SEBE SURESİ

31. Ve kâfir olanlar dediler ki: Elbette biz ne Kur’an’a inanırız ve ne de onun önündekine. Eğer o zalimleri Rab’lerinin huzurunda tevkif edilmiş oldukları zaman görecek olsan, Pek şaşırtıcı bir manzara görmüş olursun bâzısı bazısına söz çevirir, zayıf sayılmış olanlar, kendilerini büyük görmüş olanlara derki: Eğer siz olmasa idiniz, elbette biz müminler olmuş olurduk.

31. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’i ve diğer semavi kitapları inkâr edenlerin ahiret gününde nasıl fecî bir vaziyette görüleceklerini bildiriyor. Bir takım zayıf görülen inkârcılar ile kendilerini aldatmış ve büyüklük iddiasında bulunmuş diğer inkârcılar arasındaki uhrevî münakaşaları tasvir buyuruyor. Bu inkârcıların dünyadaki kötü amellerinin cezası olarak ahirette boyunlarına demir zincirler vurulup ne kadar müthiş bir azaba tutulacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve kâfir olanlar) Arap müşrikleri (dediler ki: Elbette biz ne Kur’an’a inanırız) ne onun ilâhi bir kitap olduğunu tasdik ederiz (ve ne de onunönündekine) inanırız, ne Tevrat gibi, İnil gibi kitapları, öyle ahirete vesâireye dâir bilgiler veren eski kitapları kabul ederiz. Deniliyor ki: Mekke-i Mükerreme’deki kâfirler, Resûlullah’ın vasıflarını ehli kitaptan sormuşlar, onlar da o Yüce Peygamber’in vasıflarını kendi kitaplarında bulmuş olduklarını söylemişler. Bunun üzerine gazaba gelen kâfirler, Kur’an’a da, diğer semavi kitaplara da inanmadıklarını söylemek cehâletinde bulunmuşlardır. Artık o inkârcılar, bu inkârları yüzünden ne büyük bir felâkete aday olmuşlardı. İşte onların bu dehşet verici geleceklerini beyân için Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Resûlüm!. (eğer o zâlimleri) O senin peygamberliğini, Kur’an-ı Kerim’i ve kıyamet âlemini inkâr edenleri (Rab’lerinin huzurunda) hesap yerinde (tevfik edilmiş oldukları zaman görecek olsan!.) Ne hayret verici, ne çirkin bir manzara görmüş olursun (Bâzısı bâzısına söz çevirir.) Tartışmada bulunurlar, birbirini tenkit ederler. (zayıf sayılmış olanlar) bir takım ileri gelenlere tâbi olanlar (kendilerini büyük görmüş olanlara) dünyada makam sahibi olan, önderlikte bulunan, böbünlenir birer vaziyet gösteren kimselere (der) ler (ki: Eğer siz olmasa idiniz) eğer siz bizi aldatmalarınızla şaşırtmamış bulunsa idiniz (elbette biz müminler olmuş olurduk.) Resûlullah’a tâbi olur, küfür ve isyândan kurtulur, bugün böyle bir felâkete maruz kalmazdık.

32. Kendilerini büyük görmüş olanlar da zayıf sayılmış olanlara derki: Biz mi sizi hidayetten alıkoyduk, size geldiği vakit? Hayır.. Siz günahkârlar idiniz.

32. (Kendilerini büyük görmüş) Avam tabakasına önderlikte bulunmuş (olanlar da) kendilerini savunmak için (zayıf sayılmış olanlara) kendi başkanlıkları, hükümleri altında bulunan kimselere (der)ler (ki: Biz mi sizi hidayetten alıkoyduk?.) Sizin aklınız yokmu idi ne için bize uydunuz, hak’ka tâbi olmaktan, hidayet yolunu takib etmekten geri durdunuz?. Ve Allah tarafından bir hidayet rehberi olan Peygamber (geldiği vakit?.) ne için ona uymadınız da bize uydunuz?. (Hayır.. Siz günahkârlar idiniz) siz kendi nefsinizin meyillerine tâbi oldunuz, kendinizi imândan mahrum bıraktınız, küfrü imâna tercih eylediniz.

33. Ve zayıf sayılanlar da o büyüklük gösterenlere der ki: Hayır.. Gece ve gündüzdeki hiyle. O vakit ki, bize emrederdiniz ki, Allah’ı inkâr edelim ve onun için ortaklar, edinelim ve azabı gördükleri zaman hepsi de için için pişman olurlar ve kâfir olanların boyunlarına demir zincirler vurmuş olacağız. Onlar işlediklerinden başka birşey ile cezalandırılmayacaklardır.

33. (Ve zayıf sayılanlar da) Kendilerinin mazeretleri olduğunu göstermek için nefislerini savunmaya cür’et ederek (o büyüklük gösterenlere) kendilerini saptırmış olan reislerine (der) ler (ki:) Hayır.. Öyle değil, kendinizi hiç savunmada bulunmayın, sizin tarafınızdan yapılan (gece ve gündüzdeki hiyle) tuzak ve aldatmalar ki, bizi öyle hidâyetten mahrum bırakmış oldu. Siz olmasa idiniz biz bu felâketlere uğramazdık. (o vakit ki) O dünyada bulunduğumuz zaman ki, siz (bize emr eder idiniz ki, Allah’ı inkâr edelim ve onun için ortaklar edinelim) işte sizin bu husustaki aldatmalarınızın etkisiyle biz öyle ilâhi dinden mahrum bulunmuştuk. (ve azabı gördükleri zaman) Hepsi de, zayıflarda, onları yoldan çıkaran reisleri de (için için pişman olurlar) birbirine karşı vaziyetlerini saklayarak kalben büyük pişmanlıklarda bulunurlar, yapmış oldukları fenâlıklardan dolayı büyük üzüntülere tutulurlar. Ne yazık ki!. Artık pişmanlık, kendilerine bir fâide vermez. (ve kâfir olanların boyunlarına demir lâleler) halkalar, zincirler (vurmuş olacağız) ohidâyetten mahrum kalmış ve insanları hidâyetten mahrum bırakmaya çalışmış kimseler öyle bağlanarak hepsi de cehenneme sevkedilmiş olacaklardır. (onlar) Dünyadalarken (işlediklerinden başka birşey ile cezalandırılmayacaklardır.) onlar ancak kötü amellerinden, inançlarından dolayı öyle bir azaba tutulmuş olacaklardır. Bu âkibet, kendilerine daha dünyadalarken ihtar edilmiş idi. Biraz düşünerek hâllerini düzeltmeli değil mi idiler. İşte hak’tan, ilâhi dinden ayrılanlar, kendi kabiliyetlerini kötüye kullandıkları için öyle bir azaba lâyık olmuşlardır. Başkalarını da hak’tan, ilâhi dinden uzaklaştırmaya çalışanlar, kötü propaganda yapanlar da hem kendi sapıklıklarından, hem de başkalarını sapıttırdıklarından dolayı kat kat azaplar içinde kalacaklardır. Bütün bu hususlardaki Kur’an açıklamaları, insanlığı uyandırmak, öyle inkârcı hareketlerde bulunmaktan men’etmek hikmetine dayanmaktadır. Bu da şüphe yok ki, insanlık hakkında bir ilâhi adalettir, bir ilâhi merhamet eseridir. Buna inanmışızdır. Ne yazık ki bundan istifâde edenler, azdır.

34. Ve hiçbir beldeye bir korkutucu zât göndermedik ki, illâ onun refah içinde yaşayanları dediler ki: Biz şüphe yok ki, kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr edicileriz.

34. Bu mübârek âyetler, bir takım inkârcıların yalanlamasına uğrayan Yüce Resûl!. Hakkında bir teselliyi içermektedir. Eski kavimler arasında da maddî varlıklarına güvenerek Peygamberlerini yalanlayan ve kendilerinin azap görmeyeceklerini iddia eden kimselerin bulunmuş olduğunu bildirmektedir. Dünyada bazı şahısların fazla veya noksan servete, çoluk çocuğa sahip olmalarının bir hikmet gereği olduğuna işaret buyuruyor. Hakiki bir şerefe, mânevi bir yakmlığa, uhrevî makamlara kavuşmaya vesile olan şeyin öyle maddî varlıklardan ibâret olmayıp imândan ve iyiamellerden ibaret bulunduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. (hiçbir beldeye bir korkutucu zât göndermedik ki) Ahalisine ilâhi azab ile ihtar ederek kendilerini ilâhi dine davet eden bir Peygamber göndermedik ki, (illâ onun) o beldenin (refah içinde yaşayanları) onların reisleri, fâni şeyler ile nimetlenmiş olan zenginleri (dediler ki: Biz Şüphe yok ki,) ey bizi ilâhi azap ile korkutan zâtlar!. Sizin (kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr edicileriz.) yani: Biz Allah’ın birliğine inanmayız, ahiret hayatına kani değiliz, tebliğ etiğiniz hükümlerin bir ilâhi kitaba ait olduğuna inanmış bulunmuyoruz.İşte Ey Son Peygamber!. Şimdi saadet zamanında olduğu gibi evvelce de birçok inkârcılar, peygamberlerine karşı böyle inkârcı bir tarzda sizlere cür’et göstermişlerdi.

§ Mütref; Zengin, fazla nimete ermiş kimse demektir. Çoğulu, Mütrefun’dur.

35. Ve dediler ki: Biz malca ve evlâtca daha çoğuz ve biz azap görecek kimseler değiliz.

35. (ve) O eski inkârcılar, Peygamberlerine hitaben (dediler ki: Biz malca ve evlâtca daha çoğuz) biz dünyada böyle nimetlere ermiş bulunuyoruz. (ve bir azap görecek kimseler değiliz) Demek ki: Allah bizi sevdiği için bize dünyada bu nimetleri veriyor. Artık bizi ahirette azaba uğratır mı?. Ne yanlış bir düşünce!. Onlar kendilerine verilen bu nimetlerin şükrünü ifâ edecek yerde küfür ile, isyân ile nankörlükte bulunmuş oldukları için daha ziyâde azabı hak etmiş olduklarını anlayamıyorlar.

36. Deki: Şüphe yok Rabbim, rızkı dilediği kimseye genişletir ve darlaştırır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

36. İşte onların öyle bâtıl düşüncelerini red için Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: Ey Yüce Resûlüm!. O inkârcılara (De ki: Şüphe yokRab’bim, rızkı dilediği kimseye genişletir) hangi bir kuluna bu dünyada dilediği vakit bolca mal ve evlât verir (ve) dilediği vakit de o kuluna veya diğer kullarına rızkı (darlaştırır) onları ihtiyaç içinde, çoluk çocuktan mahrum bir hâlde bırakır. Bunlar birer hikmet ve fayda gereğidir. Bir kulunu geniş bir geçime nâil etmesi, herhalde ondan razı olduğuna delâlet etmez. Bunun aksine bir kulunu dan bir geçime mübtelâ kılması, ondan razı olmadığına bir alâmet sayılamaz. Bu gibi muhtelif hayat tarzları, bu imtihan âleminin gereklerindendir. (fakat insanların çoğu bilmezler) Bu gibi çeşitli hâllerdeki hikmet ve menfaati takdir edemezler. Fazla bir varlığı, bir şeref ve keramet alâmeti sanırlar, bir maddî mahrumiyeti de bir zillet ve horluğa düşme belirtisi derler. Halbuki, çok kere büyük bir varlığa kavuşmak, bir derece derece felâkete düşme yoluyla onu elde edenin daha ziyâde sorumluluk altında kalmasına sebep olur, şükrünü ifâ etmez, o varlığı gayrımeşru bir şekilde sarfederse bunun uhrevî cezasına çarpılır. Darca bir geçimde bir ibtilâ, bir imtihan vesilesi bulunur. Sahibi, ilâhi takdirine razı olup sabr ettiği takdirde uhrevî mükâfatlara nâil olur. Mamafih bu dünya, bir çalışma alanıdır. Her kim fazla çalışırsa, iktisadi, ictimai esbaba ziyâdece rivâyet ederse bolca bir varlığa kavuşur. Aksine hareket edenler de böyle bir varlıktan mahrum kalabilir. Bunlar dünyevî fa’aliyyetin birer neticesidir. Bu faaliyyet, hüsnüniyete mukarin, Allah rızasına uygun bulunmadıkça sahibi için uhrevî bir faide temin edemez.

37. Ve ne mallarınız ve ne de evlâdınız sizi bize yaklaştıracak yüksek mahiyete sahip değildir. Ancak kimler imân eder ve iyi amelde bulunurlarsa işte onlar için yaptıkları amelleri karşılığında kat kat mükâfat vardır ve onlar yüksek makamlarda emniyete kavuşmuşzatlardır.

37. Evet.. Ey insanlar!. (Ve ne mallarınız ve ne ile evlâdınız sizi bize yaklaştıracak) Bir mânevi yakınlığa sebep olacak (yüksek bir mahiyete sahip değildir) onlar haddi zatında binen yakınlık vesilesi olamaz. Artık ne için onlara aldanmalı, başkalarına karşı böbürlenir bir vaziyet almalı. (ancak kimler imân eder) ilâhi dine sarılır (ve sâlih amelde bulunurlarsa) üzerlerine düşen dinî vazifeleri ifâ eder, meselâ: Namaz kılar, diğer ibâdetleri ifâya calışır, meşru şekilde kazandığı malın zekatını verirse (işte onlar için yaptıkları) o güzel, ilâhi rızaya uygun (amelleri karşılığında kat kat mükâfat vardır.) öyle bir güzel amel karşılığında en az on misli mükâfata nâil olurlar. (ve onlar) Öyle îman ve iyi amel sahipleri yarın ahirette (yüce makamlarda) cennet köşklerinde (emniyete kavuşmuş zâtardır) işte onları, korkudan emindirler. Nimetlerinin yok olmayacağından emin bir halde mutluca yaşar dururlar.

§ Zulfa; Yakınlık, mertebe, menzile, yüksek derece sarsılmaz bir yakınlık demektir.

§ Gurfe; Köşk, yüksek çardak, hânelerin üzerinde yapılan üst bina demektir. Çoğulu Gurüfat’dır ki: Yüksek evlerden ibarettir.

38. Ve o kimseler ki: Ayetlerimiz hakkında bizi âciz sanar oldukları hâlde koşar dururlar. Onlar azap içinde tutulmuş kimselerdir.

38. Bu mübârek ayetler de müşriklerin diğer bir kötü durumlarını tasvir etmektedir. Cenab-ı Hak’kın âyetlerini ibtâle, ilâhi nurunu söndürmeğe çalışan o inkârcıların cehennem, azabına mâruz kalacaklarını ihtar ediyor. Rızık verici Yüce Allah’ın dilediği kullarına bol bol rızk vereceğini ve dilediği kullarını da dar bir geçim içinde yaşatacağını beyan buyuruyor. Meleklere tapınmış olan müşrikleri meleklerin ahiret gününde yalanlayacaklarını ve öyle müşriklerin cehennemlere atılacaklarını habervermektedir. Şöyle ki: (Ve o) Kâfir ve mallarının, evlâtlarının çokluğuna aldanmış (kimseler ki, âyetlerimiz hakkında) Kur’an-ı Azim’in beyanları hususunda, aleyhlerindeki ilâhi delilleri ibtâl maksadiyle ve kendi bâtıl iddialarınca bizi (âciz sanar oldukları hâlde koşar dururlar) ilâhi azaptan yakalarını kurtaracaklarını zannederler, Cenab-ı Hak’kın kendilerini cezalandırmaya kâdir olmadığı hülyasında bulunurlar, işte (onlar) o ilâhi dinden mahrum, gazaba uğramış şahıslar, kıyamet günü zebaniler tarafından (azap içinde hazır tutulmuş kimselerdir) onları, o inkâr ettikleri pek kötü âkibete kavuşmuş olacaklardır.

39. Deki: Şüphe yok Rabbim, rızkı kullarından dildiğine genişletir ve onun için darlaştırır ve birşeyden ne harcar iseniz o, onun karşılığını verir ve o, rızk verenlerin hayırlısıdır.

39. O inkârcılar öyle ellerindeki dünya varlığına mı, güveniyorlar?. Resûlu Zîşanım!. Onlara ve bütün insanlara hitaben (Deki: şüphe yok Rab’bim, rızkı kullarından dilediğine genişletir) onu büyük bir geçime nâil eder. Bu bir ilâhi imtihandır, bunun şükrünü bilmelidir. Ve Cenab-ı Hak, rızkı yine (onun için) o kulu için dilerse (darlaştırır) bu da bir imtihandır, bir hikmete dayanmaktadır, sabr etmek icab eder ve nimet elde olunca onun kadrini bilmelidir, onu meşru şekilde sarfetmelidir. (ve) Ezcümle elindeki (birşeyden ne infak ederseniz) Allah rızası için fakirlere, âcizlere ne gibi bir yardımda bulunur iseniz (O) Kerem sahibi Yaratıcınız (onun) o harcanan şeyin (karşılığını verir) daha dünyada iken onun bedelini ihsan eder, ahirette de sevab ihsan buyurur. Hak yolundaki bir fedakarlık, asla zayi’ olmaz. (ve o) Yüce Yaratıcı (rızk verenlerin hayırlısıdır.) kullarını hiç ummadıkları yerden de rızıklandırır, ve onun takdiri bulunmadıkça kimse kimseye rızk adına birşey veremez, ondan başka hakiki bir rızıkverici yoktur, başkaları ancak takdir edilmiş rızkı, insanlara kavuşturmaya birer vasıtadan başka değildirler.

40. Ve o günki, onları hep toplanılmış oldukları hâlde haşredecektir, sonra meleklere derki: Ya şunlar size mi tapar olmuşlardır?

40. (Ve) Ey Yüce Resûl!. Kavmine ihtar et (o gün ki,) o kıyamet gününde ki, Yüce Yaratıcı (onları) şirke düşmüş olanları ve onların tapındıklarını (hep toplanılmış oldukları hâlde haşredecektir) bütün onları mahşerde toplayacaktır. (sonra meleklere derki) Onlara tapanları göstermek ve ona tapanları kınamak ve yalanlamak için meleklere hitaben buyuracaktır ki: (ya şunlar, size mi tapar olmuşlardı?.) O ne kadar cahilce bir hareket idi!. Şimdi sizin onlardan uzak olduğunuz görünmüş olacak. Cenab-ı Hak’kın meleklere böyle bir soru yöneltmesi, sırf meleklerin yüceliğini meydana çıkarmak, onlara tapanları rezil etmek ve kınamak içindir. Yoksa Hak Teâlâ Hazretleri, meleklerin öyle bir mabûdluk iddiasında bulunmadıklarını elbette bilmektedir. Buna inanmışızdır.

41. Melekler de diyeceklerdir ki, Yarabbi! Seni tenzîh ederiz. Bizim velîmiz, onlar değil sensin. Hayır.. Onlar cinlere tapar olmuşlardı. Onların birçokları onları imân ediciler idi.

41. Melekler de bu ilâhi hitaba cevaben diyeceklerdir ki: Yarabbi (Seni tenzih ederiz) sen ortak ve benzerden yücesin, senden başkası mabûdluk sıfatına sahip olamaz (bizim velimiz) sığınağımız ve koruyucumuz veliyyi nimetimiz (onlar değil) o bize bağlılık göstermiş olan müşrikler değil, ancak (sensin) biz başkalarından uzak bulunmaktayız, bizimle onların arasında bir dostluk yoktur. (hayır) Yarabbi!. Sen bilirsin ki, (onlar cinlere tapar olmuşlardı) onları şeytan ve onun zürriyeti aldatmış bizim rızamız olmaksızın bize ibadetedilmesini, putlara tapılmasını o müşriklere faideli göstermişler, süslemiş bulunmuşlardı. Evet.. (onların) O müşriklerin (birçokları onlara) cinlere, şeytanlara (imân ediciler idi.) onların aldatmalarına kapılmışlar, mahlûkattan bir kısmını mâbut tanıyarak onlara da ibâdette bulunmuşlardı.

42. Artık bugün bazınız bazınıza ne bir faideye ve ne de bir zarara sahip olamaz ve zulüm etmiş olanlara deriz ki: O âteşin azabını tadınız ki, siz onu inkâr eder olmuştunuz.

42. Allah tarafından da şöylece bir yüce hitap gelecektir: Ey insanlar!. (artık bugün) Bu mahşer gününde (bâzınız bâzınıza ne bir fâideye ve ne de bir zarara sahip olamaz) bugün hiçbir kimse diğer bir kimseye faide ve zarar veremiyecektir. Bugün bütün emir ve buyruk, ortaktan münezzeh olan Allah’a âittir, hakkınızda dilediği gibi muamele yapılacaktır. (ve zulm etmiş olanlara deriz ki:) O müşrikler hakkında ilâhi emir çıkar ki, ey müşrikler!. Şimdi siz (o âteşin azabını tadınız ki, siz) dünyada iken (onu) o cehennem ateşini tabiat ve yaratılış bakımından (inkâr eder olmuştunuz) şimdi gördünüz mü, o ne kadar bir hakikat imiş!. İşte lâyık olduğunuz cezaya kavuşmuş oldunuz.

43. Ve onlara karşı bizim açık açık ayetlerimiz okunduğu vakit, dediler ki: Bu, başka değil, bir adamdır ki, sizi atalarınızın ibâdet ettikleri şeyden men etmek istiyor. Ve dediler ki: Bu Kur’an başka değil, sırf uydurulmuş bir iftiradır. Ve kâfir olanlar, hak için kendilerine geldiği vakit dediler ki: Bu apaçık bir sihirden başka değil.

43. Bu mübârek âyetler de o münkirlerin neden azabı hak etmiş olduklarına işâret buyuruyor. Onların kendilerine karşı okunan pek açık âyetleri nasıl inkâr ettiklerini, Resûl-i Ekrem hakkında nasıl dil uzatmalarda bulunduklarını göstermektedir. Onların cehâlet içinde kalmış ve küfrleri yüzünden helâk olmuşeski kavimlerin tarihi hallerinden bir ibret dersi almamış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri, peygamber zamanındaki müşriklerin hallerinin kötülüğünü teşhir için buyuruyor ki: (Ve onlara) O müşriklere (karşı) Resûl-i Ekrem’in veya ashab-ı kiramın lisâniyle (bizim açık açık âyetlerimiz okunduğu vakit) Allah’ın birliğinin doğruluğunu, şirkin bâtıl olduğunu insanların vazifelerini pek açık bir tarzda bildiren Kur’an-ı Kerim’in âyetleri okununca o müşrikler (derler ki: Bu) yani: Muhammed -Aleyhisselâm- (başka değil, bir adamdır ki, sizi atalarınızın ibadet ettikleri şeyden men etmek istiyor.) sizi putlara tapmaktan geri bırakmaya çalışıyor, sizi kendi dininizden alıkoyup kendisine tâbi kılmak arzusunda bulunuyor. Onun iddiası, bir delile dayanmış değildir. (ve) O müşrikler şöyle de (derler ki: Bu) Kur’an veya Allah’ın birliği iddiası (başka değil, sırf uydurulmuş bir iftiradır) yalan yere Allah’a izafe ediliyor (ve kâfir olanlar) gerek o müşrikler ve gerek ehli kitaptan olup da Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr eyleyenler, inkârlarında daha ileri giderek (hak için) gerçekleri açıklayan Kur’an hakkında veya Hz. Peygamber’in risâleti veya yaydığı İslâmiyet hakkında (kendilerine geldiği vakit) kendileri tevhit dinine, insani fazilete dâvet edildiği zaman bir insaflı düşünme ve tefekkürde bulunmaksızın (derler ki: Bu, apaçık bir sihirden başka değil) bu açık bir hayalden ibâret, bu bir hakikate dayanmış olmayıp bir büyü mahiyetinde bulunmakta. İşte o inkârcılar, kendi haklarındaki pek büyük bir hidayet vesilesi, bir saadet rehberini öyle takdir edemiyerek kendi cehaletlerini, hakikatı araştırmaktan mahrum bulunduklarını meydana koymuş oldular.

44. Halbuki, onlara ders alacakları kitaplardan vermemiştik ve onlara senden evvel azap ile bir korkutucu göndermemiştik.

44. (Halbuki, onlara ders alacakları kitaplardan vermemiştik) Onlar asırlardan ben ümmi, cehâlet içinde yaşamakta bulunuyorlardı. Kendilerini aydınlatacak bir kitaba sahip değillerdi, kendi inançlarını destekleyecek bir ilâhi kitap ise elbette ki, mevcut değildir. (ve onlara) O inkârcı tâifeye ey Son Peygamber!. (senten evvel) Kendilerini ilâhi azap ile (bir korkutucu göndermemiştik) fetret devrinde yaşıyorlardı. bir Peygamber’e nâil olmamışlardı. Artık ne oluyor ki, öyle cehaletlerinde devam edip duruyorlar?. Şimdi bütün insanlık için pek muazzam bir nimet olan Kur’an-ı Kerim’den, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden istifadeye çalışmali değil midirler?. Ne için onlar, eski inkârcıların tarihi felâketlerinden bir ibret dersi almak istemiyorlar?.

45. Ve onlardan evvelkiler de yalanlamışlardı. Halbuki, onlar, ötekilerine verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir. Resûllerimizi yalanladılar. Artık bak, benim onları inkârım nasıl oldu.

45. (Ve onlardan evvelkiler de tekzib etmişlerdi) Nuh, Ad, Semud kavimleri gibi eski milletler de Peygamberlerini inkâr cür’etinde bulunmuşlardı. (halbuki, onlar) Asrı saadetteki müşrikler, (ötekilerine) evvelki milletlere (verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir) o eski milletlere daha çok kuvvet, servet ve hayat müddeti verilmişti. İşte onlar (Resûllerimizi tekzib ettiler) kendilerine gönderilen Peygamberlerin tebliğlerini kabul eylemediler, küfrlerinde devam etmek istediler (artık bak, benim) onları (inkârım) onlar hakkındaki kahr ve cezalandırmam (nasıl oldu!.) onlar o küfrleri yüzünden ne büyük felâketlere uğratıldılar, onları o kuvvetleri, servetleri o felâketlerden kurtaramadı. Artık onlar kadar kudretleri, varlıkları olmayan şimdiki müşrikleri, başlarına gelecek olan bir ilâhi azaptan kim kurtarabilir?. Bir kere o eski kavimlerin tarihi facialarını düşünerekonlardan bir ibret dersi almalı değil midirler?. Nelerine güvenerek, ne gibi bir doğru esasa dayanarak öyle küfr ve şirk içinde yaşamaya cür’et gösteriyorlar?. Hiç geleceklerini düşünmezler mi?. Diğer bir yoruma göre de Resûl-i Ekrem’in ümmeti, en üstün peygamber olan Yüce bir Peygamber’e nâil olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim gibi de pek yüce, mucize ilâhi bir kitap ile aydınlatılmakta bulunmuşlardır. Bu pek muhterem Peygamberin risâleti ve Kur’an-ı Kerim’in hükmü kıyamete kadar bâkidir, bütün insanlığa yöneliktir, insanlığı dünyevî ve uhrevî selâmete, saadete kavuşturmak gayesine mâtuftur. Bu ne kadar yüce, muazzam bir nimettir. Eski ümmetler, bu nimetin, bu mânevi yüceliğin onda birine bile nâil olamamışlardır. Artık bu ümmet, bu kadar yüce bir nimetin kadrini bilmeli, şükrünü ifaya çalışmalı değil midir. Eğer bunu takdir etmez, bundan yüz çevirirlerse eski kavimlerden daha ziyade azaba, felâkete müstahik omuş olmazlar mı? Hak Teâlâ Hazretleri cümlemizi mukaddes dinimize tam bir sadakatle bağlılıktan ayırmasın. Amin.

46. Deki: Size ancak birşey ile öğüt veririm: Şöyle ki: Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkarsınız, sonra da güzelce düşünürsünüz, sizin arkadaşınızda cinnetten bir eser yoktur, o sizin için şiddetli azabın önünde bir korkutucudan başka değildir.

46. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’in hangi hususa dair ümmetine öğüt verip onları hakikat aramaya sevk eylediğini bildiriyor. O Yüce Peygamber’de cinnetten bir eser bulunmadığını güzelce tefekkür edip anlamalarını emr ediyor. O kadri yüce Peygamberin kimseden bir ücret istemeyip onun Allah tarafından mükâfatlara nâil olacağını anlatıyor. Allâmülguyüb olan Cenab-ı Hak’kın vahyi ilâhisini dilediği kulunun kalbine yerleştireceğini beyân buyurmaktadır. Şöyleki: Ey Son Peygamber!. Ümmetine (Deki,) ben (size ancak birşey ile öğüt veririm.) size en mühim bir haslet ile vasıflanmayı tavsiye eder, sizi irşâda çalışırım. Şöyle ki: (Allah için) sırf Allah rızası için benim meclisimden ayrılırsın (ikişer ikişer ve teker teker kalkarsınız) gerek birlikte ve gerek tek olarak Peygamberimizin hal ve vasıflarını düşünürseniz, onun sizlere neleri getirip tebliğ ettiğini güzelce tefekkür edersiniz, bunun neticesinde size tebliğ ve teklif ettiği şeylerin doğruluğunu, yüceliğini anlamış olursunuz. Ve bilmiş olursunuz ki: (sizin arkadaşınızda) Size arkadaş olup ilâhi hükümleri tebliğ eden Muhammed -Aleyhisselâm- da (cinnetten bir eser yoktur) onun ne kadar yüksek bir akla yüce vasıflara nâil ve ne kadar hayır dilerce bir irşâda çalışmakta olduğu pek mükemmel anlaşılmış olur. Ve (o) Peygamber (sizin için şiddetli azabın önünde) cehennem azabının gelmesinden önce (bir korkutucudan başka değildir) sırf sizi büyük bir felâketten, bir cezadan korumak içindir ki, size nasihat veriyor, size ahiret azabını hatırlatarak sizi ondan kurtarmaya çalışıyor. Artık siz de onun bu hayır dilerliğine karşı teşekkür arzında bulunmalı, tebligatına riayet etmeli değil misiniz?.

47. Deki: ben sizden ücret adına birşey istersem o sizin içindir. Benim mükâfatını ise ancak Allah’a âittir ve o, herşey üzerine şahittir.

47. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Ey Yüce Resûlüm!. Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini, haşr-ı neşri inkâr edenlere (Deki: Ben sizden) ifa ettiğim peygamberlik vazifesi karşılığında (ücret adına birşey istersem) yani: Ben sizden bir mükâfat beklemekte bulunmadım, ben sadece Allah’ın emrine, onun rızasına binâen sizi irşâda, uyarmaya çalışıyorum, sizi bir selâmet alanına erdirmek, istiyorum, sizden bir ücret istemem,(o sizin içindir) sizden istenilecek ücret, sizin olsun. Benim ona ihtiyacim yoktur. (benim mükâfatım ise ancak Allah’a aittir) Beni peygamberlik vazifemi ifâ ettiğimden dolayı sevaba, mükâfata nâil kılacak olan, ancak o Yüce Mâbud Hazretleridir. (ve o) Hikmet Sahibi Yaratıcı (herşey üzerine şâhittir) bütün kullarının hallerini, amellerini bilmektedir. Elbette ki, benim de huhusustaki sadakatim, samimi niyetim o Yüce Yaratanca bilinmektedir. Ona göre, hakkımda ilâhi lütufları tecelli edecektir.

48. Deki: Muhakkak Rabbim hakkı ortaya koyar, bütün gayıptan tamamiyle bilendir.

48. Ey peygamberlerin en üstünü! Öyle bir takım inkârcılara, kâfirlere (Deki: Muhakak Rab’bim, hakkı ortaya koyar) hakikat ne ise onu Peygamberine vahy ve ilhâm buyurur. Veya hak ve hakikati ortaya koyarak onunla bâtılı atar, mahv ve yok eder, İslâmiyet’i bütün ufuklara yayılmış bir hale getirir, bu İslamiyet’in bütün ufuklara yayılması, yükselmesi hakkında ilâhi bir vâd, ve bir müjde demektir. Ve o Yüce Yaratıcı (bütün gayıbları tamamiyle bilendir.) göklerdeki, yerlerdeki bütün olayları, bütün sinları bilir. İslâm dininin gelecekte ne kadar yükselmeye, yayılmaya nâil olacağı da Allah katında tamamen malûm bulunmaktadır.

49. Deki: Hak geldi ve bâtıl ise birşeyi ne başlangıçta meydana getirebilir ve ne de iâde edebilir.

49. Bu mübârek âyetler de hakkın tecelli edip bâtılın yıkılmış olduğunu müjdeliyor. Resûl-i Ekrem’in kimseye bir zararı olmayıp kendisinin ilâhi vahiy sayesinde hidayete nâil olduğunu bildiriyor. İnkârcıların da ileride ne kadar heyecanlara düşerek ne kadar mahrumiyetler içinde çırpınıp duracaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. O İslâmiyet düşmanlarına (Deki: Hak geldi) İslâm dinî ortaya çıktı veya Kur’an-ı Keriminmeye başlaşmış oldu veya Hz. Muhammed’in peygamberliği mucizeler ile desteklenmiş bulundu, hak ve hakikat tecelli edip durdu. (ve) Ey inkârcılar!. Sizin tutmuş olduğunuz (bâtıl) ise, küfr ve isyan ise hiçbir şeyi (ne başlangıçtan meydana getirileblir ve ne de) mahv olup giden birşeyi (iade edebilir) yani: İslâmiyet’in gücü ve yüceliği karşısında küfrün bâtıl olduğu ortaya çıkmış, onun hangi birşeyi icat ve iâdeye kabiliyeti bulunmadığı belli olmuştur. İbni Mesut Hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke-i Mükerreme’yi feth edince Kâbe-i Muazzama’daki üçyüz altmış putu kırıp atmış, “Hak geldi, bâtıl gitti” meâlindeki âyeti kerimeyi okumuştu.

50. Deki: Eğer ben sapıtmış isem şüphe yok ki, kendi şahsını aleyhine sapıtır olurum ve eğer doğru yola ermiş isem bu da Rabbimin bana vahy ettiği şey sebebiyledir. Muhakkak ki, O Rabbim işiticidir, pek yakındır.

50. Ey faziletler saçan peygamber!. Senin yüceliğini itiraf etmeyen o inatçı inkârcılara (Deki: Eğer ben) Faraza doğru yoldan (sapıtmış isem, şüphe yok ki, kendi şahsım aleyhine sapıtır olurum) onun vebâli, mes’uliyeti benim şahsıma ait bulunmuş olur. (ve eğer doğru yola ermiş isem bu da) böyle bir hidayete kavuşmakda (rab’bimin bana vahyettiği şey sebebiyledir) onun ihsan buyurduğu Kur’an-ı Kerim ve feyz ve hikmet sayesindedir. Binaenaleyh o Hikmet Sahibi Yaratıcının bir olan zatına sığınmalıdır, onun Kur’ani hükümlerine riâyette bulunmalıdır ki, böyle bir hidayete kavuşmak nasib olsun. (Muhakkak ki, O) Rab’bim, o hikmet sahibi ve Yüce Yaratıcım (işiticidir) benim de, sizin de sözlerimizi işitmektedir ve o kerem sahibi mâbud, kullarına ilmen, mânen (pek yakındır) onların bütün sözlerini, işlerini görür, bilir, duâlarına icabet buyurur, onun yüce zatına karşı hiçbir şey gizli kalamaz.

51. Görecek olsan telâşa düştükleri zaman ne garip bir manzara görmüş olursun artık kurtuluş yok ve onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır.

51. Ey peygamberlerin en şereflisi!. Eğer o inkârcıları (Görecek olsan telâşa düştükleri zaman) öldükleri veya mahşere sevkedildikleri veya Bedr savaşında mağlûbiyetlere uğradıkları vakit, ne acayip, ne ibret verici bir manzara görmuş olursun. (artık kurtuluş yok) Onlar o zaman kendilerini o felâketten asla kurtaramayacaklardır. (ve onlar yakın bir yerde yakalanmışlardır) Elde edilerek cezalarına kavuşturulmuş olacaklardır. O da, ya kabirlerinde veya cehenneme sevkedilecekleri zaman olacaktır, veyahut Bedr savaşında meydana gelecektir ki, artık o felâketten, o mağlûbiyetten kaçıp kurtulmalarına imkân kalmamış olacaktır.

52. Ve demiş olurlar ki, ona imân ettik. Fakat onlara uzak bir yerden el sunmak nerede?

52. (Ve) O inkârcıları, haklarında ilâhi azap kararlaştığı zaman, âhiret âleminde (Demiş olurlar ki, ona imân ettik) şimdi Kur’an-ı Kerim’i veya Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı tasdik etmekte bulunuyoruz. (fakat onlara uzak bir yerden el sunmak nerede?.) Artık ahiret gibi uzak bir yerden el uzatarak dünyadaki îmanı elde etmek kabil mi?. Ne yazık ki artık onun kabul edileceği zaman geçmiş bulunacaktır.

§ Tenavüş; Elde etmek, yakın birşeyi kolaylıkla yakalamak, almak manâsınadır.

§ Eşya’; Şia’nın çoğuludur ki, bir bölük cemaat demektir. Bir mezhebe tâbi veya bir kişinin etrafında yayılmış olan kimselerden ibarettir.

§ Mürib; Bir kimseyi reybe, yani, şek ve şüpheye, vehme düşüren şey demektir. Reyb kelimesi vehimle meydana gelen şek ve şüphe manasına olduğu gibi, hadise, rüzgar manâsında da kullanılmıştır.

53. Halbuki, onu evvelce inkâr etmişlerdi ve gayba uzak bir yerden taş atıyorlardı.

53. (Halbuki,) O kâfirler (onu) Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine, ahiret gününe îman edilmesini (evvelce) dünyadalarken (inkâr etmişlerdi) onlara inanmamışlardı. (ve gayba uzak bir yerden taş atıyorlardı) kendilerinde hiçbir bilgi, düşünce olmaksızın Resûl-i Ekrem’e haşâ.. Sihirbaz, şair, kahin diyorlardı, Kur’an-ı Kerim’e de sihir ve şiir demekten skılmıyorlardı. Ahiret hayatını inkâra cür’et gösteriyorlardı, kendi bâtıl zanlarına göre laf atıp duruyorlardı.

54. Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına bir ayrılık girmiştir. Nasıl ki, evvelce onların benzerleri hakkında da yapılmıştı. Muhakkak ki, onlar şüpheye düşüren bir tereddüt içinde idiler.

54. (Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına) Dünyaya dönüp de îmanda, salih amellerde bulunmak arzuları arasında büyük bir ayrılık engel bulunmuştur. Bu arzularına kavuşmaları artık mümkün değildir. (Nasıl ki, evvelce onların benzerleri hakkında da) öyle bir ayrılık (yapılmıştı) eski kavimler de Peygamberlerini inkâr etmişler, sonra kahra uğrayarak ahirete gidince dünyadaki hareketlerinin pek korkunç neticesini anlamışlar, tekrar dünyaya dönüp de imân ile kendilerini kurtarmak istemişlerdi. Fakat bu temennileri artık kendileri için bir faide temin edememiştir. Zira (muhakkak ki, onlar) dünyadalarken kendilerini (şüpheye düşüren bir tereddüt içinde idiler) yani: Pek büyük bir kuşku ve şüphe içinde yaşıyorlardı, kendilerini uyandırmak isteyen zatların sözlerine iltifat etmiyorlardı, kendi nefislerinin boş isteklerine tâbi olarak hayatın gayesinden habersiz bir halde bulunuyorlardı. İşte bu sebepledir ki, öyle mahrumiyet, pişmanlık içinde kalmışlardır. İnsanlara lâzım olan odur ki: Kâinatın Yaratıcısı Hazretlerinin bu âlemde tecelli edensonsuz kudret eserlerini bir ibret gözüyle seyr edip uyanık bir halde yaşasınlar, nâil oldukları nimetlerden dolayı o kerem sahibi mabûda hamd ve övgüde bulunarak dindarca bir halde yaşamaya devam etsinler. İnsanlık için selâmet ve saadet çaresi bundan ibarettir. Ve Başarı Allah’tandır.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN