gerçeğe uygun mudur, meydana gelecek midir?. Bize haber ver bakalım!. Resûlüm!. O inkârcılara cevap olarak (de ki: Evet..) o doğrudur, (ve Rab’bime and olsun ki) o (doğru bir hakikattır) o hak sabit bir haberdir. Onun ne kadar bir hakikat olduğunu âkıbet anlayacaksınızdır. (Ve siz onu) O hakikatı, o başınıza gelecek olan azâbı (yok edecekkimseler değilsinizdir) sizin gibi âciz yaratıklar, kendilerine yönelecek bir belâyı nasıl saymaya kaadir olabilirler?. Herhalde ona tutulacaksınızdır, ondan kaçıp kurtulamayacaksınızdır.

54. Eğer zulümetmiş olan her şahıs için bütün yerde bulunanlar olsa idi elbette onları feda ederdi ve azâbı gördükleri zaman için için pişmanlıkta bulunmuş oldular. Ve onların arasında adâletle hükmolunmuş olur ve onlar zulüm olunmazlar.

54. Evet.. Kâfirler için kurtuluş yoktur. (Eğer) Öyle nefislerine (zulmetmiş olan her şahıs) diyelim ki (bütün yerde bulunanlar) dünyasının bütün malları, hazineleri, menfaatleri (olsa idi) bunların hepsine sahip bulunsa idi (elbette) kendisini o azaptan, o felâketten kurtarabilmek için (onları) o sahip olduğu şeylerin tamamını (feda ederdi) heyhat!. Bu ne mümkün!. (Ve) Onlar (azâbı gördükleri zaman) Nasıl bir felâkete uğradıklarını anlar, dilleri tutulur, apışıp kalmış bir hâle düşer, söz söylemeğe, ağlamaya, bağırıp çağırmaya güçleri kalmaz (için için pişmanlıkta bulunmuş olurlar) hayfaki, artık pişmanlık kendilerine bir fâide vermez (ve onların) o müşriklerin ve diğer insanların (arasında adâletle hükmolunmuş olur) herbirisi lâyık olduğuna kavuşur (ve onlar zulm olunmazlar) o kâfirler, o nefislerine zulmetmiş olanlar, kıyâmet gününde haksız yere bir zulme uğratılmazlar. Belki onlar kendi kâfirce hareketlerinin gereği olan azâba mâruz kalırlar. Ve dünyada iken birbirine zulmetmiş oldukları takdirde de aralarında mahkeme ve hesap icra edilerek kimin kimde bir alacağı var ise o tamamen alınarak hiçbirinin hakkı zâyedilmek suretiyle şahsına zulmedilmiş olmayacaktır.

55. Uyanınız! Şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ’nındır. Uyanık olunuz! Allah Teâlâ’nın vadi elbette ki, gerçektir, fakat onların çoğu bilmezler.

55. Ey insanlar!. Ey inkarcılar!. (Uyanınız) Gafletinize son veriniz, (şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ’nındır) O Yüce Yaratıcı bütün kâinata hâkim ve sahiptir. Binaenaleyh kullarına lâyık oldukları mükâfatları, cezaları vermeğe de kaadirdir. Ey inkarcılar!, (uyanık olunuz) inkânnıza son vererek aklınızı başınıza toplayınız!. (Allah Teâlâ’nın vâdi) mü’minleri mükâfata nâil edeceğine, kâfirleri mücazata uğratacağına dair olan ilâhî kelâmi (elbetteki, hakikattır) sabittir, gerçeğe uygundur. Ne için onda şüphe ediyorsunuz?. Onun hak olup olmadığını sormak cür’etinde bulunuyorsunuz?, (fakat onların) insanların (eksîrîsi) bu hakikatı (bilmezler) akıllarını kötüye kullanarak bu gibi hakikatları bilip tasdik etapek nimetinden mahrum bulunurlar.

56. O diriltir ve öldürür ve ona döndürüleceksinizdir.

56. (O) Bütün göklere, yerlere sahip olan Yüce Yaratıcı (diriltir ve öldürür) diriltmeye de öldürmeye de kaadirdir. O Hikmet Sahibi Yaratıcı hak edenlere mükâfat ve ceza vermeğe de amenna kaadirdir. (Ve) Ey insanlar, hepiniz (ona) Yüce Yaratacıya (döndürüleceksinizdir.) hepiniz de öldükten sonra mahşer âlemine sevkedilecek, mahkeme edilmeye tâbi tutulacaksınızdır. O kerem ve merhamet sahibi olan ezelî mâbud, kullarına böyle vâd ve tehdidini kapsayan âyetleri bildiriyor, kullarına öğütler verimiş oluyor ki, uyanarak kulluk vazifelerini yapsınlar, ebedî bir âlemde selâmet ve saadete ersinler. Ne büyük bir ilâhî lûtuf!.

57. Ey insanlar! Muhakkak ki, size Rabbinizden bir öğüt ve gönüllerden olana bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve bir rahmet geliştir.

57. Bu mübârek âyetler, insanlığı irşad ve aydınlatmak için indirilmiş olan Kur’an’ı Kerim’in sahip olduğu pek yüce vasıflarıbildirmektedir, İnsanlık hakkında Cenâb-ı Hak’ın bir lûtfu, bir rahmeti olan böyle kutsî bir kitaptan istifade edilmesi lüzumuna işaret etmektedir. Hak Teâlâ’nın helâl ve haram kılmış olduğu şeyleri değiştirme ve bozmaya cür’et etmenin, Allah Teâlâ’ya karşı bir iftira mahiyetinde olacağını ihtar ile bunun uhrevî cezasına dikkatleri çekmektedir. Ve bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve keremi pek bol olan Yüce Yaratıcı Hazretlerine karşı birçok kimselerin şükran vazifesini yerine getirmekten mahrum bulunduklarını bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Muhakkak ki, size Rab’binizden bir öğüt) bir nasihat sizi uyandırıp aydınlatacak bir kitap gelmiştir. (Ve gönüllerde olana) Kalplerdeki cehaleti, çirkin huyları, bozuk inançları giderecek olan (bir şifa) bir deva, gelmiştir. Kur’an’ı Kerim’in tavsiye ettiği faziletlere, güzel hareketlere uyulduğu takdirde mânevî hastalıklar, ruhî üzüntüler yok olup gider. (Ve mü’minler için bir hidayet) sapıklıktan kurtaracak bir saadet rehberi gelmiştir, (ve bir rahmet) Pek büyük bir ikram, bir merhamet eseri (gelmiştir) artık bunlardan hakkiyle istifadeye çalışmalı değil midir?.

§ İşte Kur’an-ı Kerim, bu dört yüce mahiyeti, vasıfları, mübârek gayeyi toplar bulunmaktadır. Evet… Şüphe yok ki: Kur’an-ı Kerim, bütün faziletleri, ahlâk dışı halleri bildirmektedir, insanları faziletleri kazanmaya teşvik, gayrı ahlâk dışı şeylerden men etmektedir. Bu ise en yüksek bir öğüt, bir nasihattır. Yine Kur’an’ı Kerim, gönülleri mânevî hastalıklar içinde bırakacak olan küfür ve nifaktan insanları men edip güzel inançlar ile ruhları tedavide bulunmaktadır. Bu da insanlara mânen hayat veren bir şifadır. Yine Kur’an’ı Kerim, imân sahipleri için saadet yollarını, en kuvvetli deliller ile göstererekonları hak ve hakikat yoluna irşat edip durmaktadır. Bu da en büyük bir hidâyettir. Yine Kur’an’ı Kerim, kendisindeki kutsî emirlere yasaklara riâyet edenleri küfür ve nifak karanlıklarından çıkararak imân nuruna nâil etmektedir. Onları ebedî azaplardan kurtararak sürekli nimetlere, cennetlere kavuşturmaktadır. Bu da şüphe yok ki: En büyük bir rahmettir.

58. De ki: Allah Teâlâ’nın lûtfu ile ve rahmeti ile. İşte yalnız onunla ferahlansınlar. O, onların topladıklarından daha hayırlıdır.

58. Resûlüm!. İnsanlara hitaben (De ki) ey insanlar!. (Allah Teâlâ’nın lûtfu ile) onun Kur’an-ı Kerim’i ile veya İslâm dinî ile (ve) O Yüce Yaratıcının (Rahmeti ile) sizi öyle bir kitaba kavuşturmuş ve sizin kalplerinizi onunla aydınlatmış ve bezemiş olmasiyle veya Peygamber’inizin mübârek sünnetleriyle ferahlanınız. Öyle büyük nimetlere kavuşmanızdan dolayı bir mânevî zevk içinde yaşayınız. Evet. İnsanlar (İşte yalnız onunla) o nâil oldukları ilâhî bir lûtuf ve rahmet ile (ferahlansınlar) onun kıymetini, yüceliğini düşünerek ruhanî neşeler içinde kalsınlar. (O) Kutsal fazl ve rahmet (onların topladıklarından) o dünyevî faidelerden, fanî servetlerden, lezzetlerden (daha hayırlıdır) sahipleri için ebedî selâmet ve saadete vesiledir. Artık öyle ebedî nimetlere kavuşmak için daha ziyade çalışmak icabetmez mi?.

59. De ki: Bana haber veriniz! Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi ve siz ondan bir haram birde helâl kıldınız. De ki: Allah Teâlâ mı size izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?

59. Resûlüm!. O kâfirlere (De ki: Bana haber veriniz) söyleyiniz bakalım (Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi) sizin için neleri takdir buyurdu, semadan yaydığı ışıklar ile, yağdırdığı yağmurlar ile neleri meydana getiripsize nasib etti. (de siz ondan) Kendi iddianızla (Bir haram birde helâl kıldınız!.) buna nasıl cür’et eylediniz?. Bir takım hayvanları haram sandınız, bir takım hayvanların da kadınlara haram, erkeklere helâl olduğuna inandınız. Maide sûresindeki (lOSlüncü âyete de bakınız!. Resûlüm!. Onlara (De ki: Allah Teâlâ nil size izin verdi) de siz böyle bir takım şeylerin helâl ve haram olduğuna inandınız, (yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?.) Evet.. Siz böyle bir iftirada bulunuyorsunuz. Siz kendi kendinize bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin de haram olduğuna hükmediyorsunuz. Halbuki: Cenâb-ı Hak, size bu hususta bir izin, bir selâhiyet vermiş değildir.

60. Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunanların kıyâmet günü hakkındaki zanları neden ibarettir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette lûtuf sahibidir, velâkin onların çokları şükretmezler.

60. Ey kendi kendilerine hükm veren cahiller!. (Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunanların) Kendi hükmlerini yalan yere ilâhî birer hüküm gibi göstermek isteyenlerin (kıyâmet günü hakkındaki zanları neden ibarettir?.) Hak Teâlâ onları bu iftiralarından dolayı âhiret âleminde cezalandırmayacak mı sanıyorlar?. Ne yanlış bir zan!. Yahut onlar kıyâmet gününde olacak şeyler hakkında ne düşünüyorlar?. O iftiralarından dolayı mes’ul, cezaya mâruz olmayacaklarını mı zannediyorlar?. Hayır hayır. Onlar en şiddetli azaplara uğrayacaklardır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette fazl sahibidir) Onlara akıl vermiştir, onlara Peygamberler, kitaplar göndermiştir, onlara dünyevî ve uhrevî nice şeyleri bildirmiştir. (Velâkin) Bu nimetlere rağmen (onların çokları şükretmezler) akıllarını güzelce kullanmazlar, Peygamberlerin davetini kabul etmezler, ilâhî kitaplardan istifade etmek istemezler, Cenâb-ı Hak’kın bildirdiklerini bırakarak kendikendilerine hükm vermeğe kalkışırlar, Hak Teâlâya iftirada bulunurlar, nimete nankörlükte bulunup dururlar. Artık öyle kimseler azâbı hak etmiş olmazlar mı?.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN