KASAS SURESİ

31. Ve âsanı bırak. Ne zaman ki, onu sanki yılan imiş gibi deprenir gördü, arkasına dönerek kaçtı ve âsayı takibetmedi. Buyruldu ki: Ya Musa. Beri gel ve korkma. Şüphe yok ki, sen fazlasıyla emniyette olanlardansın.

31. (Ve) Ey Musa! Elindeki (âsanı bırak) yere at, bir kudret hârikasını görmüş ol, o da âsasını hemen bıraktı (Ne zamanki onu) o asayı (sanki yılan imiş gibi deprenir) sür’atle hareket eder bir halde (gördü) büyük bir korku ve heyecan içinde kalarak (arkasına dönerek kaçtı) onun tarafına bakamadı, onu seyredemez bulundu (ve) o âsayı (tâkibetmedi) şiddetli korkusundan dolayı onun ne olacağını araştırmaya cesaret edemedi. Yine Allah tarafından seslenilerek buyuruldu ki: (Ey Musa!. Beri gel) âsa tarafına yönel (ve korkma, şüphe yok ki, sen fazlasıyle emniyette olanlardansın.) kardeşlerin olan diğer Peygamberler gibi sen de Cenab-ı Hak’kın himayesi, koruması sayesinde pek emin bulunmaktasın.

32. Elini yakanın içine sok, bembeyaz bir halde kusursuz olarak çıkıversin ve korkudan kollarını kendisine yapıştır. İşte bu ikisi Rabbin tarafından Firavun’a ve adamlarına karşı iki kesin delildir. Şüphe yok ki onlar yoldan çıkan bir kavim oldular.

32. Şöyle de Allah tarafından seslenildi ki: Ey Musa!. (elini yakanın içine sok) diğer bir hârika olmak üzere o eli (bembeyaz bir halde kusursuz olarak çıkıversin) güneşin ışığı gibi parlak bir halde görünmeğe başlasın. Onun o parlayışı, bembeyaz bulunması, bir ayıbtan bir hastalıktan veya bir ateşte yanmış olmasından dolayı değil, sırf bir mucize olmak üzere parlayıcı bir şekilde gözleri aydınlatacaktır. (ve) Ey Muhterem Musa!. (korkundan kollarını kendine yapıştır) Yani: Bu makamda gördüğün heybetten dolayı kollarını kavuşturup dur, korkup da kaçma. Diğer bir yoruma göre de: Ya Musa!. Korkma, iki kanat durumunda olan iki elini kendine rabtet, korkudan dolayı kollarını açıp durma. Nitekim bir kuş, bir manzaradan korkmazsa kanatlarını açıp durmaz. Fakat korkarsa kanatlarını açar, korkunç bir vaziyette kaldığını göstermiş olur. Binaenaleyh düşmana karşı da lâubali harekette bulunup elleri ceplerden çıkarmamak, bir kudret ve yiğitlik alâmetidir. İşte Hz. Musa’ya da böyle bir güç ve emniyet verilmiş oluyordu. (İşte bu ikisi) Bu âsa ile yedi beyza, (Rabbin tarafından Firavun’a ve adamlarına karşı) vücude getirilmiş (iki kesin delildir) iki parlak kuvvettir. Bunların karşısında mağlûp ve kahredilmiş bir vaziyette kalacaktır. (şüphe yok ki, onlar) Yaratılış ve tabiatları itibariyle (yoldan çıkan bir kavim oldular) onlar itaat dairesinden çıkmış, böyle iki kesin harikanın tesiri altında kalarak zarar ve ziyana uğramaya lâyık bulunmuşlardır.

33. Dedi ki: Ey Rabbim! Muhakkak ben, onlardan bir şahsı öldürdüm, artık korkarım ki, beni öldürürler.

33. Bu mübârek âyetler de Firavun’u îmana davet etmekle emrolunmuş olan Musa Aleyhisselâm’ın vaktiyle vuku bulan bir öldürme hâdisesinden dolayı korktuğunu ileri sürerek daha düzgün lisanlı olan kardeşi Hz. Harun’un da kendisine yardımcı verilmesini temenni etmiş olduğunu bildiriyor. Bu temennisine erişip, Allah’ın desteği ile müjdelenmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, âsa ve yedibeyza mucizeleriyle Firavun’a ve kavmine gitmekle emrolununca yalvararak (Dedi ki: Ey Rabbim!. Muhakkak ben onlardan bir şahsı) bir vuruşmada bulunan kıptiyi (öldürdüm) ondan dolayı Mısır’ı terkederek başka yere gittim (artık korkarım ki, beni öldürürler.) o bir hâtâ neticesi olarak öldürdüğüm kıptiden dolayı hakkımda kısas cezasını tatbik ederler, kendimi müdafaadan âciz kalırım.

34. Ve kardeşim Harun ise o lisan bakımından benden daha düzgündür. İmdi onu da benimle beraber beni tasdik eden bir yardımcı olarak gönder. Şüphe yok ki, ben, beni yalanlamalarından korkarım.

34. (Ve kardeşim Harun ise o lisan bakımından benden daha fasihtir) Daha düzgün ve edebi bir tarzda hakikatları beyana, hakları müdafaaya güç yetirebilir (İmdi onu da benimle beraber beni tasdik eden) Benim sözlerimi izah ve doğruluğum hakkında deliller ikame ederek bana (bir yardımcı) bir koruyucu (olarak) onu da Firavun ile kavmine (gönder) onları beraberce dinî hakka davet edelim. (şüphe yok ki, ben) O Firavun ile kavminin (ben yalanlayacaklarından korkarım) Hz. Musa’nın mübârek lisanında yaratılıştan veya daha çocuk iken Firavun’un sarayında ağzına almış olduğu bir ateş parçasından dolayı biraz tutukluk var idi, tebliğlerini tam anlaşılır bir dille yerine getiremiyeceği endişesiyle kardeşinin de kendisine bu hususta yardımcıolmasını niyâz etmiştir.

35. Buyurdu ki: Senin pazunu kardeşin ile kuvvetlendireceğiz ve size âyetlerimizle bir kuvvet vereceğiz ki, artık size erişemiyeceklerdir. İkiniz de ve size tâbi olanlar da elbette galip olanlardır.

35. Allah Teâlâ da o mübârek Peygamberinin bu istirhamını kabul ederek vahiy yoluyla cevaben (Buyurdu ki:) Ya Musa!.. (Senin pazunu kardeşin ile kuvvetlendireceğiz) yani: Senin peygamberlik görevini kardeşin Harun’un katılmasıyla kolaylaştıracak, onu sana yardımcı vermiş olacağız (ve size âyetlerimizle bir kuvvet vereceğiz) sizi kati delillere, büyük bir heybete kavuşturacağız (dir ki, artık) o düşmanlarınız (size erişemeyeceklerdir.) size hiçbir şekilde galip gelemeyeceklerdir. (İkiniz de ve size tâbi olanlar da) Yani: Kendi kavminizden diğer kavimlerden size uyup sizin yaydığınız ilâhi dinî kabul edenler de (elbette galip olanlardır) herhalde galibiyet sizin tarafınızda görünecektir. Artık onlardan korkmaya mahal yoktu. Bu ilâhi müjde, Hz. Musa’yı tasdik eden sihirbazlar topluluğunun da selâmete erdiklerini, Firavun tarafından bir cezaya uğramamış olduklarını göstermektedir. Çünkü o sihirbazlar da Hz. Musa’ya tâbi olmuşlardı. Firavun’un onlara karşı: “elbette sizi asarım” sözü kuru bir tehditten ibaret kalmıştır.

36. Ne zaman ki, Musa onlara bizim gayet açık açık âyetlerimizle geldi dediler ki: Bu başka birşey değil, ancak uydurulmuş bir sihirdir ve biz bunu evvelki atalarımızdan işitmedik.

36. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhiselâm’ın Firavun ile kavmine mucizeler ile gitmiş olduğunu, onların da bu mucizeleri sihir kabul ederek inkâra cüret eylemiş olduklarını bildiriyor. Hz. Musa’nın da onlara karşı nasıl bir müdafaada bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm’ın peygamberliği, kardeşi Hz.Harun’un risaletiyle desteklenince artık Firavun ve kavmini hak dine davete sıra gelmişti. (ne zamanki Musa) Aleyhisselâm (onlara) Firavun ile kavmine (bizim gayet açık açık âyetlerimizle) yani: Hz. Musa’nın peygamberliğine pek açıkça işaret eden âsa, yedibeyza gibi mucizeler ile (geldi) onları hak dine davet etti. Onlar ise (dediler ki: Bu) gösterilen hârikalar (başka değil) bunlar (ancak uydurulmuş bir sihirdir) yoksa Allah tarafından bir mucize değildir. (ve) Bu iddialarını kuvvetlendirmek için de dediler ki: (biz bunu) Bunların böyle bizi davet ettikleri dinî, Peygamberliği (evvelki atalarımızdan işitmedik) onların günlerinde böyle bir şey görülmüş, işitilmiş değildir. Bu inkârcılar, hakikata aykırı iddiada bulunuyorlardı. Hz. İbrahim’in, Hz. Yusuf’un ve diğer evvelki Peygamberlerin hallerine dair herhalde kendi muhitlerinde de bir kısım bilgiler mevcut bulunuyordu.

37. Musa da dedi ki: Rabbim, kendi katında kimin hidayet ile geldiğini ve hayırlı âkıbetin kimin için olacağını daha iyi bilendir. Şüphe yok ki, zalimler, kurtuluşa eremezler.

37. (Musa) Aleyhisselâm (da) onları reddetmek için (dedi ki: Rabbim kendi nezdinden) yüce katından tayin ile (kimin hidayet ile geldiğini) hangi zatın ilâhi dinî yayarak insanlara bir selâmet rehberl olduğunu (ve hayırlı âkibetin kimin için olacağını) dünyada da, ahirette de kimlerin güzel, övülen bir âkibete, bir gayeye, bir istirahat ve istikrara nâil bulunacağını (daha iyi bilendir) artık bu âkibeti bir düşününüz!. (şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa eremezler) Onlar öyle güzel bir âkibete ulaşmazlar. Yani Ey Firavun!. Sizin gibi dinsizliklerinde devam edip gidenler, nefislerini küfür ve isyan felâketine mâruz bırakanlar, elbette kurtuluş ve selâmete eremiyeceklerdir. Mutlu bir istikbal, müminlere aittir. Buna inancımız tamdır.

38. Firavun da dedi ki: Ey ileri gelenler! Ben sizin için benden başka bir tanrı tanımıyorum, haydi ey Haman! Benim için çamurun üzerine ateş yak tuğla yap hemen benim için bir köşk yapıver. Umulur ki, ben Musa’nın ilâhını görmüş olurum ve şüphe yok ki, ben onu Musa’yı yalancılardan sanıyorum.

38. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhisselâm’ın ilâhi dine davetini kabul etmeyen Firavun’un tanrılık sıfatını kendisine ait kılma cüretinde bulunduğunu ve yüksek bir kale yaptırarak gökte de bir tanrı bulunup bulunmadığını araştırmak istediğini bildiriyor. Böyle kibirli ve ahmakça hareket eden ve insanları ateşe göndermek için elebaşılıkta bulunan Firavun’un da, onu kendilerine rehber edinenlerin de nihayet denizde boğularak hepsinin de dünyada ve ahirette nasıl bir lânete, ne çirkin bir vaziyete ve ne kadar fecî bir âkibete mâruz kalmış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Firavun’u îmana davet edip lâzım gelen teşvik ve korkutma vazifesini yerine getirip sihirbazları mağlup edince (Firavun da dedi ki: Ey ileri gelenler) ey yurdumun önde gelenleri!. (ben sizin için benden başka tanrı tanımıyorum) yani: Tanrı benden ibarettir, başka tanrı yoktur. Başka ilâhın varlığını iddia ediyorlar, bu nasıl olabilir?. Bu yalancı Firavun, etrafındakileri kandırmak, kendi iddiasının doğru olduğunu güya isbat etmek gibi bir gösteri maksadiyle vezirine hitaben dedi ki: (haydi ey Haman!. Benim için çamurun üzerine ateş yak) tuğla yap, çamurdan ateş ile kurutulmuş, tuğlalar, kiremitler vücude getir. Bunlar ile (hemen benim için bir yüksek köşk yapıver) pek yüksek bir kale veya rasathane inşa et. (umulur ki, ben Musa’nın ilâhını görmüş olurum) Bu mel’un Firavun, âdeta zannetmiş oluyordu ki eğer başka bir ilâh olsa o gökte mevcut bir cisimden ibaret bulunur ben onu gözetleme neticesinde görmüş oldum. Bu hilekâr hükümdar!. Bilindi ki: Faraza göktebir ilâh bulunsa bile onun öyle yüksek bir rasathaneden bakmakla görmek mümkün olmaz. Ancak bu gibi bir hareketle halkı aldatmak, “işte lâzım gelen araştırmayı yaptım, gökte de benden başka bir tanrı bulunmadığı anlaşılmış oldu demek istemiştir. Kısacası ahalisinin cehaletinden istifade etmek arzusunda bulunmuştu. Bununla beraber kendi iddiasını kuvvetlendirmek için şöyle de bir saçmalıkta bulundu. (ve şüphe yok ki, ben onu) yani: Hz. Musa’yı (yalancılardan sanıyorum) onun peygamberlik iddiasını, kâinatın bir ilâhının varlığına dair ifadesini gerçeğe aykırı görüyorum. Mel’un Firavun, utanmadan, kendi aczini görmeden tanrılık iddiasında bulunduğundan dolayı kendisinin ne kadar yalancı olduğunu görmüyor da, bütün sözlerinin doğru olduğu, meydana koyduğu parlak mucizeler ile açık olan bir zatı yalancılıkla itham ediyor. İşte Firavun gibi fani, kibirli, dinden mahrum kimseler en sadık, en temiz ahlâklı zatları böyle suçlamadan geri durmazlar. Şöyle de deniliyor ki: Firavun’un yaptırdığı yüksek, bina, bir rasathane demekti, oraya çıkıp yıldızların vaziyetlerini gözetleyecekti, Hz. Musa’nın gönderilişine ve kendi devletinin yok olacağına dair bir alâmet, bir işaret bulunup bulunmadığını araştıracaktı. Ne boş bir hareket!.

39. Ve o da Firavun’da askerleri de yeryüzünde haksız yere kibirlendiler ve sandılar ki, onlar bize döndürülmeyeceklerdir.

39. Hak Teâlâ Hazretleri de Firavun’un ve onun askerlerinin ne kadar ahlâksız bir şekilde hareket etmiş olduklarını beyan için buyuruyor ki: (Ve o da) Yani Firavun ve onun (askerleri de) ona tapınan cahil ordusunun fertleri de (yeryüzünde haksız yere kibirlendiler) kendilerinin birer âciz mahlûk olduklarını anlamadılar, asla hak etmediği halde Mısır diyarında tanrılık iddiasında bulunan fâni, yok olmaya mahkum bir herife tapmaktan geridurmadılar. Yalnız kuru bir dünyalık ümidiyle öyle sapık bir herife tanrılık isnadı alçaklığını gösterdiler, akıl ve mantığa büsbütün aykırı bir harekette bulundular (ve) o cahil, dünya perest herifler (sandılar ki, onlar bize döndürülmeyeceklerdir) ne yanlış bir kanaat!. Hayır. Bilakis onların hepsi de öldükten sonra lâyık oldukları cezaya kavuşmaları için mahşere sevkedileceklerdir. Cenab-ı Hak’kın hükmü, tecelli edecek, hepsi de ebediyyen azap görüp duracaklardır.

40. Artık onu da, askerlerini de yakaladık, onları hemen denize atıverdik. Artık bak ki, zalimlerin akibeti nasıl oldu.

40. Evet.. Onlar daha dünyada iken de Allah’ın kahrına uğradılar. İşte Hak Teâlâ Hazretleri bunu da şöyle beyan buyuruyor: (Artık onu da) Yani: Firavun kâfirini de, onun (askerlerini de yakaladık) zarar ve ziyana uğramış olarak Allah’ın kahrına maruz kaldılar (onları hemen denize atıverdik.) Hz. Musa ile ona tâbi olanları takip neticesinde Nil veya Kulzum denizindeki hârikulâde bir şekilde açılan yollara atılarak derhal dalgaların hücumiyle boğulup gittiler (Artık bak ki, zalimlerin âkibeti nasıl oldu!.) hepsi de helâk olup gitti, kuvvetleri, çoklukları kendilerine bir fayda vermedi. İşte bütün zalimler için bu bir ibret numunesidir.

41. Ve onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım olunmayacaklardır.

41. Evet.. Öyle küfre ve zulme düşkün kimseler, temiz, yaratılışlarını zayeden, fani emeller arkasında koşup duran şahıslar için birer sapıklık rehberidirler. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ve onları) O Firavun ile adamlarını, kendi zamanlarındaki halkı (ateşe davet eden öncüler kıldık) onlar, elebaşılar bulunmuşlardı, insanları aldatarak onların cehenneme sevkedilmelerine sebep olmuşlardı. (kıyamet gününde ise) onlardan hepsi de (yardım olunmayacaklardır)kendilerine gelen azabı hiçbir kimse onlardan bertaraf etmeğe hiç bir şekilde hizmet edemiyecektir.

42. Ve arkalarına bu dünyada bir lânet taktik, kıyamet gününde ise onlar çok çirkin kimselerdendirler.

42. (Ve arkalarına bu dünyada bir lânet taktık) Onlar Allah’ın rahmetinden kovulmuş oldular, bütün melekler de bütün müminler de o gibi kâfirlere her zaman lanet okuyup dururlar. (kıyamet gününde ise onlar çok çirkin kimselerdendirler) Evet.. Onlar fevkalade çirkin birer yüze, pek kötü birer şekle bürünmüş pek iğrenç alâmetlerle alçaklıkları gözler önüne serilmiş, Allah’ın rahmetinden kovulmuş bir halde bulunacaklardır. İşte küfür ve şirkin pek müthiş neticesi!.

43. Andolsun biz evvelki asırlardakileri yok ettikten sonra insanlar için kalp gözleri ve bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere Musa’ya kitap verdik. Gerek ki, düşünürler diye.

43. Bu mübârek âyetler de birçok kuvvetlerin helâkini müteakip Musa Aleyhisselâm’a ne gibi bir hikmet ve maslahattan dolayı Tevrat’ın verilmiş olduğunu bildiriyor. Ve Hz. Peygamberin de eski kavimler arasında ikamet etmemiş olduğu ve Hz. Musa’ya Tur dağında yapılan nidâ zamanında bulunmadığı halde, bununla beraber Allah’ın yardımının eseri olarak o eski tarihi halleri öğrenmiş olduğuna ve kendisinin de bir Peygamber olmuş olarak insanlığı ilâhi dine davet etmekle emrolunmuş bulunduğuna işaret buyurulmaktadır. Şöyle ki: Ey mahlûkatın en şereflisi!. (Celâlim hakkı için) ilâhi zatıma and olsun ki, (evvelki asırdakileri) Nuh, Hud, Salih, Lût Aleyhissmüsselâm’ın kavimlerini ve diğerlerini dinsizliklerinden dolayı (helâk ettikten sonra insanlar için kalp gözleri) olsun için onların hakikatları güzelce görüp kalp açıklığına erişmeleri için (ve) güzelce kabul edenler için (bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere Musa’ya kitap verdik)doğru yolu gösteren, ve dünyevî uhrevî hayırları toplayan Tevrat kitabını ihsan ettik. Ebu Heyyâm’ın beyanına göre farzlara ve hükümlere dair ilk nazil olan ilâhi kitap, Tevrat-i Şerif’tir. (Gerek ki, düşünürler) düşünen ve tefekkür eden kimselerin halleri gibi bir halde bulunurlar diye kendilerine böyle bir ihsanda bulunulmuştur.

44. Ve Musa’ya emri vahy ettiğimiz zaman sen Turun batı tarafından değildin ve sen görenlerden de olmadın.

44. (Ve) Ey Peygamberlerin en faziletlisi!. (Musa’ya emri vahy ettiğimiz zaman) Firavun’u ve kavmini dine davet için Hz. Musa’yı Peygamber kıldığımız vakit (sen) Musa Aleyhisselâm kendisinde parlayan ateşi gördüğü ve onun, Tur dağının (batı tarafında değildin) öyle bir zamanda orada bulunmuş olmadın, ona dair evvelce de bilgin yok idi. (ve sen görenlerden de olmadın) Orada hazır bulunarak o vâki olan ilâhi nidâya, ilâhi vahyi işitmiş değildir. Binaenaleyh şimdi onlara dair böyle mucize olan bir üslub ile bilgi verilmesi, sırf sana mahsus bir ilâhi vahyin eseridir. Yoksa öyle gayba dair işler kabilinden olan şeyleri insanlar, kendi kendilerine bilemezler.

45. Ve lâkin biz nice ümmetler meydan getirdik. Onların üzerlerine ömürleri uzadı ve sen Medyen ahalisi arasında ikamet edip de onların üzerlerine âyetlerimizi okumuş olmadın, velâkin biz Peygamberler gönderir olduk.

45. (Ve lâkin) Ey Son Peygamber!. Senin zamanınla Hz. Musa’nın zamanı arasında ve daha da sonra (biz nice ümmetler meydana getirdik) onlar da nice âsırlar yaşadılar. (onların üzerlerine ömürleri uzadı) Pek uzunca müddet yaşadılar, ilâhi vahiy kesilmiş, Peygamberlerin tebliğleri unutulmuş, ilim ve marifet izi silinmiş bir hale gelmişti. (Ve sen) Ey Yüce Peygamber!. (Medyen ahalisi arasında ikamet edip de onların üzerlerine âyetlerimiziokumuş olmadın) Hz. Şüayb ve benzerleri ile görüşmedin, onlardan birşey öğrenmiş bulunmadın, şimdi onların kıssalarına dair böyle edebi, öğüt verici bilgiler verişin artık şüphe yok ki, sana mahsus bir ilâhi vahiy neticesidir. Bu haddizatında bir hârikadır. (velâkin biz Peygamberler gönderdik) Onlara da nice hakikatleri vahyettik artık Ey Son Peygamber!. Seni de Peygamber göndermiş, sana bu hakikatleri vahyen bildirmiş olduğumuz imkânsız görülemez.

46. Ve sen Tur’un yanında bulunmuş olmadın, o vakit ki, biz seslendik. Ve lâkin Rabbinden bir rahmet olarak seni de Peygamber gönderdik tâki, senden evvel kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi sen uyarasın. Olabilir ki, onlar güzelce düşünürler.

46. (Ve) Sen ey Yüce Peygamber!. (Tur’un yanında bulunmuş olmadın) Sen Musa Aleyhisselâm’a kendisine seslenilen Tur Dağının civarında bulunmuş değildin (o vakit ki, biz seslendik) Hz. Musa’ya vahyederek onu Firavun ile kavmini hak dine davetle görevlendirmiştik. Aradan öyle asırlar geçti. (velâkin) Şimdi sen de (Rabbinden) sana ve bütün insanlığa (bir rahmet olarak) seni de Peygamber gönderdik, sana da irade buyurduğum âyetleri inzâl ediyoruz. (tâki senden evvel kendilerine bir uyarıcı) Kendilerini Allah’ın azabı ile korkutup hakkı kabule davet eden bir Peygamber (gelmemiş olan bir kavmi sen uyarasın) o kavimden maksat, fetret ehlidir. Yani: Hz. İsa ile Hz. Peygamber arasındaki (550) sene içinde yaşamış olan insanlardır. Veyahut o kavimden maksat, Hz. İsmail ile Hz. Muhammed arasındaki topluluktur. Çünkü, Musa ve İsa Aleyhisselâm dine daveti yalnız İsrailoğullarına mahsus idi, Peygamber Efendimiz ise zamanındaki insanları ve kıyamete kadar meydana gelecek bütün insanlığı hak dine davetle emrolunmuştur. İlkevvel, Arap kavmini İslâm dinine sevk etmeğe çalışmıştır. (olabilir ki,) Onlar güzelce düşünürler. Son Peygamberin yüce tebliğlerinin, İslamiyetin ne kadar mükemmel bir din olduğunu iyice tefekkür ederek onu kabule koşanlar, o sayede selâmet ve saadete ererler, fetret devreleri de nihayet bulmuş, artık “ne yapalım bize bir Peygamber gelip de Allah’ın dinini tebliğ etmedi” diye bir mazeret ileri sürebilmelerine imkân kalmaz, haklarında ilâhi delil tamam olmuş bulunur. Ne büyük bir ilâhi lütuf!.

47. Ve eğer kendi elleriyle takdim ettikleri günahları sebebiyle kendilerine bir musibet isabet edip de: Ey Rabbimiz! Bize bir Resûl göndermeli değil mi idin ki, artık âyetlerine tâbi olup da müminlerden olsa idik, diyecek olmasalardı onlara Resûl gönderilmezdi.

47. Bu mübârek âyetler de Peygamberlerin gönderilmiş olduğundaki hikmet ve faydayı bildiriyor. Kâfirlerin istedikleri hârikalar meydana gelse de onların yine îman etmeyeceklerine işaret ediyor. Musa Aleyhisselâm’a verilmiş mucizelerin benzerini taleb edenlerin Hz. Musa ile kardeşini ve ona verilen mucizeleri de inkâr etmiş olduklarını haber veriyor. Resûl-i Ekrem’in davetine icabet etmeyenlerin de kendi heveslerine uyan, hidayetten mahrum bir takım zalim kimselerden ibaret bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve eğer) O kâfirler (kendi elleriyle takdim ettikleri) tercih eyledikleri küfür ve isyanları (sebebiyle kendilerini bir musibet) bir azap, bertaraf edilemiyecek olan uhrevî bir ceza (isabet edip de: Ey Rabbimiz!. Bize bir Resûl) bir takım âyetler ile desteklenmiş bir Peygamber (gönderilmeli değil mi idi ki?.) onun tebliğleri sayesinde dinî vazifelerimizden haberdar olmuş olsa idik de (Artık âyetlerine) onun vasıtasiyle bildirilen âyetlere, dinî hükümlere (tâbi olup da müminlerden) ilâhi varlığınıtasdik eden samimi müminler zümresinden (olsa idik diyecek olmasalardı) yarın ahirette böyle bir mâzeret ileri sürmeye kalkışmasalardı, onlara Resûl gönderilmezdi. Bu cevap, hazfedilmiştir. Çünkü bu âyeti kerimedeki sözün akışı bu cevaba işaret etmektedir. İşte Peygamberlerin gönderilmiş olması, yarın ahirette kâfirlerin bir mazeret ileri sürmelerine meydan bırakmamak hikmetini de içermektedir. Özellikle bizim Yüce Peygamberimizin dinî tebliğleri bütün her tarafa yayılmış, Kur’an-ı Kerim’in mübârek âyetleri hidayet yolunu göstermekte bulunmuş olduğu için artık hiçbir milletin kendi cehaletini bir mâzeret makamında ileri sürmeğe selâhiyeti kalmamıştır. Bütün dünya işlerini öğrenmeğe çalışan cemiyetlerin, dinî vazifelerini de öğrenmeğe çalışmaları icabetmez mi?. Geçici bir istikbali temin için o kadar çalışan kimselerin, ebedî istikbali neden unutmalıdırlar?.

48. Ne zamanki, onlara tarafımızdan hak geldi, dediler ki: Musa’ya verilenin benzeri buna da verilmeli değil mi idi? Evvelce Musa’ya verilmiş olanı da inkâr etmiş olmadılar mı? Dediler ki: İki sihir, birbirine yardım ettiler ve dediler ki: Biz şüphe yok hepsini de inkâr ediyoruz.

48. Ne yazık ki, birçok insanlar, gözleri önünde bulunan hakikatları görmek istemezler, onlardan yüz çevirir dururlar. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ne zamanki, onlara tarafımızdan hak geldi) Mekke-i Mükerreme ahalisinden olan müşriklere Son Peygamber vasıtasiyle Kur’an-ı Kerim’in âyetleri gelip tebliğ edildi, o yüce Peygamberin sünnetleri, nasihatları da bildirilmiş oldu. O dinsizler, yine inatlarında, inkârlarında devam ederek (dediler ki: Musa’ya verilenin benzeri) yani: Ona verilen âsa, yedi beyza gibi mucizeler, buna da, yani: Peygamberlik iddiasında bulunan Hz. Muhammed’e de (verilmeli değil mi idi?.) o inkârcılar, Son Peygamberin tebliğettiği o yüce âyetleri, göstermeye muvaffak olduğu mucizeleri takdir edemiyorlardı. Zaten kâfirler, daima böyle boş iddialarda bulunurlar. (Evvelce Musa’ya verilmiş olanı da) Onun tebliğ ettiği Tevrat kitabını da ve göstermiş olduğu mucizeleri de (inkâr etmiş olmadılar mı?.) Evet.. O mübârek Peygamberi de tasdik etmediler (Dediler ki: İki sihir) yani: Musa’ya da, Hz. Muhammed’e de verilen şeyler iki büyüden ibaret, bu iki zat (birbirine yardım ettiler) bir birini tasdikte bulundular, yoksa ikisi de Peygamber değil (ve) böylece o iki mübârek Peygamberi tasdik etmeyenler (dediler ki: biz şüphe yok hepsini de inkâr ediyoruz) onların kitaplarına inanıp tasdikte bulunmayız. “Sahirân” kıraatine göre de âyeti kerime şu mealde bulunmuş olur. Firavun ile kavmi ve İsrailoğulların’dan âyeti kerime şu halde bulunmuş olur. Firavun ile kavmi İsrailoğulları’ndan olan kâfirler, dediler ki: Musa da Harun da iki sihirbazdırlar, bunlar sihir hususunda biribirine yardım etmiştir. Yahut Hz. Musa da, Hz. Muhammed de iki sihirbazdır. Biribirine yardımcı olmuştur, birbirini Peygamberlikle vasıflandırmaktadırlar. Bir rivayete göre Kureyş kâfirleri, âhir zaman Peygamberinin vasıflarını Yahudilerden sormuşlar, onlar da Tevrat’da bildirilen niteliklerini haber vermişler. Kureyş kâfirleri de bu nitelikleri tamamen Resûl-i Ekrem’de görünce yine inkârlarına devam ederek: Musa ve Muhammed’e -Aleyhimesselâm- iki sihirbaz kimsedir” demek cahilliğinde bulunmuşlardır.

49. De ki: Allah tarafından bir kitap getiriniz ki, o, ikisinden daha doğru olsun da ona tâbi olayım. Eğer iddianızda doğru sözlü kimseler iseniz.

49. Allah Teâlâ da o inkârcıları yalanlamak ve susturmak için buyuruyor ki: Ey Resûlüm!. O kâfirlere (De ki: Allah tarafından) o yüce mabûdun kutsal katından (bir kitap getiririz ki, o) kitap (ikisinden daha doğru olsun) Tevratile Kuran’dan daha ziyade birer hidayet rehberi bulunsun. (da ona) O getireceğiniz kitaba (tâbi olayım) ona kıymet vereyim (eğer) Ey inkârcılar!. Siz, kanaatinizce bize sihirbaz isnadı hususunda (doğru sözlü kimseler iseniz) öyle bir kitap getirmekten geri durmayınız. Heyhat!. Bu mümkün mü?.

50. Artık senin bu teklifini kabul etmezlerse bil ki: Onlar ancak kendi heveslerine tâbi olmaktadırlar. Ve o kimseden daha sapık kim vardır ki, Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi hevesine uyar. Muhakkak ki, Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.

50. (Artık) Ey Son Peygamber!. O kâfirler, kendilerini susturmak ve kınamak için yapılan (bu teklifini kabul etmezlerse) daha çok saadet rehberi olacak bir kitap meydana getiremezlerse artık (bil ki, onlar ancak kendi heveslerine tâbi olmaktadırlar.) Evet.. Şüphe yok ki, bütün insanlar ve cinler toplansa Kur’an-ı Kerim’in bir sûresine bile nazire meydana getiremezler. (ve o, kimseden daha sapık kim vardır ki, Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi hevesine tâbi olur) Hiçbir delile, asla dayanmaksızın bir takım boş iddialar ile bir nice sabit hakikatları inkâra cür’et gösterir. Elbette ki, böyle bir cür’et, en büyük bir sapıklık, cehalet eseridir, en fena bir zulüm nişanesidir. (Muhakkak ki, Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.) öyle heveslerine uyan, nefislerine zulmeden, hak yoluna sevkeden âyetleri kabulden kaçınan kimseler, maddeten ne kadar kuvvetli olsalar da yine hidayetten mahrum bulunarak nihayet Allah’ın kahrına uğrayacaklardır. İşte küfrün müthiş neticesi!.

51. And olsun ki, onlar için belki düşünürler diye sözü birbiri ardınca yetiştirdik.

51. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetlerin tamamen veya kısmen tekrar tekrar inmiş olduğunun hikmetini, faidesini bildiriyor. Ve Resûl-i Ekrem’inPeygamberliğine, Kuran-ı Kerim’in de ilâhi bir kitap olduğunu kitap ehlinden bir çoklarının bilip îman ettiklerini ve o zatların vasıflanmış oldukları ahlâki olgunlukları beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey yüce Peygamber!. (And olsun ki, onlar için) O kendilerini İslâm dinine davet ettiğin kabilelerin, toplulukların istifade edebilmeleri için (belki düşünürler) de îman ederler (diye sözü biribiri ardınca yetiştirdik) yani: Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini hikmet ve menfaat gereğine göre birbiri peşine indirdik, yahut o apaçık kitapta va’de, tehdide, kıssalara, öğütlere vesaireye dair bir nice âyetleri ard arda inzâl buyurduk. Artık onlardan istifade edip de îman şerefine kavuşmaları ve Cenab-ı Hak’kın bu lütfuna karşı şükür vazifesini yerine getirmeleri icab etmez mi?. Ne yazık ki, bir çokları onlardan yararlanarak îman şerefine kavuşamamışlardır.

52. Bundan evvel kendilerine kitap vermiş olduklarımız, onlar buna da îmân ederler.

52. (Bundan evvel) Kur’an-ı Kerim’in inişinden önce (kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler) Tevrat, İncil gibi semavi kitaplara erişmiş olanlardan bir topluluk ise (onları buna) Kur’an-ı Kerim’e veya Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (îman edenler) onları kendi kitaplarında Resûl-i Ekrem’in vasıflarını görmüş okumuş ona îman etmek nimetine ulaşmışlardır. Bu âyeti kerime, kitap ehlinden olup İslamiyet’i kabul eden bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Kısacası Yahudilerden “Abdullah İbni Selâm” ile onun ashabı İslâmiyet’i kabul etmişlerdi. İncil ehlinden de kırk erkek, Habeşe’den gelip Resûl-i Ekrem’e îman etmişlerdi. Bu zatlar, kendi servetlerinden bir kısmını da getirip fukarayı müslimine infakta bulunmuşlardı.

53. Ve olara karşı Kur’anı okuduğu zaman dediler ki: Buna biz îmân ettik. Şüphe yok ki, bu Rabbimizden gelen hak bir kitaptır. Şüphe yok ki, biz bundan evvel Müslüman olmuştuk.

53. (Ve onlara) öyle İslamiyeti kabul eden zatlara (karşı) Kur’an-ı Kerim (okuduğu zaman dediler ki: Buna biz îman ettik) bu, ilâhi bir kitaptır, biz bunun beyanatını tasdik etmekteyiz. (şüphe yok ki, bir Rabbimizden) Gelen, Allah tarafından nazil olan bır (haktır) gerçeğe uygun bir mukaddes kitaptır. (Şüphe yok ki, biz bundan evvel) Bu Kuran’ın inişinden önce (müslümanlar olmuştuk) Cenab-ı Hak’kı birlemekte, âhir zaman Peygamberinin dünyaya şeref bahşedeceğini bilmekte idik, tam bir samimiyetle ilâhi dine boyun eğmiştik.

54. İşte onlar ki, sabretmeleri sebebiyle mükâfatları kendilerine iki defa verilecektir. Ve onlar kötülüğü güzellikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcamada bulunurlar.

54. (İşte onları ki) Öyle hakkıyla dindar, yüksek bir mertebeye sahip zatlar ki, (sabretmeleri sebebiyle) din yolunda bir takım dinsizlerin eza ve cefalarına tahammül gösterip hem vaktiyle kendilerine verilmiş olan kitaplara, hem de Son Peygambere verilen Kur’an-ı Kerim’e îman ettiklerinden dolayı (mükâfatları kendilerine iki defa verilecektir.) onlar ahiret âleminde pek büyük mükâfatlara ulaşacaklardır. (ve onlar) o dindar zatlar (fenalığı kötülükle bertaraf ederler) dinsizlerden işittikleri fena lakırdılara karşı afvetme ve bağışlamakla karşılıkta bulunurlar. Ve onlar kelime-i şahadeti okuyarak küfür ve şirki bertaraf etmiş olurlar. (ve kendilerini rızıklandırdığımız şeyden) Az olsun çok olsun elerindeki mallarından muhtaç olanlara (infakta bulunurlar) bu suretle de insaniyete hizmet etmiş, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmış olurlar.

55. Ve onlar, lüzumsuz bir söz işitince ondan yüz çevirirler ve derler ki: Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Üzerinize selâm. Biz cahilleri aramayız.

55. (Ve onlar) Öyle cömert müminler (lüzumsuzbir söz işitince ondan yüz çevirirler) dinî faideden, faydadan uzak, ahlâka aykırı lakırdılara kıymet vermezler, onlara iltifatta bulunmazlar. (ve) böyle boş lakırdılara cüret edenlere bir nasihat vermek maksadiyle (derler ki: Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir) hiçbirimiz, diğerinin amelinden dolayı ve mükâfata, ne de cezaya lâyık olmaz. (üzerinize selâm) Yani: Biz sizinle antlaşmada bulunmuş bir durumdayız. Artık Cenab-ı Hak, size uyanıklık versin, sizi bu âkibeti, korkunç durumdan kurtarsın, sizi tövbeye nâil buyursun, sizi bir selâmet sahâsına lütfen kavuştursun. (Biz cahilleri aramayız) onlar ile sohbet etmek istemeyiz, Allah’ın dininden mahrum, ahlâksız şeyler ile meşgul olan kimseler ile bir arada olmaktan çekininiz. Çünkü onların o beyinsizce hallerinden her sağlam yaratılışlı nefret eder. Binaenaleyh her mümin için lâzımdır ki: Yanlış telkinatta bulunan, genel ahlâkı bozmaya çalışan kimseler ile dostane bir şekilde arkadaşlıkta ve anlaşmada bulunmaya tenezzül etmesin.

56. Şüphe yok ki, sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilâkis Allah dilediğini hidayete erdirir ve o, hidayete erecekleri en iyi bilendir.

56. Bu mübârek âyetler, Cenab-ı Hak’tan başkasının bir kimseyi hidayete erdiremiyeceğini bildiriyor. İslâm dinini kabul etmemeleri için varlıklarından mahrum kalacaklarını sebep göstermek isteyenlere de haklarındaki ilâhi nimetlerin bolluğunu beyan ile kendilerini susturmaktadır. Kavuştukları geniş bir yaşantının değerini bilmeyip bu yüzden azgınlıkta bulunmuş olanların da nasıl Allah’ın kahrına uğramış olduklarını nazarı dikkate sunuyor. Ve insanlık cemiyetinin başlıca bir merkezine ilâhi dinin hükümlerini tebliğ eden bir Peygamber gönderilmiş olmadıkça da onların helâke uğratılmamış olduğunu, zalim ve inkârcı kimselerdenbaşkalarının öyle ilâhi kahra uğramadıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin efendisi!. (Şüphe yok ki, sen sevdiğini hidayete erdiremezsin) Bütün gayretini göstersen insanlara hidayet yolunu göstermektir, onları hidayete teşvik etmektir (Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir) irade buyurduğu kulunu müslüman olma nimetine kavuşturur (ve o) Yüce Yaratıcı (Hidayete erecekleri en iyi bilendir.) hangi kulunun aslî yaratılışını muhafaza ettiğini, iradesini kötüye kullandığını, müslüman olmaya kabiliyetli olduğunu o Kerim mabûd, tamamen bilir, ona göre kulları hakkında ilâhi hidayeti tecelli eder. Alimlerin çoğunluğuna göre bu âyeti kerime, Ebu Talip hakkında nazil olmuştur. Ebu Tâlib, hastalanmış. son nefesini verme durumuna gelmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun yanına gitmiş, “ey amcam!. Bir kere (La ilâhe illâllah) de de İslâmiyeti kabul et, şirkten kurtul, senin müslüman olduğuna Allah katında şehadette bulunabileyim” diye tavsiyede bulunmuş, o da demiş ki: “Ey kardeşimin oğlu. Vallahi ben bilirim ki sen elbette doğrusun, ancak “Ebu Tahip ölüm anında korktu da ondan dolayı kardeşinin oğluna îman etti” demelerini kötü görüyorum demiş, müslüman olma şerefine ulaşamamıştı. Resûl-i Ekrem ise bundan dolayı üzüldüğü için bu âyeti kerime nazil olmuştur. Rivayete göre Ebu Talip, Resûl-i Ekrem’in zamanında “ey Beni Haşim cemaati!. Muhammed’e -sallallahu aleyhi vesellem- itaat edin, onu tasdik eyleyin ki, kurtuluşa, selâmete erebilesiniz” diye tavsiyede bulunmuştur. Buna rağmen kendisi Resûl-i Ekrem’in teklifini kabul etmeyip kavminin dedikodusuna hedef olmamak üzere kendi dedelerinin dinî üzere ölmeği tercih eylemiştir. Bununla beraber Ebu Talib’in îman ettiğine dair bazı rivâyetler de vardır. Gerçek bilgi Allah’ın katındadır.

57. Ve dediler ki: Eğer seninle beraber hüdaya = İslâm’a tâbi olursak yurdumuzdan hemençıkarılırız. Biz onlar için bir emniyetli haremi, sağlam bir mekân kılmadık mı ki, her şeyin ürünleri bizim tarafımızdan bir rızk olmak üzere onun için toplanır. Fakat onların çoğu bilmezler.

57. (Ve) Arab topluluğundan, Kureyş kabilesinden bazı kimseler Peygamberin huzuruna gehip (dediler ki:) Ya Muhammed! Aleyhissehâm, senin hak ve hidayet üzere bulunduğunu biz yakinen biliyoruz lâkin (Eğer seninle beraber hidayete tâbi olursak) yani: İslâmiyet’i kabul eder, seninle beraber harekette bulunursak (yurdumuzdan hemen çıkarılırız.) bütün Araplara karşı muhalif bir cephe almış oluruz, halbuki, çoğunluk onlardadır, biz onların kuvvetlerine karşı koyamayız, onlar bizleri derhal yurdumuzdan kapıp çıkarıverirler, bizleri zelil bir halde bırakırlâr. Cenab-ı Hak da onların bu mazeretlerini red için buyuruyor ki: (Biz onlar için bir emniyetli haremi) Mekke-i Mükerreme şehrini (sağlam bir mekân kılmadık mı) orada ikamet edenlere cahiliye döneminde bile hiç bir kimse tecavüzde bulunamazdı. O havalide bulunan kuşlar ve diğer hayvanlar bile tecavüzden emin idiler, onlara kimse dokunmazdı, Mekke-i Mükerreme’ye sığınan bir caniyi bile oradan zorzoruna çıkarmaya çalışmazlardı. İşte orası, o kadar emniyetli, feyizli bir hayat sahasıdır. (her şeyin ürünleri) Bir çok nefis meyveler, gıda maddeleri her taraftan toplanarak (bizim tarafımızdan) lütfen (bir rızık olmak üzere onun için) yalnız o mübârek Mekke’ye mahsus olmak üzere (toplanır) orada bulunanlar bunlardan bol bol istifade ederler artık o ahalinin İslâm dinini kabul etmeleri, ne için onların mahumiyetlerine sebep olsun?. Böyle mahrumiyeti düşünmek, Allah’ın nimetlerine karşı bir nankörce hareket sayılmaz mı?. (fakat onların ekserisi bilmezler) Hidayetten mahrum olan insanlar, Allah’ın bu lütfunutakdir etmezler. Bu nimetleri kendilerine ihsan eden Kerem Sahibi yaratıcının îman ettikleri takdirde daha ziyade nimetere, lütuflara, ebedî saadete nâil buyuracağını düşünmezler de pek boş olan maddî bir mahrumiyet düşüncesiyle öyle îmanı kabulden kaçınırlar. Ne gaflet, ne cehalet!.

“Tehattü”: Kapmak, kaçmak, bir şeyi süratle çekip almak çıkarmak demektir. “Yücba” da celb ve cem olunur mânasınadır.

58. Ve bir nice memleketleri de helâke uğrattık ki, ahalisi refahının çokluğuyla şımarmış idi. İşte şu onların yerleri ki, onlardan sonra pek azı müstesnâ kimseye ikametgâh olmadı ve bizler varisler olduk.

58. (Ve birnice memleketi de) Yani: beldeler ahalisini de (helâke uğrattık ki,) o beldelerin ahalisi (geçimliklerinin çokluğuyla şımarmış idi) geniş bir varlığa nâil oldukları halde onun kadrini bilmemiş, nankörlükte bulunmuş, zekât gibi Allah’ın hakkına riayet etmemiş, kötü bir tarzda hareket eylemişlerdi. Böyle pek kötü bir yaşayış neticesinde de helâke mâruz kalmışlardı. (işte şu onların yerleridir ki) Harabeleri hâla göze çarpıp duruyor. (onlardan sonra) O yerlerin (pek azı müstesnâ) onlar kimseye (ikâmetgâh olmadı) bütün sahipleri mahvolup gittiler, oralarda ancak yolcular geçici olarak uğrayıp durmakta bulunmuşlardır. Bütün bunlar, günahkâr sahiplerinin kötü bir sonudur. (ve) Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Artık o harap diyarlar kimselere intikâl etmiş olmadı, onlara (bizler varis olduk) yani: O diyarlara ezeli ve ebedî olarak sahip olan ilâhi zatımdır, o yerler bizim hâkimiyetimizin altında kalmıştır, oralarda artık başkaları tasarrufta bulunur olmadılar. “batar” fazlaca sevinmek kibirlenmek, hayret ve dehşet, zengin olan kimsenin Allah’ın hakkına riayet etmeyip malını kötüye kulanması, azgın olması demektir.

59. Ve Rabbim memleketleri helâk ediciolmadı; onların ana merkezlerine bir Peygamber gönderip de onlara âyetlerimizi okumadıkca ve biz ahalisi zalim olan kasabalardan başkasını helâk edici olmadık.

59. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. (Ve Rabbin memleketleri helâk edici olmadı) Onların ahalisini bir takım musibetlere, felâketlere mâruz bırakmadı (onların ana merkezlerine bir Peygamber gönderip de onlara âyetlerimizi okumadıkça) evet.. Allah’ın merhametinin eseri olarak Peygamber Efendimize kadar her milleti ilâhi dine davet eden, onları teşvik eden ve korkutan bir Peygamber gönderilmiştir. O Peygamberler, ümmetlerine ait beldelerin en büyüğünde en şereflisinde Peygamberlik vazifesini yerine getirmeye başlamış etrafını aydınlatmaya çalışmış, ümmetlerine lâzım gelen hükümleri öğretmiş ve telkin buyurmuşlardır. İşte Son Peygamber de Mekke-i Mükerreme’de, Medine-i Münevvere’de ikamet buyurarak ümmetlerine İslâm dinini tebliğe, yaymaya fevkalâde bir şekilde çalışmıştır, Kur’an-ı Kerim’in âyetleri de bütün her tarafa yayılmaya başlamıştır. Binaenaleyh hiçbir kimse, artık kendi cehaletini mâzeret makamında ileri süremez. İşte öteden beri muhtelif ümmetlere Peygamberler gönderilmiş buna rağmlen onlar dinsizliklerinde ısrar edip durunca nihayet Allah’ın kahrına mâruz kalmışlardır. Evet.. Hak Teâlâ Hazretleri şöyle de buyuruyor ki: (ve biz ahalisi zalim olan kasabalardan başkasını helâk edici olmadık) Fakat ahalisi yine Peygamberlerini inkâr, küfürlerinde ısrar ettikleri için helake uğramışlardır, harap olan yurtları da kendilerinden sonra gelen milletlere karşı birer ibret manzarası teşkil etmekte bulunmuştur. “Üm” valide, asl demektir. “Ümmülkurâ” da beldelerin merkezi, en büyüğü, en mühimi manasınadır.

60. Ve size herhangi bir şeyden verilmiş ise ancak dünya hayatına ait geçim vasıtası veonun süsünden ibarettir. Allah katında olan ise daha hayırlıdır ve daha bâkidir. Artık akıl erdiremez misiniz?

60. Bu mübârek âyetler, dünya varlığı ile ahiret varlığı arasındaki büyük farkı bildiriyor. Güzel amellerinden dolayı Allah’ın vadine kavuşanlar ile dünya hayatına aldanmış, dinî terbiyeden yoksun olmuş bu sebeple azaba uğramış olanların aralarındaki ayrılığı ihtar ediyor. Dünyada iken küfür ve şirk ile, başkalarını da aldatmakla vakit geçirmiş olanların yarın ahirette cinâyetlerini itirafa mecbur olup, ne büyük bir mesuliyeti taşımış olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri, dünya varlığından mahrum kalmak korkusuyla İslâm dinini kabul etmeyen dinsizlere bir ibret dersi vermek üzere buyuruyor ki: (ve size herhangi bir şeyden verilmiş ise) Siz dünyevî sebep ve işlerden nelere sahip iseniz, onlar (ancak dünya hayatına ait geçim vasıtası ve onun süsünden ibarettir) siz onlardan ancak dünyada geçici bir zaman için istifade edersiniz, onlar nihayet elden çıkmaya mahkum şeylerdir. Fakat (Allah katında olan ise) uhrevî sevab cennet nimetleri ise (daha hayırlıdır) çünki, onlar her türlü şüphelerden, noksanlardan beridir, son derece temiz, zevk verici bulunmaktadır. (ve) o uhrevî nimetler (daha bâkidir.) onlar ebedidir, yokluğa mâruz kalmayacaktır. (Artık akıl erdiremez misiniz?.) Böyle bâki, yüce nimetler ile fâni, adi nimetler eşit olabilir mi?. Elbetteki eşit olamaz. O halde nasıl oluyor da böyle çabucak yok olan nimetlerden ayrılmamak için öyle ebedî, mutluluk veren, pek muazzam nimetleri terkediyorsunuz?. Biraz akıllıca düşünülürse bu pek açık hakikat, pek güzel anlaşılmış olmaz mı?. Nedir o kadar gafilce, dünyaya taparcasına hareket!.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN