ZUHRUF SURESİ

31. Ve dediler ki: Şu Kur’an, iki beldeden bir büyük erkek üzerine indirilmiş olmalı değil midir?

31. (Ve) O müşrikler (dediler ki: Şu Kur’an) yâni: Hz. Muhammed’in teblîğ ettiği ve Allah tarafından indirilmesini iddia eylediği kitap, eğer hakikaten bir ilâhî kitap ise Hz. Muhammed gibi servetten, makamdan nasibi olmayan bir zâta, değil (iki beldeden) yâni: Mekke-i Mükerreme ile Tâif şehrinden birinde bulunan (bir büyük erkek üzerine indirilmiş olmalı değil mi idi?.) Bu erkekten maksatları, Mekke-i Mükerreme’deki Velîd Bin Muğire’den ve Tâif şehrindeki İbn-i Mesudissekafî’den ibârettir. O müşrikler, peygamberliğin büyük ve şerefli bir makâm olduğunu nazara alıyorlar, böyle bir şerefe ancak dünyadaki fâni servete, bir mevkie nâil olanların lâyık olacaklarını düşünüyorlardı. Resûl-i Ekrem’in ise zâtındaki yüceliği, ahlâkındaki fevkalâdeliği dikkate almıyorlar, onun dünyevî bir servetten, makamdan nâsipsiz olduğuna bakarak onun peygamberliğe erişmesine inanamıyorlardı.

32. Rabbinin rahmetini onlar taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bâzılarını bâzısı üzerine dereceler itibariyle yükselttik, tâki, bâzıları iş gördürebilsin ve Rabbinin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.

32. Allah Teâlâ ise onların o düşüncelerindeki hatalarını, o câhilce müptalâalarını red için buyuruyor ki: (Rab’binin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?.) Peygamberlik ve risâleti kendi münâsip gördükleri kimselere mi tahsis etmek istiyorlar?. Bir kere düşünmüyorlar mı ki: (Biz onların aralarında dünya hayatındaki geçimlerini taksim ettik) kendilerini çeşitli geçim sebeplerine sâhip kıldık, kimisini zengin ve kimisini de fakir bir hâlde bıraktık (ve bâzılarını bâzısı üzerine dereceler itibariyle yükselttik) kimisine fazla kuvvet, güç, şöhret, ilm verdik, kimisini de bu gibi vasıflardan nâsipsiz kıldık (Tâki, bâzıları, bâzısını istihdamedebilsin) muhtelif vazifeler, hizmetler yüklenilerek dünyevî maslahatlar temin edilsin, âlemin nizamı bozulmasın. Bütün bu dünyevî tasarruflar, ihtilâflar birer hikmet ve fayda gereğidir. İşte insanlar bu dünyevî işlerde bile ilâhî taksime tâbi, ona müdahâle selâhiyetine sâhip bulunmuyorlar. Artık Peygamberlik ve risâlet gibi dinî, en yüce bir hususa nasıl müdahâle edebilirler?. Bu husustaki ilâhî taksime nasıl olur da itiraza cür’et gösterebilir?, (ve Rab’binin rahmeti ise) Yâni: Peygamberlik ve risâlet ise, bir ilâhî kitabın vahyedilmesi ise, bu husustaki dünyevî ve uhrevî saadet ise (onların) o insanların (topladıklarından) dünyevî servetlerden, mevkilerden Elbette ki (hayırlıdır.) Dünyevî varlıklar nihâyet yokluğa mâruzdur. Bu dinî varlık ise ebedîdir, en büyük saadete vesîledir. Artık böyle ebedî, kutsî bir nîmete sadece dünyevî bir varlığa sâhip olan herhangi bir şahsın daha lâyık görülmesi, Cenab-ı Hak’kın pek seçkin bir kulu olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ise lâyık görülmemesi nasıl uygun olabilir. Neden böyle fâni varlıklara kıymet veriyorsunuz.

33. Ve eğer insanlar küfre düşüp bir ümmet olacak olmasa idiler elbette Rahmânı inkâr edenlerin evleri ve üzerine çıktıkları merdivenleri için gümüşten tavanlar kılardık.

33. Bu mübârek âyetler, dünyevî bir varlığa kavuşmanın haddizâtında bir şeref alâmeti olmadığını bildiriyor. Eğer insanlar sadece dünya varlığına nâil olan kâfirlere bakıp da onlar gibi küfre düşecek olmasalar idi Cenab-ı Hak’kın o kâfirleri âhirette daha ziyade azap görmeleri için bu dünyada her türlü süslü, muhteşem varlıklar içinde yaşamış olacağına işâret buyuruyor. Bu gibi süslemelerin, varlıkların haddizâtında geçici bir dünya metaından ibâret olduğunu beyân ve ebedî olan âhiret nîmetlerinin ise Allah Teâlâ’dan korkan, küfr ve isyândan kaçınan kullar içinvadedildiğini müjdelemiş buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve eğer insanlar) yâni birçok câhil kimseler, bütün kâfirlerin dünya varlığına, ihtişamına nâil olduklarını görüp de yanlış bir fikre düşerek onlar gibi küfre düşmüş (bir ümmet olacak olmasa idiler) Allah’ın dininden mahrum kalacak bulunmasa idiler (elbette Rahmânı inkâr edenlerin) rahmeti bütün âleme şâmil olan Yüce Allah’ın birliğine inanmayanların, şükür vazifesini yerine getirmeyenlerin (evleri) için (ve üzerinde çıktıkları merdivenleri için gümüşten tavanlar kılardık.) yâni: O kâfirleri hikmet gereği öyle ziynetli, şeylerden meydana gelen ikâmetgâhlara eriştirirdik. Artık o kâfirler, öyle nîmetlere nâil oldukları hâlde onu kendilerine ihsân buyuran Yüce Yaratıcı’nın birliğini inkâr etmiş, vazifeyi yerine getirmemiş olacaklarından dolayı âhirette daha fazla hesaba çekilecek ve azabı hak etmiş bulunacaklardır.

34. Ve evleri için yine gümüşten kapılar ve üzerine yaslândıkları tahtlar yapardık.

34. (Ve) O kâfirlerin (evleri için) yine gümüşten (kapılar ve) yine gümüşten olarak (üzerine yaslandıkları tahtlar) kanapeler yapardık, o kâfirlere dünyada böyle geçici bir varlık vermiş olurduk.

35. Ve altun ziynetler yapardık bunların hepsi de dünya hayatının geçici geçimliğinden başka bir şey değildir. Ahiret ise Rabbinin katında takva sahipleri içindir.

35. (Ve) O kâfirler için (altun) dan ziynetler yapardık, onları tam, umumî bir ziynete, ihtişama sâhip kılardık. Fakat (bunların hepsi de) öyle gümüşten, altundan yapılmış tavanlar, kapılar, koltuklar vesâire (dünya hayatının) geçici (metaından başka birşey değildir) bunlar nihâyet yok olacaktır, (âhiret ise) Ondaki ebedî ve çeşitli nîmetler, ziynetler, gönül açıcı manzaralar ise (Rab’binin katında takvâ sâhipleri içindir) o ebedî nîmetlere,varlıklara ancak Allah Teâlâ’dan korkan, küfr ve isyândan kaçınan kullar nâil olacaklardır. Kısacası: Hikmet Sâhibi Yaratıcı dünyada bir kısım kâfirlere birçok varlıklar verir, bu onların hakkında bir denemedir, bir imtihandır, ilerde daha ziyade azaba düşmelerine bir sebeptir. Mamafih onların hepsini de öyle fevkalâde bir sûrette ziynetlere, ihtişamlara, dünya varlıklarına nâil buyurmaz, aralarında birçok yoksullar da vardır. Bu hâl, yine insanlar için ilâhî bir rahmet eseridir, bir hikmet ve fayda gereğidir. Çünkü bütün kâfirler öyle bir umumî varlığa nâil bulunsalar, birçok insanlar küfrün öyle bir varlığa vesîle olduğuna inanarak hepsi de küfre meyleder, îmandan mahrum kalarak ebedî felâkete uğramış olur. İşte böyle bir bâtıl eğilime meydan verilmemesi hikmetinden dolayı kâfirlerin hepsi de aynı sûrette muhteşem bir varlığa sâhip değildir. Müminlere gelince onların da hepsi bu dünyada öyle bir varlığa sâhip bulunmamaktadırlar. Bu da bir hikmet gereğidir. Eğer bütün mü’minlerin tamamen dünya varlığına ulaşmaları takdir edilmiş olsa idi, insanların mü’min olmaları, sırf Allah rızâsı için değil, öyle bir varlığa erişme maksadına dayanmış olurdu. Bu ise samimiyete tam bir samimiyetle ilâhî dini kabul etmek vazifesine aykırıdır. Ciddî sûrette mü’min olan bir zât, öyle dünya varlığına kavuşmak için değil, sırf Allah rızâsına kavuşmak için, kulluk şerefine kavuşmak için mü’min olmuş olur, ibâdet ve itaatten, Allah’ın zikri ile kalbini aydınlatmaktan geri durmayarak ebedî hayatını tehlikelerden kurtarmış bulunur. Ne büyük bir saadet!.

36. Ve her kim O Rahmânın zikrinden gaflette bulunursa O’na bir şeytanı Mûsallat ederiz. Artık bu, O’nun için bir arkadaştır.

36. Bu mübârek âyetler, dünya varlığına dalıp da Kerem Sâhibi. Yaratıcı’nın zikrinden mahrum kalmış olan kimseyi, gözleri bir âfete uğramış,şeytana arkadaşlık etmiş bir şahıs olarak teşhir ediyor. Şeytanların saptırmış oldukları şahısların aldanarak kendilerini doğru bir yola ermiş sandıklarını bildiriyor.. Öyle şeytanlara uyanlara bilâhare gösterecekleri pişmanlıkların bir fâide vermeyeceğini, hepsinin de birlikte azap göreceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve her kim o Rahmânın zikrinden) Kerem Sâhibi Yaratıcıyı zikretmekten, âlemler için bir ilâhî rahmet olduğunu tasdikten kaçınır da (körlükte bulunsa) gözlerine bir âfet ârız olmuş gibi görmemezlik gösterirse (ona) o hakikati görmeyen bir inkârcıya (bir şeytanı musallat ederiz.) ona insanlardan veya cinlerden olan şeytan tâbiatlı bir şahıs vesvese verir durur, birçok çirkin, haram şeyleri ona güzel ve câiz göstermeğe çalışır. (Artık bu) Şeytan şahıs (onun için) o körlük gösteren kimse için (bir arkadaştır) bir yoldaştır, ondan ayrılmaz, onu fenâlığa sevk eder durur.

§ Uşuv; Kast etmek, yüz çevirmek, körlük göstermek gözde bir âfetin meydana gelmesi demektir.

§ Nukayyiz; kelimesi de hazırlarız katarız, musallat kılarız mânasınadır.

37. Ve şüphe yok ki, bunlar, onları herhâlde doğru yoldan çıkarırlar. Ve onlar da zannederler ki, kendileri şüphe yok hidâyete erdirilmişlerdir.

37. (Ve şüphe yok bunlar) Bu şeytanlar (onları) o şeytanlara uyanları (herhâlde doğru yoldan çıkarırlar) vesveseleriyle onları hidâyet yolundan Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği din ve selâmet caddesinden mahrum bırakırlar, (ve onlar da) O şeytanlara uyanlar da (zan ederler ki: Kendileri) veya kendilerini saptıran o şeytanlar (şüphe yok hidâyete erdirilmişlerdir.) öyle şeytanî vesveselerin tesiri altında kalarak ne kadar sapıklıkta bulunmuş olduklarını anlayamazlar. Evet.. Bir takım güzelce tefekkürden mahrum kimselervardır ki: Birçok ahlâksız, zararlı kimselere büyük kıymetler vererek onları körükörüne takdire ve tâkibe devam ederler. Fakat bir gün bu aldanışlarından haberdar olacaklardır.

38. Nihâyet bize geldiği zaman O arkadaşına der ki: Keşke benim ile senin aranda iki doğunun uzaklığı olsa idi, sen ne kötü arkadaş!

38. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: o sapıtılmış kimse (Nihâyet bize geldiği zaman) yâni: Kıyamette muhakemeye tutulduğu vakit ne büyük bir sapıklık içinde yaşamış olduğunu anlar, o yoldaşına, o kendisini sapıtmış olan şeytana (derki: Keşke benim ile senin aranda iki maşrıkın) yâni: Doğu ile bâtının (uzaklığı olsa idi) dünyada birbirimizle karşılaşmasaydık. Sen ey Şeytan!, (ne kötü bir arkadaş!.) Bulundum, sen beni saptırdın, sen beni bugünkü bu fecî duruma düşürmüş oldun.

39. Bu gün size bu temenniniz, aslâ bir fâide vermeyecektir. Çünkü zulümettiniz. Şüphe yok ki, siz azapta ortalarsınızdır.

39. Artık kıyamette o sapıklara Allah tarafından bir kınama ve tekdir için buyurulur ki: (Bu gün size) Bu temennîniz, bu pişmanlık göstermeniz (aslâ bir fâide vermeyecektir) pişmanlık zamanı geçmiştir (çünkü) siz dünyada iken kendi nefslerinize (zulm ettiğiniz) şeytanların vesveselerine kıymet vererek küfr ve isyânı fâideli bir şey zannedilir. Artık (şüphe yok ki,) şimdi bu kıyamet gününde (siz azabta ortaklarsınız.) dünyada iken küfrü, isyânı ortak olarak işlemiş olduğunuz gibi şimdi cehennemde de ortak olarak azap göreceksiniz. Bu, sizin kendi kötü amelleriniz, Hak’ka karşı kör, sağır kesilmenizin bir cezasıdır. Elbette ki, herkes lâyık olduğu bir âkıbete kavuşur.

40. Artık sen mi O sağırlara işittireceksin? Veya O körleri ve apaçık bir sapıklık içinde bulunanı hidâyete erdireceksin?

40. Bu mübârek âyetler, mânen sağır, kör, sapık olan kimselerin hidâyete eremeyeceklerini ihtar ediyor. Resûl-i Ekrem hayatta olsun olmasın, o inkârcılardan herhâlde intikam alınacağını haber veriyor. Yüce Peygamberimizin mazhar olduğu ilâhi vahiy doğrultusunda hareket etmekle mükellef olduğunu ve o ilâhî vahyin kendisine ve kavmine âid muazzam bir şeref bulunduğunu ve ondan sual olunacaklarını teblîğ buyuruyor. Hiçbir Peygamber’in Kerem Sâhibi Yaratıcıdan başkasını ilâh edinmemiş olduğunu beyân ile bu hususta bütün insanlığı irşâd buyurmak istemektedir. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. Sen elinden gelen gayreti sarfediyor, kavmini aydınlatmaya çalışıyorsun. Buna rağmen onların içinde bundan istifâde edemeyecek kabiliyette kimseler bulunuyor, onların o inkârcı hâllerinden müteessir olma. (Artık sen mi o sağırlara işittireceksin?.) Onlar mânen sağırdırlar, senin o güzel, tebligâtını işitip kabul etmek kabiliyetinden mahrumdurlar (veya) Ey Yüce Peygamber!. Sen mi (o körleri) o kalb gözleri kör kesilmiş inkârcıları (ve apaçık bir sapıklık içinde bulunanı) sapıklık içinde sâbit olan herhangi bir şahsı (hidâyete erdireceksiniz?.) Elbette bu senin için mümkün değildir. Senin vazifen insanlara hidâyet yolunu göstermek, o yola teşvik etmektir. Hidâyete erdirmek ise ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. O Kerem Sâhibi Yaratıcı, hidâyete kabiliyetli olup olmayanları bilir, ona göre ilâhî takdiri tecellî etmiş bulunur. Sen üzülme.

41. Eğer seni herhâlde onların aralarından giderirsek, artık şüphe yok ki: Biz onlardan intikam alıcılarız.

41. Ey Yüce Peygamber!. (Eğer seni herhâlde) Onların, o müşriklerin aralarından ölüm ile veya başka bir şekilde (giderirsek, artık şüphe yok ki: Biz onlardan intikam alıcılarız) onlar mutlaka o küfr ve isyânlarının cezasınadünyada da, âhirette de uğrayacaklardır. Ey Yüce Peygamber!. Sen teselli bul, senin de diğer mü’minlerin de öç aldıkları sonra gönüllerinin rahatlamasını temin edecek olaylar, ergeç vuku bulacaktır.

42. Yahut onlara vaad ettiğimizi sana göstereceğizdir. Çünkü biz muhakkak ki: Onlara güç yetiririz.

42. (Yâhut) Ey Yüce Peygamber (onlara vâ’d ettiğimizi) o kâfirler hakkında takdir edilen azabı (sana göstereceğizdir) sen daha dünyada iken, onların başlarına gelecek felâketleri sen de görmüş olacaksındır. (Çünkü biz) Yâni: ben Yüce Yaratıcı (muhakkak ki, onların üzerlerine muktedirleriz.) onlardan dünyada da, âhirette de intikam almaya her şekilde kaadiriz. Onların azaba mâruz olabilmelerinde aslâ şüphe edilemez. O inkârcılar, müşrikler hakkındaki ilâhî tehdit “vâ’d” tâbiriyle ifâde buyuruluyor. Çünkü vâ’d-ı ilâhîde cayma yoktur, mutlaka vuku bulacaktır. O suçluların cezaları da muhakkak olduğu için vâid yerine vâ’d tâbiri tercih edilmiştir.

43. Artık sen, sana vahyolunmuş olana kuvvetle sarıl! Şüphe yok ki: Sen bir doğru yol üzerindesin.

43. (Artık sen) Ey Yüce Peygamber!, (sana vahy olunmuş olana kuvvetle sarıl) Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine uymaya devam et, o inkârcıların aleyhindeki ilâhî vâ’d, gerek alelacele ortaya çıksın ve gerek âhirete kalsın herhâlde vâki olacaktır. (şüphe yok ki: Sen, bir doğru yol üzerindesin.) Senin tâkibetmekle mükellef olduğun yol, dosdoğru bir yoldur, o yolu tâkibedenler, herhâlde cennetlere, nîmetlere kavuşacaklardır. Artık o yoldan ayrılmak, elbette ki, aslâ muvafık olmaz.

44. Ve muhakkak ki, O, elbette senin için ne kavmin için pek büyük bir şereftir ve ileride sual olunacaksınızdır.

44. (Ve muhakkak ki o,) Sana vahyolunan Kur’an-ı Kerim, emredilen İslâmî hükümler (elbette senin için ve kavmin için pek büyük şereftir.) ismin bâki kalmasına bir vesîledir. Arap lisânı üzere nazîl olan Kur’an-ı Kerîm, bütün insanlığa hidâyet yolunu gösteriyor, herkesi selâmet ve saadete dâvet ediyor, herkese en güzel ahlâk, medeniyet dersi veriyor. Artık bu, sizin için her türlü şerefe, iftihara vesîle olan pek muazzam bir ilâhî lütuftur. Bunun kadrini hakkıyla bilmelidir, (ve ileride sual olunacaksınızdır.) o Kur’an-ı Kerim’in, o büyük nîmetin hukukuna ne derece riâyet edildiği, onun değeri bilinip bilinmediği ve şükrünün yerine getirilip getirilmemiş olduğu muhakeme altına tâbi tutulacaktır. Artık o uhrevi sorumluluğu düşünmeli, onun hükümlerine hakkıyla riâyete çalışılmalıdır. O ilâhî kitabın teblîğ ettiği Allah’ın birliği inancını, o mukaddes kitabın yüce beyânlarını bütün insanlık dünyasına yaymaya gayret göstermelidir.

45. Senden evvel Resûllerimizden göndermiş olduğumuz zâtlara sor, biz O Rahmândan başka tapılacak ilâhlar yaptık mı?

45. Ey Son Peygamber!. Sen o Kur’an-ı Kerim ile Allah’ın birliği inancını insanlığa teblîğ etmektesin, bu bir hakikattir. (Senden evvel Resûllerimizden) insanlığı ilâhî dine dâvet için (göndermiş olduğumuz zâtlara sor) yâni: Onların hayat tarihlerini araştır, onları tasdik edene ümmetleri âlimlerinden sual et, başkalarına karşı hakikatin tecellîsini temîn için bu açıklamayı istemede, bir bakış ve delil getirmede bir güzelce düşünme ve tefekkürde bulun. Resûl-i Ekrem’e olan bu emr, asıl onun ümmetinin fertlerine yöneliktir. Çünkü Resûl-i Ekrem’in böyle bir sualden uzak olduğu apaçıktır. (Biz o Rahmândan başka) Rahîm, rahmân olan, vahdaniyet sıfatiyle vasıflanmış bulunan Allah Teâlâ’dan başka (tapılacak ilâhlar yaptık mı?.) böyle bir şey ile hükmettikmi?. Birçok mâbudun varlığına inandık mı?. Ebette ki, olmadık. Bütün Peygamberler ümmetlerine Allah’ın birliğini teblîğ etmişlerdir. Bu hususta bütün Peygamberlerin icmaı vardır. Bu Allah’ın birliği akîdesini insanlık âlemine yayan zât, yalnız Son Peygamber değildir. Artık hangi insaflı, akıllı bir kimse, bu temiz akîdenin tersini tercih edebilir?. Ve Son Peygamberin teblîğ ettiği yüce dinin hükümleri aleyhinde bulunabilir?. Ancak kendi hevesine tâbi olanlar, Peygamberlerin o pek iyiliksever tebliğlerini, tavsiyelerini kabulden kaçınan kötü yaratılışlı şahıslar müstesnâ, onlar şirk ve isyândan ayrılmak istemezler.

46. And olsun ki, Mûsa’yı âyetlerimizle Firavun’a ve O’nun cemaatine gönderdik, binaenaleyh dedi ki: Ben şüphe yok âlemlerin Rabbinin bir elçisiyim.

46. Bu mübârek âyetler, Mûsa Aleyhisselâm’ın gösterdiği birçok ve birbirinden daha büyük mûcizelere karşı Fir’avun ile ona tâbi olanların da, inkârcı ve alaycı bir vaziyet almış olduklarını haber veriyor. Ve o inkârcıların açılmasını temennî ettikleri azabın bertaraf edilmesi üzerine yine sözlerinden dönerek küfrlerinde ısrar etmiş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem Efendimize teselli vermek üzere buyuruyor ki: Ey Son Peygamber!. (And olsun ki,) Seni kavmine vesâireye mûcizeler ile desteklenmiş bir Peygamber olmak üzere göndermiş olduğumuz gibi (Mûsa’yı) da (âyetlerimizle) onun Peygamberliğini gösteren mûcizeler ile, deliller ile (Fir’avun’a ve onun cemaatine) Kıbt kavminin ileri gelenlerine (gönderdik) onları ilâhî dine dâvete memur kıldık (binaenaleyh) Mûsa Aleyhisselâm onlara giderek (dedi ki: Ben şüphe yok âlemlerin Rab’binin bir elçisiyim.) sizi o Kerem Sâhibi mâbuda îman etmeğe dâvet ediyorum.

47. Ne zamanki: Onlara bizim âyetlerimizle geldi, onlar O zaman, bunlara gülüvermişlerdi.

47. (Ne zamanki,) Mûsa Aleyhisselâm (onlara) O Fir’avun ile etrafında bulunanlara (bizim âyetlerimizle geldi) âsa gibi, Yed-i Beyza gibi mûcizeler göstererek onları tevhid dinine dâvet etti (onlar o zaman bunlardan) bu gösterilen mûcizelerden dolayı bir inkâr ve alay maksadiyle (gülüşü verdiler.) o mûcizelerin yüceliğini takdir edemediler.

48. Ve onlara âyetten bir şey gösterir olmadık ki, illâ O, diğerlerinden daha büyük idi. Ve onları âzab ile yakaladık, belki onlar geri dönerler diye.

48. (Ve) Halbuki, (onlara) O Fir’avun ile dostlarına (âyetten bir şey gösterir olmadık ki) Hz. Mûsa’nın bir Peygamber olduğuna, onun teblîğ ettiği ilâhî dinin doğruluğuna dâir bir delil, bir mûcize göstermiş bulunmadık ki, (illâ o) gösterdiğimiz âyet, hârika (diğerinden) kendisinden evvel gösterilen âyetten, hârikadan (daha büyük idi.) daha kuvvetli bir delil teşkil ediyordu. Bu mûcizelerin arasındaki kardeşlikten maksat, aralarındaki pek fazla münâsebetin, benzeyişin, varlığına işâretten ibârettir. Bütün mûcizeler, Mûsa Aleyhisselâm’ın risâletine, beyânatının doğruluğuna şâhitlik edip duruyorlardır. (ve onları azap ile yakaladık) O inkârcılar, senelerce kıtlık ve pahalılığa müptela oldular, başlarına çekirgeler, kurbağalar yağdırıldı, nice felâketlere uğradılar (belki onlar geri dönerler) diye, küfrlerini bırakıp Allah’ın birliğini tasdik, o eşsiz mâbuda kulluğa dönsünler diye öyle bir imtihana hikmet gereği tâbi tutulmuş oldular. Geçici belâlara uğradılar.

49. Ve dediler ki: Ey sihirbaz! Bizim için Rabbine bir dua et, sana verdiği ahdi hürmetine, şüphe yok ki, biz de elbette hidayete ermişler oluruz.

49. (Ve) O inkârcılar ise o kadar açık âyetleri, mûcizeleri gördükleri hâlde yine uyanmadılar, bilâkis (dediler ki: Ey büyücü!.) Yâni: Eygösterdiği hârikalar, birer sihrden ibâret olan Mûsa!. Veya ey maharetli âlim!. Deniliyor ki; onların maharetli âlimlere sihirbaz demeleri bir âdet imiş. (bizim için Rab’bine bir dua et) Bizden bu belâyı bertaraf etsin (sana verdiği sözü hürmetine) yâni: O Kerem Sâhibi Yaratıcıya îman ettiğimiz takdirde bizden bu azabın bertaraf olacağına dâir sana o Yüce mâbudun vâ’di sebebiyle bu azaptan kurtulmuş olalım. (şüphe yok ki, biz de) bu azap bertaraf olunca (elbette hidâyete ermişler oluruz.) senin hakikaten bir Peygamber olduğunu anlarız, Allah’ın birliğini kabul ederiz, sapıklıktan kurtulmuş oluruz.

50. Vaktaki, onlardan O azabı açıverdik, O zaman onlar sözlerinden geri dönüverdiler.

50. (Ne zamanki, onlardan o azabı açıverdik) Hz. Mûsa’nın duasını kabul ederek o inkârcıları müptelâ oldukları mûsibetlerden kurtardık (O zaman) onlar, sözlerinde “durmadılar, ahdlarını bozdular (geri döner oldular) yine kâfirce yaşayışlarına devam ettiler. Nitekim bunların bu hâlleri. Araf sûresinin (123, 124, 125) inci âyetleri ile de beyân buyurulmuştur. Binaenaleyh bu gibi inkârcı hâller, yalnız asr-ı saadetteki bir takım câhil kavimlere âid değildir, vaktiyle de nice inkârcılar görülmüştür. Artık ey Peygamber!. Sen müteessir olma!.

§ Neks; Bozmak, çözmek, dönmek mânasınadır.

51. Ve Firavun kavmi için de nidâ etti, dedi ki: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akan ırmaklar benim için değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?

51. Bu mübârek âyetler de Fir’avun’un kavmi üzerinde nasıl tahakküm edici bir vaziyette bulunarak onları kendisine taptırmış olduğunu bildiriyor. Hz. Mûsa’nın peygamberliği hakkında nasıl boş şüpheler ortaya bırakmış olduğunu gösteriyor. Nihâyet Fir’avun’un da,ona tâbi olanların da Allah’ın gazabına uğrayarak cihân tarihînde bir ibret teşkil etmiş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Fir’avun kavmi içinde nîda etti) Onların Hz. Mûsa’ya îman etmelerine mâni olmak için bizzât veya vasıtalı olarak ilânda bulundu (Dedi ki: Ey kavmim!. Mısır mülkü) onun hâkimiyeti, onda tasarruf selâhiyeti (ve altımdan akan ırmaklar) köşkümün, sarayımın, bahçelerimin veya emrimin altından akan nehirler (benim için değil mi?.) bu ırmaklar ise Melek nehri, Tulon nehri, Dimyat nehri, Tenîs nehri adındaki dört ırmaktan ibârettir, (hâlâ görmüyor musunuz?.) Bunlara bakıp da benim ne kadar kuvvete, saltanata sâhip olduğumu anlamıyor musunuz?. Mel’un Fir’avun o fâni varlıklarına güveniyor, onlar ile iftihar ediyor, beyinsiz bir topluluğu kendisine taptırıyordu. Onların bir Yüce Peygambere tâbi olup hidâyete ermelerine manî oluyordu. Ve kendi bâtıl iddiasını takviye için şöyle de diyordu:

52. Yoksa ben O kimseden daha hayırlı değil miyim ki, O bir hakirdir ve maksadını neredeyse anlatamıyor.

52. (Yoksa o kimseden) O Mûsa’dan, Aleyhisselâm (daha hayırlı değil miyim ki,) ben geniş bir servete, bir hâkimiyete sâhip bulunuyorum (O) yâni Hz. Mûsa (bir hakirdir) zayıftır, onun bir mülkü, bir kuvveti yoktur, (ve) maksadını (açıklamaya yaklaşamıyor) dilediği şeyi açık bir şekilde söylemeğe güç yetiremiyor. Hain Fir’avun, Hz. Mûsa’nın değerini düşürmek için insanlara karşı böyle bir iftirada, bir teşhirde bulunmak istiyordu. Mûsa Aleyhisselâm’ın çocukluğu zamanında mübârek lisânında bir nevî düğüm, bir pelteklik var imiş, fakat bilâhare Hz. Mûsa’nın

Dilimden bağı çöz, (Taha 20/27)

diye vâki olan duası kabul buyurularak o ârızâ kendisinden zâil olmuştu.

53. O’nun üzerine altından bilezikler atılmalı değil mi idi? Veya onunla beraber melekler birbirine yardımcılar olarak gelmeli değil mi idi?

53. Fir’avun, ortaya diğer bir şüphe düşürmek için de demişti ki: (O’nun üzerine) Hz. Mûsa’ya mahsus (altından bilezikler atılmalı değil mi idi?.) ki, onun peygamberlik iddiasına bir alâmet teşkil edeydi. Vaktiyle o kâfirler bir hükümdarın, bir hususa reis tâyin edilen şahsın kollarına altın bilezikler, boynuna altın halkalar takarlar imiş. artık Peygamberlik rütbesine sâhip olan bir zâtın da böyle fâni, âdi gösteriş ile süslü olmasına lüzum görüyorlardı, (veya onunla beraber melekler birbirlerine yardımcılar olarak gelmeli değil mi idi?.) Onun peygamberliğine şâhitlik etmeli, ona yardımda bulunmalı değil mi idiler?. Nitekim bir hükümdarın, bir kumandanın emri altında nice kimseler bulunur.

54. Artık kavmine hakaretle baktı, derken onlar da O’na itaat ediverdiler. Şüphe yok ki, onlar, fasıklar olan bir kavim olmuş idiler.

54. Fir’avun, böyle boş iddialariyle kavmini aldatmaya çalışıp duruyordu. (Artık kavmine hakaretle baktı) onların ahmak, gösteriş meraklısı kimseler olduğunu dikkate alarak kendilerine böyle akla, hikmete uygun olmayan sözler ile şahsına taptırmaya çalıştı, (derken onlar da ona itaat ediverdiler) Fir’avun’un sözüne uyarak dinsizliklerinde sebât ettiler, (şüphe yok ki, onlar) O Fir’avun’un çevresindeki sapık kimseler (fâsıklar olan bir kavim olmuş idiler) Fir’avun’un maddî kuvvetine, servetine büyük kıymet vermiş, onların aldatmalarına kapılmış,ona tapınmaya devam edip durmuşlardı.

55. Ne zamanki, bizi gazaplandırdılar, onlardan intikam aldık. Hemen hepsini de suda boğduk.

55. Yüce Allah da buyuruyor ki: (Ne zamanki) O kâfirler, öyle hakkı kabul etmeyip yeryüzünde kibirli bir vaziyet aldılar, fesata çalışmaya devam ettiler, bu kâfirce hâlleriyle (bizi gazaplandırdılar) ilâhî azabın kendilerine yöneleceğine sebebiyet verdiler, (onlardan intikam aldık) Kendilerini lâyık oldukları büyük bir azaba uğrattık (hemen onların hepsini de gark ettik) onlar nehirlere sâhip olmakla iftihar ediyorlardı. İşte onların helâki da o iftihar ettikleri sular ile olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkasına güvenerek fâni bir şey ile gurura düşen kimseleri Cenab-ı Hak o şey ile helâk eder.

§ Esef; Hüzne bağlı olan gazap etmektir.

§ İntikam; da kin ve öç almak mânasınadır. Cenab-ı Hak’ka nisbet edilen gazap ve intikam tâbirleri ise müteşabihattandır. Bunlar, nefsin tepkileri kabilinden olduğu için Allah Teâlâ bunlardan münezzehtir. Binaenaleyh bunlardan maksat, lâyık olanların haklarında azabın, cezanın Allah’ın irâdesine bağlanmış olmasıdır.

56. Artık onları sonrakiler için geçmiş ve bir ibret kıldık.

56. (Artık onları) O Fir’avun ile ona tâbi olan sapıkları Nil nehrinde boğarak (sonrakiler için bir geçmiş ve bir ibret kıldık.) yâni: Onları sonraki kâfirler için öncelikli bir helâk örneği kılmış olduk ve yine onları sonraki milletler için bir ibret, bir öğüt veya misâl yerinde olan bir kıssa mesabesinde bulundurduk. Artık onların o küfrleri sebebiyle başlarına gelen felâketten sonraki kavimlerde bir ibret dersi almalı değil midirler?.

§ Selef; Bir şahsın veya bir kavmin geçmiş,tarihe karışmış olan önceki ataları demektir.

§ Mesel; İbret, kıssa öğüt, enteresan olan lâkırdı mânasınadır.

57. Ne zamanki, Meryem’in oğlu, bir mesel olarak zikredildi. O zaman kavmin bundan sevinip bağrışmaya başladılar.

57. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’dan başkasını mâbud edînenlerin ve o mâbutlarıyla beraber cehenneme atılacaklarına âid olan âyet-i celîle hakkındaki müşriklerin yanlış inançlarına işâret buyuruyor. Hz. İsâ’nın da Allah’ın nîmetine kavuşmuş bir kul olup İsrâiloğulları için bir ibret bulunduğunu ve Cenab-ı Hak diyecek olsa insanların zürriyetlerini de melekler kılabileceğini ihtar ediyor. Ve kıyametin yaklaşmış olması için İsâ Aleyhisselâm’ın bir alâmet olduğunu ve kıyametin vuk’u bulacağında şüphe edilmeyeceğini haber veriyor ve açık bir düşman olan şeytanın aldatmalarına kapılarak sapıklığa düşmekten insanları şöylece men etmekte ve sakındırmaktadır. (Vaktaki, Meryem’in oğlu) Hz. İsâ (bir mesel olarak zikredildi) bâtıl mâbutların kendilerine tapınanlar ile beraber ateşe atılacaklarını bildiren âyet-i celîle hakkında bir mücadeleye cüret gösterildi, (o zaman) Ey Peygamber!, (kavmin) Kureyş topluluğu (bundan) bu meseleden (sevinip çığırışır oldular.) ken yanlış kanaatlarının doğruluğuna inanarak sevinç içinde kaldılar. “İbn-i Abbas Radiallâhü Anha ve müfessirlerin çoğuna göre âyet-i kerîme, Abdullahibnu’z-zub’ârî Resûl-i Ekrem ile

Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler… (Enbiyâ, 21/98)

âyet-i celilesihakkında mücadelesi üzerine nazîl olmuştur. Şöyle ki; Abdullah İbnü’z-Zub’arî, Resûl-i Ekrem’e demiş ki: Bu âyetin hükmü, bize ve bizim mâbutlarımıza mı âid, yoksa bütün ümmetler için mi geçerlidir? Peygamber Efendimiz de buyurmuştur ki: Bunun hükmü, size ve sizin bâtıl mâbutlarınıza ve bütün ümmetlerin bâtıl mâbutlarına âidtir. Bunun üzerine o mel’un demiş ki: Kâbe için ,ben sana düşmanlık etmekteyim. Hıristiyanlar, İsâ’ya, Yahudi’ler Üzeyr’e Melih oğulları meleklere ibadet etmiyorlar mı? Eğer onlar âteşe atılacaklar ise biz de kendimizin ve ilâhlarımızın onlarla beraber ateşte olmamıza razıyız. Bunun üzerine o melunun kavmi sevindiler, güldüler, sesleri yükselmeğe başladı.

§ Yasıddûn; Ferah ve neş’e ile gülerek sesi yükseltirler demektir.

58. Ve dediler ki: Bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa O mu? Bunu sana bir mücadeleden başka olarak söylemiş olmadılar. Hayır… Onlar düşmanlar olan bir kavimdirler.

58. (Ve dediler ki: Bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa O’mu?.) Yâni: Bizim taptığımız putlar mı daha fâidelidir. Yoksa Hz. İsâ mı? Madem ki İsâ’da daha fazla iyilik sâhipi olduğu hâlde âteşe atılacaktır, artık bizimde ve putlarımızın da ateşe atılmamızda bir sakınca yoktur. Bu müşrik herifin yaptığı bir mücadelenin ne kadar boş olduğunu teşhir için Allah Teâlâ da buyuruyor ki: (bunu) Bu meseli (sana bir mücadeleden başka olarak zikretmiş olmadılar) onların maksatları, kendi inkârlarını, düşmanlıklarını göstermek içindir, yoksa hakkı ortaya çıkarmak için değildir, (hayır…) Onlar Hak’kın ortaya çıkması için mesel zikretmiş olmuyorlar (onlar düşmanlar olan bir kavimdirler.) şiddetli düşmanlıklarından dolâyıdır ki, böyle meseller zikrediyorlar, mücadelede bulunuyorlar.”Bu müşrikler, şunu anlamıyorlardı ki: Müşrikler ile beraber cehenneme atılacak mâbutlardan maksat, kendilerini mâbut göstererek başkalarının kendilerine tapınmalarını istemiş olan Nemrut, fir’avun gibi kafirlerdir. Ve insanların kendilerine tapınmalarına râzı olan dinsizlerdir, kendilerini sapıttırmış olan şeytanlardır. Hz. İsâ gibi zâtlar ise asla mâbutluk iddiasında bulunmamışlardır, onlar insanlığı ancak Kâinatın Yaratıcısı’na ibadet ve itaata dâvet etmişlerdir. Artık o âyet-i celîlenin Hz. İsâ gibi zâtlara asla delaleti yoktur. Ve o âyet-i kerîmede “men” lafzı değil “ma” lafzı bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki: O ateşe atılacak şeyher, o kendilerine tapılan putlardır, heykellerdir. Bunların ateşe atılmaları kendileri için bir ceza değil, belki onlara tapmış olanlara karşı bir şiddet göstermek, tapmış oldukları şeylerin ne kadar âciz, kendilerini bile muhafazadan, korumadan mahrum bulunduklarını meydana çıkarmak gibi bir hikmete dayanmaklardır. Bununla beraber

Tarafımızdan kendilerine güzel âkibet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar. (Enbiyâ, 21/101)

âyet-i Kerîmesi de Hz. İsâ gibi, Hz. Üzeyr gibi zâtların müstesnâ olup âteşe atılacak şeylerin “Esnâm” denilen putlardır ki, onları kâfirler, altundan, gümüşten, taştan, ağaçtan yapıp onlara taparlar.

59. O başka değil, bir kuldur ki, O’nun üzerine nimet verdik ve onu İsrâiloğulları için bir ibret kıldık.

59. Azap hakkındaki âyet-i celîlenin İsâAleyhisselâm gibi muhterem zâtları içine almadığına işâret için Allah Teâlâ buyuruyor ki: (O) İsâ Aleyhisselâm (başka değil, bir kuldur ki,) onun üzerine peygamberlikler, hârikalar gösterilmesiyle (nîmet verdik ve onu İsrâiloğulları için bir ibret kıldık) onun babasız olarak yaratıp ilâhî kudretin büyüklüğüne bir delil kılmış olduk. Artık öyle bir zât, nasıl mâbudluk iddiasında bulunur?. Nasıl kendisinin mâbud edinilmesine râzı olur?

60. Ve eğer dileyecek olsa idik, elbette sizden yerde melekler yaratırdık, sizin yerinize geçerlerdi.

60. Hz. İsâ’yı mâbud edînen câhilleri ikaz için Yüce Yaratıcı buyuruyor ki: O mübârek zâtın babasız yaratılmış olduğunu Allah’ın kudretine nazaran çok mu görüyorsunuz?. (Ve eğer dileyecek olsa idik elbette sizden) ey insanlar!. İnsan nev’inden (yerde melekler yaratırdık) sizin zürriyetinizi melekler olarak dünyaya getirirdik, Allah’ın kudreti, hepsine de fazlasiyle kâfidir. Diğer bir yoruma göre de ey müşrikler!. Düşünmüyor musunuz ki, Allah Teâlâ dilerse sizi helâk eder, size bedel yeryüzünde melekleri meydana getirir, hepsi de o Yüce mâbuda ibâdette bulunurlar. Artık o melekler (size hâlefler olurlardı.) sizi müteâkip yeryüzünde yaratılmış, Allah’ın birliğini tasdik ederek yalnız o eşsiz mâbud’a ibâdet ve itaate devam etmiş bulunurlardır.

Lütfen Paylaşın!
1Shares

BİR CEVAP YAZIN