FUSSİLET SURESİ

31. Biz dünya hayatında da ve ahirette de sizin dostlarınızız ve sizin için orada nefislerinizin hoşlandığı her şey vardır ve sizin için orada ne isterseniz vardır.

31. Ve melekler, o sâdık mü’minlere diyeceklerdir ki: (Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız) biz size dünyada iken iyilik sever bulunur, size hayırlı şeyleri ilhama çalışırdık. Meselâ: Sizi uykudan uyandırır, namaza, oruca sevk etmek isterdik, sizi ahlâksız şeylerden uzaklaştırmak isterdik, âhirette de size şefaatçiyiz, cennetlere girinceye kadar sizden ayrılmayız, sizin üzerinize nezaret etmekte bulunmaktayız, (ve) Ey mü’mîn zâtlar!, (sizin için orada) âhiret âleminde (nefslerinizin hoşlandığı her şey vardır) çeşitli lezzetler, nîmetler, cismanî zevkler hazır bulunmaktadır, (ve sizin için orada) o âhiret âlemindeki (ne isterseniz vardır) her türlü nîmetler tecellîlere, ruhanî zevklere nâil olacaksınızdır, bunlar sizin için takdir edilmiştir.

32. Çok mağfiret eden, çok merhametli olandan Allah tarafından bir ziyafet olmak üzere.

32. Ey müminler!. Sizlere vâ’dedilen bu sonsuz nîmetler, lütuflar (Çok mağfiret eden) birçok günâhları affeden ve bağışlayan (çok merhametli olandan) bütün kulları ilâhî rahmeti pek fazla bulunan Allah Teâlâ tarafından (bir ziyâfet olmak üzere) size ihsân buyurulmuş olacaktır. Artık bunun şükrünü ifâya devam ediniz.

§ Nüzül: Misafirlere geldikleri zaman yemeleri için hazırlanan yemek vesâire demektir.

33. Ve daha güzel sözlü kim vardır, Allah’a dâvet eden ve sâlih amellerde bulunan ve şüphe yok ki, ben Müslüman’ım diyen kimseden?

33.Bu mübârek âyetler de dost edinmeye lâyık olan zâtların kimlerden ibâret olunduğuna işâret ediyor. İyi ameller ile kötü amellerin Allah katında eşit olamayacağını bildiriyor. İnsanların kalblerini uzlaştırmak, kendilerini irşâd ile düşmanlıklarını bertaraf etmeninçaresini gösteriyor. Öyle güzel ahlâki bir vazifenin yerine getirilmesine engel olacak olan şeytanî vesveselerden dolayı da Cenab-ı Hak’ka sığınılmasını emr ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve daha güzel kim vardır) Elbette ki: O’ndan daha güzel sözlü bir zât yoktur. Evet.. (Allah’a dâvet eden) Cenab-ı Hak’kın birliğini tasdike ve O’na ibâdet ve itaate insanları teşvik eyleyen (ve) kendisi de (sâlih amelde bulunan) güzel güzel ibâdetlerde, ahlâkî vazifeleri yerine getirmeye çalışarak bir örnek teşkil eden (ve şüphe yok ki, ben bir müslümanım diyen) müslüman olma şerefine erişmesinden dolayı iftihar edip bir takım bozguncuların ümitlerini parçalayan (kimseden) elbette ki, öyle iyiliksever, dindar, İslâmiyet’le iftihar eden, böyle seçkin üç özelliğe sâhip bulunan zâttan daha güzel sözlü bir kimse bulunamaz. İbn-i Siyrin ve Suddi gibi zâtlar diyorlar ki: Bu âyet-i kerîmedeki kimseden maksat, Resûlullâh’tır. Çünkü o, Allah’ın birliğini yaymış insanları yüce dine dâvet buyurmuş, kendisi de dâima ibâdet ve itaat ile meşgul olmuştur. Hâlâ onun yaydığı ilâhî din sâyesinde vakit vakit bir nice insanlar Allah’ın birliğini tasdik etmekte İslâmiyet’le şereflenebilmektedir. Maamafih bu âyetin bu hükmü umumîdir. Bu üç üstün niteliğe sâhip olanların hepsini de içirmektedir. Güzel amel sâhibi olan müezzinler de, hatipler de, vaizler de, imamlar da bu şerefe sâhip bulunmaktadırlar.

34. Ve iyilik de kötülük de denk olamaz. kötülüğü bertaraf et, O şey ile ki, O, en güzeldir. Artık O zaman seninle kendi arasında düşmanlık olan kimse, sanki candan bir dosttur.

34. Evet.. Kulların Kerem Sâhibi mâbud için yaptıkları güzel amellerin kıymeti pek fazladır. Maamafih kulların kendi aralarında yaptıkları güzel muamelelerin de büyük bir yeri vardır. İşte Cenab-ı Hak buna işâret buyuruyor ki:(Ve iyilik de kötülük de eşit olamaz) Meselâ: Cömertlik ile cimrilik, sabr ile gazap, af ile intikam, ilm ile cehâlet eşit değildir. İnsan mümkün olduğu kadar fenâlıklara karşı iyilikte bulunarak uyulacak bir örnek olmalıdır. Böyle bir üslûp ile de başkalarını ikaza, ahlâkını güzelleştirmeğe sebep bulunmalıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem, Sallallahû Aleyhi Vesellem Hazretleri kavminin bir çok ezâ ve cefâsına karşı sabr etmiş, onları ıslâha çalışmış, Yarabbi kavmime hidâyet buyur, çünkü onlar bilmiyorlar diye duada ve niyâzda bulunmuştur. İşte Cenab-ı Hak, bu hususta da bize en güzel bir hareket tarzını gösteriyor. Şöyle ki: kötülüğü, bâzı kimselerin câhilce, beyinsizce, düşmanca hâllerini, zarar verecek hâdiseleri (bertaraf et) onların giderilmesine, terk edilmesine gayret göster, (o şey ile ki, o) şey, haddizâtında (en güzeldir) meselâ: Fenâlık yapana ihsânda bulun, bâzı kusurları görmemezlikten gel, bir takım kötü huylara karşı güzel huy göster, gazabı tahrik eden şeylere karşı sabr ve sükûnetten ayrılma (artık o zaman seninle kendi arasında düşmanlık olan kimse) mahcub olur, kendi kötü hâlini düşünür, hakkında gösterilen güzel muameleden dolayı şükrân borçlu olur, o kötü hareketlerini terk eder. Düşmanlığı muhabbete çevrilmiş bulunur, (sanki bir sadâkatli) Şefkatli (dosttur) gibi bir hâle bulunabilir. Mukatil diyor ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Süfyan Bin-i Harb hakkında nâzil olmuştur. Vaktiyle Peygambere düşmanlığı var idi. Sonra İslâmiyeti kabul ederek Resûl-i Ekrem’in dostu oldu ve akrabalık itibariyle o Yüce Peygamberin sadâkatli bir dostu bulundu. Tefsir-ül Meragi. Kısacası: bir takım düşmanların ezâ ve cefâsına karşı sabretmek, onların hoş olmayan lâkırdılarına kıymet vermeyip sükût eylemek, onların kötülüklerine karşı iyilik ile karşılıkta bulunmak, büyük bir ahlâkî fâzilet eseridir.Bunların ruhları üzerinde büyük tesirleri vardır, bir takım kimselerin durumlarını değiştirerek güzel ahlâk ile vasıflanmalarına vesîle olabilir. “Düşmanın sitemini anlamamak, düşmana sitemdir.

Nitekim tarihçi Raşit rahmetli de şöyle demiştir.

“Cedelkârane hamuşî kadar rengin cevap olamaz” “

Sükûtün merdi dâna, hasmını ilzam için saklar”

“Hamim” kelimesi, sâdık, şefkatli bir yakın, dost mânasınadır. Bir şahsın işine ehemmiyet veren dostu mânasına da gelir. Maamafih ısı su, soğuk su, çok sıcak bir zamanda yağan yağmur, malın hayırlısı mânalarını ifâde eder.

35. Ve bunu böyle bir tavsiyeyi sabredenlerden başkası kabul edemez ve bunu pek büyük bir nasip sahibi olandan başkası kabul edip yüklenemez.

35. (Ve bunu) Böyle bir tavsiyeyi, fenâlığa karşı iyilik ile muamelede bulunmak karakterini, bu seçkin özelliği, (sabr edenlerden başkası kabul edemez) sabr ile vasıflanmış olan zâtlar, bu husustaki tavsiyeyi takdir edip kabul eder, ona göre hareketini tanzime çalışır. Evet.. Bu mühim tavsiyeyi, bu husustaki güzel olgun ahlâkı (pek büyük bir nâsip sâhibi olandan) dünya ve âhiret saadetlerinde nâsipli bulunan zâtlardan (başkası kabul edip yüklenemez.) öyle affedici, şerefli bir muamelede bulunmak istemez, bunun güzel bir meyve vereceğini takdir edemez. Binaenaleyh kötülüklere karşı iyiliklerde bulunmak, ahlâksızlığa karşı güzel bir ahlâk ile mukabelede bulunmak, fâzilet ve saadet sâhipleri olan zâtlara mahsus pek üstün bir özelliktir.

36. Ve şâyet seni şeytan tarafından bir vesvese bu affedici muameleden çevirmek isterse hemen Allah’a sığın. Şüphe yok ki, O’dur her şeyi gerçekten işiten, bilen O’dur.

36. Evet.. Kötülüklere karşı iyilikle karşılık vermek, büyük bir kahramanlıktır. Nefs üzerine hâkimiyetin bir nişânesidir. (Ve şâyet seni şeytan tarafından bir vesvese) Bir intikam hissi, seni bu affedici muameleden (çevirmek) fenâlığa karşı fenâlıkla mukabelede bulundurmak (isterse) seni o tavsiye edilen güzel muameleden alıkoymak dilerse ona iltifat etme (hemen Allah’a sığın) öyle şeytanî hâtıraların tesiri altında kalmamak için Hak Teâlâ’dan yardım, muvaffakiyet niyâz et. Allah’a tevekkül et, sığın (şüphe yok ki, O’dur) Evet.. O Hikmet Sâhibi Yaratıcı, her şeyi hakkıyla (işiten, bilen O’dur) ancak o Kerem Sâhibi ezeli mâbuddur. Binaenaleyh o Kerem Sâhibi Yaratıcı seni düşmanların fenâlıklarından, suikastlerinden muhafaza buyurur, nihâyet muvaffakiyet, ilâhî zafer senin tarafından tecellî eder durur. “Nezğ” kelimesi, dürtmek, vesvese vermek, bozmak, halk için fitne bırakmak mânasınadır.

37. Ve O’nun âyetlerindendir gece gündüz ve güneş ve ay. Ne güneşe ve ne de ay’a secde etmeyin ve onları yaratmış olan Allah’a secde ediniz, eğer siz O’na ibadet etmek istiyorsanız.

37. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın varlığına, kudret ve hikmetine şâhitlik eden göklerdeki ve yerlerdeki yaratılış eserlerini dikkat nazarlarına sunuyor. Allah’ın zâtına meleklerin gece ve gündüz ibâdette bulunduklarını beyân ile müşriklerin câhilce hâllerinin ehemmiyetsizliğini teşhir bulunuyor. Ve O Yüce Yaratıcının insanları öldürdükten sonra tekrar hayata kavuşturmaya kaadir olduğuna dâir yeryüzünü vakit vakit nasıl büyüyüp gelişmeye erdirerek hayata kavuşturduğunu bir delil olarak beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve O’nun) O Yüce Yaratıcı’nın varlığına birliğine, kudretine, hâkimiyetine şâhitlik eden (âyetlerindendir) açık, parlak delillerindendir (gece ve gündüzve güneş ve ay) bunlardan her biri bir mühim kudret eseridir, bir Yaratılış hârikasıdır, o Kudret Sâhibi Yaratıcı’nın ilâhlığına pek mükemmel bir delildir. Artık gâfil insanlar!, (ne güneşe ve ne de ay’a secde etmeyin) Onlar birer mahlûktur. Cenab-ı Hak’kın dilemesiyle öyle meydana gelip durmaktadırlar, hiçbiri bizzât mevcut, değildir ve mâbutluk vasfını taşınmamaktadır. Siz onların Yaratıcısını tasdik edin (ve onları yaratmış olan) o Yüce Yaratıcı’ya (secde ediniz) O’nun yaratmış olduğu şeylere secde ederek şirke düşmeyiniz (eğer siz O’na) O Kâinatın Yaratıcısına (ibâdet etmek istiyorsanız) böyle ibâdetinizi yalnız O’na tahsis ediniz., başkalarına tapınıp durmayınız. Bu ilâhî beyân, sâhibi gibi yıldızlara tapınan ve onlara tapmalarıyla Allah’a ibâdet etmekte olduklarına inanan müşrik kavimlerin iddialarını red etmektedir. Bu, bir secde âyetidir.

38. Eğer kibirlenmek isterlerse onların ne kıymeti var çünkü Rabbin katında bulunanlar, O’nun için gece ve gündüz tesbîhte bulunurlar ve onlar usanmazlar.

38. (Eğer) O müşrik kimseler, (kibirlenmek isterlerse) yalnız Allah Teâlâ’ya ibâdette bulunmaktan kaçınır, bu husustaki peygamber emrine itaatten böbürlenerek yüz çevirirlerse onların ne kıymetleri var. Cenab-ı Hak onlara bir ehemmiyet vermez, onlar lâyık oldukları âkıbete uğrarlar, (çünkü Rab’bin katında bulunanlar) yâni: Cenab-ı Hak’kın mânevî katında makbul bulunan melekler (O’nun için) o şirk ve benzerden uzak olan Allah için (gece ve gündüz tesbîhte bulunurlar) O’nun birliğini tasdik’e yüce şânını kutsamaya devam ederler, (ve onlar) melekler, gece ve gündüz ibâdette bulunurlar, aslâ (usanmazlar) o kulluk vazifelerini tam bir huzur ile, mânevî bir zevk ile yerine getirmeye devam ederler.

39. Ve O’nun âyetlerindendir ki, yeryüzünükupkuru bir hâlde görürsün, Vaktaki, O’nun üzerine su indirmiş oluruz, harekete başlar ve kabarır. Muhakkak O zât ki, O’na hayat vermiştir, elbette ki, ölüleri de dirilticidir. Şüphe yok O, her şey üzerine hakkıyla kadirdir.

39. O Yüce Yaratıcının varlığına, kudretine bir nice gök cisimleri şâhitlik ettiği gibi yeryüzü de şâhitlik etmektedir. Evet.. (Ve O’nun) O Kerem Sâhibi Yaratıcının kudretine şâhitlik ve işâret eden (âyetlerindendir ki,) yaratmış olduğu pek ibret verici alâmetlerdendir ki: (yeryüzünü) vakit vakit, kış olunca (kupkuru bir hâlde görürsün) âdeta zelilce bir vaziyet almış, üzerinde yeşillikten, rengârenk çiçeklerden vesâireden eser kalmamış bulunur, (ne zamanki onun üzerine su indirmiş oluruz) Yağmurları yağdırır, onları yeniden bir feyz ve berekete nâil kılarız, o yeryüzü tekrar (harekete başlar ve kabarır) toprağı kımıldanır, kendisinden çeşit nebatlar, çiçekler meydana gelir, yeniden bir hayata kavuşmuş bulunur. Artık düşünmeli!, (muhakkak o zât ki,) o Kudret Sâhibi Yaratıcıdır ki, (ona hayat vermiştir) o yeryüzünü öyle yeniden büyüyüp gelişmeye çeşitli ekinlere meyvelere kavuşturmuştur, (elbette ki, ölüleri de dirilticidir) insanları da öldürdükten sonra tekrar yeni bir hayata kavuşturacaktır. (Şüphe yok ki, O) Yüce Yaratıcı (herşey üzerine hakkiyle kaadirdir.) binaenaleyh insanları da öldürdükten sonra tekrar hayata kavuşturmaya inanıyoruz ki, kaadirdir. Hangi düşünceli bir insan, bu hakikati inkâr edebilir?.

40. Şüphe yok O kimseler ki, âyetlerimizde haktan ayrılarak sapıtırlar, bize karşı gizli kalamazlar. Âteşe atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyamet günü emin ve hâlde gelecek olan mı? Dilediğinizi yapınız, şüphe yok ki: O, ne yaptığınızı hakkıyla görücüdür.

40. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın birliğine, kıyametin vukuuna âid delilleri yanlışyorumlayan ve değiştirenleri tehdit ediyor, öyle kâfirlerin kıyamette âteşe atılacaklarına işârette bulunuyor. O kâfirlerin inkâr ettikleri Kur’an-ı Kerim’in nasıl bir ilâhî kitap olduğunu ve O’nun evvel ve âhır bâtıl şeylerden her şekilde uzak bulunduğunu haber veriyor ve Resûl-i Ekrem’i teselli edici olarak Cenab-ı hak’kın hem mağfiret ve hem de şiddetli azab sâhibi olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ buyuruyor: (şüphe yok o kimseler ki, âyetlerimizde haktan ayrılarak) Onları yererek, onları yanlış yorumlamaya cür’et göstererek doğru yoldan (sapıtırlar) işte öyle dinsiz inkârcı kimseler (bize karşı gizli kalamazlar) onların her hâli Allah tarafından bilmektedir. Bir kere düşünmelidirler, küfr ve inkârından dolayı (Âteşe atılan mı hayırlıdır yoksa) Allah’a îman ve itaad etmiş olduğu için (kıyamet günü emin bir hâlde gelecek olan mı?.) hayırlıdır. Muhakkak ki, bunlar eşit değildirler. İşte kâfirler, inkârcılar âteşe atılacaklardır. Doğru sözlü mü’minler de emniyetler içinde cennetlere varacaklardır. Artık hangi zümrenin hayırlı olduğu açık değil midir? Elbette ki, öyle küfr ve inkâra düşenler, cehennem âteşine aday bulunmuşlardır. Artık ey insanlar!. Eğer siz hakkı kabul etmez iseniz (dilediğinizi yapınız) sonra onun cezasına elbette uğrayacaksınızdır. (şüphe yok O,) ilm Sâhibi Yaratıcı, sizlerin (ne yaptığınızı hakkiyle görücûdür) hiçbir hareketiniz onun için gizli kalamaz, hepinizi de amellerinizin gereğine kavuşturacaktır. Ne büyük bir tehdit ve irşâd!.

§ İlhad; Yüz çevirmek, haktan dönmek, yermek ve kınamak bâtıl tevillerde, mânasız gürültülerde bulunmak, doğruluktan ayrılmak demektir. Asıl mânası: Mezara koymak, çukura düşürmek demektir.

41. Şüphe yok mülhidler O kimselerdir ki, kendilerine geldiği zaman Kur’an ı inkâr etmişlerdir ve muhakkak ki, o., elbette azîz bir kitaptır.

41. (Şüphe yok) Mülhidler (o kimselerdir ki) hakikatları bâtıl bir şekilde yorumlamaya ve değiştirmeye çalışanlar, kutsal şeyleri yeren ve kötüleyen şahıslardır ki, (kendilerine geldiği zaman) Yüce Peygamber tarafından teblîğ edildiği vakit (Kur’an-ı inkâr etmişlerdir) artık onlar, lâyık oldukları müthiş âkıbete hazırlansınlar. (ve muhakkak ki, o) Kur’an-ı Kerim (elbette azîz) eşi bulunmayan, pek kuvvetli, yüce ve menfaatleri pek çok olan (bir kitaptır) semâvî kitapların sonuncusudur, fâziletlisidir, dâima ilâhî koruma altındadır.

42. O’na ne önünden ve ne de ardından bâtıl bir şey gelemez. O hikmet Sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir.

42. Evet.. O Kur’an-ı Kerim, ilâhî bir kitaptır ki, (O’na ne önünden ve ne de ardından bâtıl bir şey gelemez) onun yüceliğini, kutsallığını inkâra hiçbir yol yoktur. O’nun bir söz mûcizesi olduğunu, onun ilâhî vahye dayanan bir hidâyet ışığı bulunduğunu hiçbir akıllı kimse, bir doğru eser yalanlayamaz. Çünkü öyle mübârek, öyle her şekliyle yüksek, her yönüyle fâideli ve eşsiz olan apaçık kitap (hâkim, hamîd olandan) hikmetine, mükemmel sıfatlarına nihâyet bulunmayan Yüce Yaratıcı tarafından (indirilmiştir.) Son Peygamber olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a ihsân buyurulmuştur. Artık O’nun o yüce, kutsî mahiyetini kim inkâra, yoruma kaadir olabilir?.

43. Sana senden evvelki Resûllere denilmiş olan şeyden başka bir şey denilmiyor. Şüphe yok ki, senin Rabbin elbette mağfiret sahibi ve pek acıklı âzab sahibidir.

43. Ey Muhammed!. Bir takım alçak şahısların dedikodularından dolayı üzülme (Sana senden evvelki Peygamberlere denilmiş olan şeyden başkası denilmiyor) vaktiyle dünyaya şeref vermiş olan bir nice Peygamberleri de inkârcı olan kavimleri yalanlamış, onların da teblîğetmiş oldukları kitapları kabulden kaçınmışlardı. Bu kaçınmak insanlık âleminde öteden beri süregelen bir katılık, bir cehâlet eseridir. Bu hâle karşı o Peygamberler sabr etmişlerdi. Artık Ey Son Peygamber!. Sen de sabret. Fazla üzülme, herkes lâyık olduğu âkıbete kavuşacaktır. Diğer bir yoruma göre de: Ey Yüce Peygamber!. Allah Teâlâ, senden evvelki Peygamberlere kavimlerin beyinsizliklerine karşı sabr etmelerini, tevhid dinini yaymaya çalışmalarını emr etmiş olduğu gibi sana da o şekilde emrediyor. Artık sen de sabr et, peygamberlik vazifeni yapmaya çalış, elbette bunun mükâfatını göreceksindir. (Şüphe yok ki, senin Rab’bin) Seni peygamberlikle görevlendiren yüce mâbudun (elbette mağfiret sâhibidir) îman edenleri, günâhlarından tevbekâr olanları affeder, bağışlar, nîmetlere erdirir (ve) o Hikmet Sâhibi Yaratıcı, (pek acıklı azap sâhibidir) öyle dinsizliklerinde devam edenleri, Peygamberleri inkâra, ilâhî âyetleri değiştirmeğe ve onlarda alay etmeye cür’et gösterenleri de elbette pek şiddetli azaplara uğratacaktır.

44. Ve eğer O’nu, yabancı bir lisan ile bir Kur’an kılsa idik elbette derler ki: Âyetleri ayrıntılı şekilde açıklanmalı değil mi idi Arabî bir Peygambere yabancı bir lisan ile Kur’an olur mu? De ki: O, iman edenler için bir hidâyet vesilesidir ve bir şifâdır ve O kimseler ki iman etmezler, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o, onlara karşı bir körlüktür. Onlara uzak bir yerden sesleniliyor.

44. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in arap lisânı üzere inişinin hikmetini bildiriyor. Bu hususta itiraza mahâl bulunmadığını ve o ilâhî kitabın kabiliyetli kimseler için sırf hidâyet ve şifâ olduğunu izah ediyor. Semâvî kitaplara karşı bir takım kimselerin boş itirazlarda bulunmalarının câhilce bir âdet olduğuna Mûsa Aleyhisselâm’a verilmiş olan kitap hakkındakiihtilâfları bir misâl olarak gösteriyor. Eğer Allah katında belirlenmiş bir müddet bulunmasa idi öyle inkârcı, tereddütlü kimselerin derhal Allah’ın kahrına uğramış olacaklarını ihtar ediyor ve herkesin kendi ameline göre mükâfat ve ceza göreceğini ve Cenab-ı Hak’kın zulmden uzak olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Bir takım arab müşrikleri: Bizim kalblerimiz perdeler içindedir, bize yapılan tebligâtı anlamıyoruz diyorlardı veyahut onların bir kısmı; Kuran başka bir lisân ile nâzil olmalı değil mi idi? Diye kâfirce lâkırdılarda bulunuyorlardı, İşte bu gibi kimseleri red için Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ve eğer onu) yüce bir zikir olan Kur’an-ı Kerim’i (yabancı bir lisân ile) indirilmiş (bir Kur’an kılsa idik) o Arapça değil, yabancı lisânda bulunsa idi (elbette) o inkârcı kâfirler (derlerdi ki) bu kitabın (âyetleri) içerdiği hükümlerden, meseleler (ayrıntılı şekilde anlatılmalı) bizim lisânımızla beyân olunmalı (değil mi idi?) neden öyle başka bir lisân ile nâzil olmuş bulunuyor?. Ve şunu da ilâveten söylerler idi ki: (arabî) Olan, Arap lisâniyle konuşan bir Peygambere (yabancı bir lisân ile) Kuran indirilmiş (olur mu?.) ne için o kitap, o Peygamberin kendi lisânı olan Arapça ile indirilmemiş derlerdi. Halbuki, o kitap, en ebedî bir lisân olan ve Yüce Peygamber’in asıl lisânı bulunan arapça olarak indirilmiştir. Artık öyle bir itirazda bulunmalarına mahâl kalmamıştır. Resûlüm!. O inkârcılara iddialarını red için (deki: O) Kur’an-ı Kerim (îman edenler için bir hidâyet vesîlesidir) onları hak yoluna eriştirir (ve bir şifâdır) o mü’minlerin kalblerini şek ve şüpheden, mânevî hastalıklardan arzulardan kurtarır. Binaenaleyh ey inkârcılar!. Siz de imân şerefine nâil olsanız kalbleriniz mânevî hastalıktan kurtulur, artık öyle perdeler içinde kalmamış olur (ve o kimseler ki,) bilâkis (îman etmezler) Allah’ın birliğine, O’nun Peygamberlerinin risâletine ve o Peygamberin teblîğ ettiği ilâhî kitabınhükümlerine inanmazlar, artık onların bir îmansızlıklarından dolâyıdır ki, (onların kulaklarında bir ağırlık vardır) onun içindir ki, Kur’an’ın âyetlerini işitemezler, onları güzelce dinleyip uyanmazlar. Bundan dolayı (o) Kur’an-ı Kerim (onlara karşı bir körlüktür) o apaçık kitabın güzelliğini göremezler, onun hükümlerini kendilerine teblîğ eden zâtın peygamberliğini görüp anlayamazlar. Körükörüne itirazlara devam eder dururlar. Sanki (onlara uzak bir mekândan bağırılıverir) artık kendilerine yöneltilen hitabeleri, nasihatları işitip kavrayamazlar. Cehâletleri içinde yaşamaya devam ederler. Onların o gâfilce hâlleri, kendilerine pek uzaktan seslenilen kimselerin hâllerine misâl yoluyla benzetilmiştir. O uzaktan olan bağırma, anlaşılmayacağı gibi o inkârcılar da kendilerine yönelen hitabeleri sanki pek uzaktan yapılıyormuş gibi anlamaktan mahrum bulunmuşlardır. .

45. And olsun ki, Mûsa’ya da kitap verdik, onda da ihtilâf edildi. Ve eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasa idi elbette onların aralarında iş bitiriverirdi ve şüphe yok ki, onlar ondan elbette tereddüde düşürücü bir şüphe içindedirler.

45. Evet.. Ey Muhammed (A.S.)!. Sen üzülme. Öteden beri insanların bir kısmı hakkı kabul ederse de diğer bir kısmı kabul etmez. İlâhî kitapları kabul etme ve etmeme hususunda cemiyetlerin eski âdetleri bu şekilde süregelmiştir. (And olsun ki) Muhakkak bir hâdisedir ki, biz (Mûsa’ya da kitab verdik) ona Tevrat’ı ihsân ettik (onda da ihtilâf edildi) onun kavminin bir kısmı o kitabı kabul ettiği hâlde diğer bir kısmı kabul etmedi, onun semâvî bir kitap olduğunu inkâr edip durdular, (ve eğer Rab’binden bir söz geçmiş olmasa idi) Bu Muhammed ümmeti arasındaki inkârcıların cezalarını kıyamet gününe tehir hususunda bir ezeli irâde bulunmasa idi (elbette onlarınaralarında iş bitiriliverirdi.) daha dünyada iken Allah’ın kahrına uğrar, hepsi de birden mahv ve perişan edilmiş olurdu. Nitekim eski inkârcı kavimlerin birçokları böyle bir felâkete mâruz kalmışlardır, (ve şüphe yok ki, onlar) Bu ümmet arasındaki inkârcılar (ondan) O Kur’an-ı Kerim’den (elbette tereddüde düşürücû bir şek içindedirler) onlar kendilerince bile kuvvetli görülecek bir delile dayanamamaktadırlar. Bununla beraber, bir inat, bir taklit bir şeytanî vesvese neticesi olarak Kur’an-ı Kerim’i inkâra cür’et göstermektedirler. O gâfiller bilmiyorlar ki, o çirkin, inkârcı hâllerinin cezasına bir gün uğrayacaklardır.

46. Kim iyi bir iş yaparsa artık kendi lehinedir ve kim kötülükte bulunursa artık kendi aleyhinedir ve Rabbin kulları için zulmedici değildir.

46. Evet.. Muhakkak ki, (Kim) bu dünyada iken (bir sâlih iş yaparsa) güzel bir itikatta bulunursa, Kur’an-ı Kerim’e inanırsa, üzerine düşen vazifeleri yapmaya çalışırsa, bu güzel hareketi (artık kendi nefsi içindir) bunun fâidesi kendisine âidtir, kendi lehine hareket etmiş olur. (ve) Bilâkis (kim kötülükte bulunursa) küfre, isyâna düşerse (artık kendi nefsi aleyhinedir) onun zararı da başkasına değil, kendi şahsına âidtir, (ve Rab’bin kulları için zulm edici değildir) Kullarının hakkında adâlete zıt bir fiil, Cenab-ı Haktan çıkmaz. Onların mükâfata veya cezaya ermeleri adâlet ve hikmet gereğidir. Binaenaleyh azaba mâruz kalanlar, kendi kötü hareketlerinin cezasına uğramış olacaklardır. Büyük hikmet sâhibi olan Allah Teâlâ’dan hâşâ zulm etmek haksız yere ceza vermek aslâ düşünülmüş değildir. Buna inanıyoruz.

47. Kıyameti bilmek, O’na havale olunur ve ne meyvelerden bir şey tomurcuklarından çıkar ve ne de bir dişi yüklü kalır ve ne doğurur, ancak O’nun bilmesiyledir. Ve O gün ki, onlara nidâ eder ki: Nerede benim ortaklarım? Derler ki:Sana arz ettik, bizden hiçbir şâhit yoktur.

47. Bu mübârek âyetler, kıyametin vuku bulacağı günü ve geleceğe âid bir kısım hâdiselerin vuku zamanını Cenab-ı Hak’tan başkasının bilmediğini haber veriyor. Müşriklerin âhirette “nerede ortaklarım” diye bir alay ve kınama için mâruz kalacakları suale cevaben o ortak edinmiş oldukları şeylerin kendilerinden ayrılmış olduklarını onlardan bir fâide göremeyeceklerini itiraf edeceklerini bildiriyor, insanların muhtelif ruh hâllerine işâret için onların fâideli şeyler istemekten geri durmadıklarını ve bir kötülüğe uğrayınca da artık ümitlerini keserek ümitsizlik içinde kaldıklarını hikâye buyuruyor. Allah tarafından bir nîmete kavuşunca kendilerinin o nîmete lâyık olduklarını ve kıyametin kopamayacağını iddia ederek şükür vazifesini yerine getirmekten kaçındıklarına ve faraza kıyamet kopsa da yine güzel nîmetlere kavuşacaklarını kibirli bir tarz ile ifâde eder olduklarına ve halbuki onların ağır azaplara tutulacaklarına işâret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Kıyameti bilmek, O’na) O ilm Sâhibi Yaratıcı’ya (havale olunur) kıyamet ne vakit vuk’u bulacaktır, diye sual edilecek olsa, onu Allah Teâlâ bilir, denilmelidir. Çünkü o zamanı Cenab-ı Hak, kullarına hikmet gereği bildirmemiştir. Tâ ki, insanlar dâima onun vuk’u bulacağını düşünerek uyanıkça hareket etsinler. Bir hadis-î şerifte deniliyor ki: Cibril Aleyhisselâm, Resûlullâh Sallallâhü Aleyhi Vesellem’den kıyameti sormuş, o da buyurmuş ki: Ondan sorulan, sorandan daha âlim değildir. Rivâyete göre müşrikler, Resûl-i Ekrem’e demişler ki: Eğer sen Peygamber isen bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Evet.. İstikbâle âid bir takım şeyleri bilmek, Allah’ın ilmine havale edilmiştir. Kısacası (ve ne meyvelerden bir şey, tomurcuklarındançıkar ve ne de bir dişi, yüklü kalır ve ne de doğurur, ancak onun) O Yüce Yaratıcı’nın (bilmesiyledir) takdiriyledir, onun ilminden hiçbir şey hariç kalamaz ve onun takdir buyurmadığı hiçbir şey meydana gelmedikçe onu insanlar tamamen bilip takdir edemezler. Deniliyor ki: Bu âyet-i kerîme bir delildir ki: Müneccimler de hiçbir şeyin vücuda gelip gelmeyeceğine kat’i sûrette hükmedemezler. Onlar ancak bâzı alâmetlerden dolayı bir zan kabilinden olarak bâzı iddialarda bulunurlar, bu iddiaları bâzen isâbet eder, bâzen de isâbet etmemiştir. (ve) Ey Yüce Peygamber!. Kavmine ihtar et (o gün ki, onlara) Cenab-ı Hak’ka ortak koşanlara Allah Teâlâ kınamak için (nidâ eder ki: Nerede benim ortaklarım?.) dünyada iken bana ortak sanarak kendilerine tapmış olduğunuz şeyler şimdi nerede kaldılar?. O müşrikler de (derler ki: Sana arzettik) sana karşı bu kıyamet gününde itiraf ederek kanaatımızı bildirmiş olduk ki, (bizden hiçbir şâhit yoktur.) Senin Yüce zâtına yaratıcılık, mâbutluk itibariyle bir ortak bulunmadığı artık hepimizce bilinmiş bulunmaktadır, bunun hilâfına bir kimse şâhitlikte bulunamaz. Müşrikler, bu ifâdeleriyle o tapmış oldukları putlardan, şahıslardan berî olduklarını itiraf etmiş olacaklardır.

§ Ekmâm; Zarf, içinde bir şey konulup saklanan kav, henüz açılmamış bulunan çiçek tomurcuğu mânasına olan “küm” kelimesinin çoğuludur.

§ Ezan; da bildirmek, duyurmak ve ilân etmek mânasınadır.

48. Ve evvelce tapıp durdukları şeyler onlardan kaybolmuştur ve kendileri için bir sığınılacak yer olmadığını anlamışlardır.

48. Evet.. O kıyamet gününde artık hakikat tecellî etmiş (Ve onlardan) o müşriklerden (evvelce) dünyada iken (tapıp durdukları şeyleri) bâtıl mâbutları (kayb oluvermişlerdir.)onlardan aslâ bir fâide görememiş, onların Cenab-ı Hak’ka ortak olamayacaklarını tamamen anlamış bulunacaklardır, (ve kendileri için bir sığınılacak) Kaçıp Allah’ın azabından kurtulunulacak (yer olmadığını anlamışlardır.) Heyhât ki, artık o anlayışlarının kendilerine bir fâidesi olmayacaktır. İnsanlar, daha dünyada iken o âkıbeti düşünerek yanlış kanaatlerini ıslâh etmeli değil midirler?. Sonra pişmanlık, kusur tarafı bir fâide vermez.

§ Mehis; Makar, dönüp gidilecek yer; kaçıp kurtulacak bir mahâl demektir.

49. İnsan iyilik istemekten usanmaz ve eğer kendisine bir fenalık dokunursa hemen ümidini kesmiş, ümitsizliğe düşmüş olur.

49. (İnsan) Bu dünyada iken bir takım maddî, fâni şeylere âid isteklerde bulunur. Meselâ: Sıhhat ister, fazlaca yaşamak ister, büyük bir servete nâil olmak ister. Böylece (iyilik istemekten usanmaz) ihtiraslı bir şekilde dünyaya tâlip bulunur. Bir kere de âhireti düşünüp onu da temine çalışmalı değil midir?, (ve eğer kendisine bir fenâlık dokunursa) Bu dünyaya âid, ortadan kaldırılması mümkün, bir mûsibet, hastalık gibi ve fakirlik gibi bir ârızâ isâbet ederse (hemen ümidini kesmiş, ümitsizliğe düşmüş olur) Cenab-ı Hak’kın fazlından, rahmetinden ümidini kesmiş bir hâlde bulunur. Böyle garip bir ruh hâlinin tesiri altında kalır. Halbuki, bir insan, Kerem Sâhibi Yaratıcının lütfundan, merhametinden ümidini aslâ kesmemelidir, kendisine bir keder isâbet ederse onun bir hikmete dayalı olduğunu bilerek hemen Cenab-ı Hak’ka sığınmalıdır, kendisinin selâmete kavuşturulmasını o Kerem Sâhibi Yaratıcısından niyâz eylemelidir.

50. Ve eğer ona dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan bir rahmet tattırırsak elbette diyecektir ki: Bu, benim içindir ve zannetmem ki, kıyamet kopacak olsun. Ve eğer Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak, kendim için O’nun yanında bir iyilik vardır. Fakat O küfredüşmüş olanlara ne yapmış olduklarını elbette haber vereceğiz. Ve elbette onlara pek ağır bir azaptan tattıracağızdır.

50. (Ve eğer ona) O ârızâya uğramış olan insana (dokunan bir sıkıntıdan) nefsine âid bir ârızâdan, geçimine dâir bir sıkıntıdan (sonra tarafımızdan bir rahmet tattırırsak) o ârızâyı, o sıkıntıyı kendinden bertaraf edersek (elbette diyecektir ki, bu) eriştiğim muvaffakiyet, kurtuluş ve genişlik (benim içindir) bu benim hakkımdır. Ben buna kendi bilgimle, kendi çalışmamla nâil oldum, artık bu, benden kaybolmayacaktır, bu bana çocuk ve çocuğuma mahsus ebedî bir varlıktır (ve zannetmem ki, kıyamet kopsun) öyle bir değişmenin vukuuna ben inanmıyorum. (ve eğer Rab’bime döndürülür isem) faraza kıyamet kopar da ben Allah’ın huzuruna sevk edilir isem (şüphe yok, kendim için onun yanında bir iyilik vardır) madem ki, ben bu dünyada bu nîmete, bu servete nâil oldum, demek ki, ben âhirette de bunlara nâil olacağını, cennete kavuşacağım. Böyle gâfil, câhil, akılsız şahsına böyle bir kıymet veren kimse, böyle akılsızca bir iddiaya cür’et eder. Cenab-ı Hak ise onun bu bozuk iddiasını red için buyuruyor ki: (fakat o küfre düşmüş olanlara) Dünyada iken (ne yapmış olduklarını) nasıl inkârlarda, günâhlarda, hatalarda bulunmuş olduklarını kendilerine (elbette haber vereceğiz) onlar o vakit nasıl yanlış düşünmüş, ne kadar fenâ hareketlerde bulunmuş olduklarını tamamen anlayacaklardır, (ve elbette onlara pek ağır azaplardan tattıracağızdır) Onları ebedî şekilde cehenneme atarak onun takdirlerinin üstünde olan azabiyle kendilerine azap edeceğiz. İşte dünyadaki küfrlerinin, ilâhî nîmetlere karşı nankörlükte bulunmuş olmalarının ve bir takım bozuk iddialarda, bencilliklerde bulunmalarının ebedî cezası!.

51. Ve insana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve böbürlenir. Ve ona bir kötülükdokunduğu zaman ise artık bol bol duacıdır.

51. Bu mübârek âyetler, insanların bir hâl üzere kalmayıp nîmet zamanında da, nîmetin yok olması zamanında da başka başka vaziyetler aldıklarını bildiriyor. Allah tarafından nâzil olan bir Kur’an’a karşı inkârcı vaziyet alanların haktan ne kadar uzak bulunduklarını ihtar ediyor. O Kur’an’ın semâvî bir kitap olduğuna dâir dış âlemde ve insanların nefslerinde birçok delillerin ortaya çıkacağını ve Cenab-ı Hak’kın her şeyi görüp bildiğini ve ilmiyle her şeyi kuşatıcı bulunduğunu, o inkârcıların ise kıyametin kopmasından şek ve şüphe içinde yaşadıklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve insana nîmet verdiğimiz zaman) ondan hastalık gibi, ihtiyaç gibi şeyleri bertaraf edip kendisine sıhhat, bol geçimlik gibi şeyleri ihsân ettiğimiz vakit (yüz çevirir) ibâdetten, teşekkürden kaçınır (ve böbürlenmekte bulunur) kibirli bir vaziyet alır, yükümlü olduğu vazifeleri yerine getirmeye tenezzül etmez, (ve ona) Bilâkis (bir kötülük dokunduğu zaman ise) meselâ: Bir hastalığa bir ihtiyaca müptelâ olduğu vakit ise (artık bol bol duacıdır) o zaman Cenab-ı Hak’kı hatırlar, O’na duada, niyâzda bulunur durur, tâki o mûsibeti kendisinden açıverip gidersin. Halbuki, o mûsibetten evvel kibirli bir hâlde yaşıyor, ne Peygamberi, ve ne de ona nâzil olan Kur’an-ı tasdik etmiyor, inkârcı, bir hâlde bulunuyordu. “Neâ bicânibihi” kendi nefsiyle uzaklaşmış, olanca varlığıyla böbürlenmiş, vazifesini yapmaktan kaçınmış demektir.

§ Ariz; de çokça enli demektir ki: Bir şeyi pek çokça yapmaktan kinâyedir.

52. De ki: Bana haber veriniz! Eğer, O Kur’an Allah tarafından olmuş ise, sonra siz O’nu inkâr etmiş iseniz, uzak bir muhalefette bulunan kimseden daha sapık kim vardır?

52. Ey Yüce Peygamber!. O inkârcılara (Deki:Bana haber veriniz) fikrinizi açıklayınız bakalım (eğer O) inkâr ettiğiniz Kur’an (Allah tarafından olmuş ise) o, Yüce Yaratıcı tarafından vahy edilmiş bir kitap ise ki, onun öyle olduğu katiyyen sâbittir (sonra) siz (onu inkâr etmiş iseniz) artık siz haktan uzak düşmüş, sapıklık içinde kalmış olmaz mısınız?. Artık düşününüz!. Sizin gibi haktan (uzak bir muhalefette bulunan bir kimseden daha sapık kim vardır?.) Yâni; Ey inkârcılar!. İşte siz böyle haktan ayrılmış, onun Peygamberine, kitabına muhalefet etmiş, sapıklık içinde kalmış kimselersiniz.

53. Yakında onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde olan âyetlerimizi göstereceğiz, tâki, onlar için O’nun hak olduğu ortaya çıksın. Kifâyet etmiyor mu ki, Rabbin, şüphe yok O, her şey üzerine şâhittir.

53. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Yakında onlara) Öyle ilâhî hakikatları, Kur’an-ı Kerim gibi bir ebedî mûcizeyi inkâr eden müşriklere, câhillere (ufuklarda) yerlerin ve göklerin çevrelerinde (ve kendi nefslerinde olan âyetlerimizi göstereceğiz) eski ümmetlerin inkârları yüzünden nasıl felâketlere uğrayıp yurtlarının harap bir hâlde kalmış olduğunu ve şimdiki inkârcıların kendi başlarına ârız olacak belâları, mağlûbiyetleri kendilerine göstermiş olacağızdır. (tâki, onlar için onun) O Kur’an-ı Kerim’in veya İslâm dininin veya Hz. Muhammed’in (hak olduğu) tamamen hakikate uygun Allah tarafından indirilmiş ve bütün insanlığa gönderilmiş bulunduğu (ortaya çıksın) fazla düşünmeye hâcet kalmaksızın gözler önünde parlayıp dursun. Nitekim asr-ı saadetteki inkârcılara Cenab-ı Hak, âyetlerini, hârikalarını göstermiş, Resûl-i Ekrem’ini ve O’nun Ashâbını muvaffakiyetlere eriştirmiş, Mekke-i Mükerreme fethedilmiş, İslâmiyet ufuklara yayılmaya başlamıştır. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği ve işâret buyurduğu bir çok yaratılış eserleri de vakit vakit ilm vefennin ilerlemesi neticesinde daha güzelce anlaşılmağa başlanmış, birçok hakikatları daha fen yoluyla keşfedilmeden önce Kur’an-ı Kerim’in haber vermiş olduğu sâbit olmuştur. Artık (kifâyet etmiyor mu ki, Rab’bin şüphe yok. O) Yüce Yaratıcı (herşey üzerine şâhittir) bütün âlemlerde vuku bulan şeyleri, iddiaları görüp bilmektedir. İşte Yüce Yaratıcı, Hz. Muhammed’in peygamberliğini, mûcizeler ile kuvvetlendiriyor. Kur’an-ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu beyân ve onun yüceliğini kelâmî bir mûcize olması sûretiyle de ortaya koyuyor. Artık bu hususlarda şek ve şüpheye bir mahâl yoktur. Ne yazık ki, o inkârcılar, bunu takdir edemiyorlar.

54. İyi bil ki, şüphe yok, onlar Rab’lerine kavuşma konusunda bir şüphe içindedirler. İyi bil ki, muhakkak O, her şeyi (ilmiyle) kuşatmıştır.

54. Ey Yüce Nebi!. (İyi bil ki, şüphe yok onlar) O kâfir kimseler (Rab’lerine kavuşma konusunda bir şey içindedirler) onlar öldükten sonra tekrar hayata kavuşmayı, haşr ve neşri kıyametin kopmasını tasdik etmemektedirler. Evet. (İyi bil ki, muhakkak O) Yüce Yaratıcı (her şeyi ilmiyle kuşatandır) bütün eşyayı hâdiseleri ayrıntılarıyla bilmektedir. İnsanların mahiyetlerini, ölüp gittiklerinden sonra alacakları vaziyetlerini, ve onların bütün fiil ve amellerini tamamen bilmektedir. Artık onları yeniden meydana getirmeğe de elbette ki, kaadirdir. O inkârcıların o yanlış kanaatlerini, şek ve şüphe içinde yaşadıkları da tamamen bilmektedir. Onları o kötü itikatlarına, hareketlerine göre elbette ki, cezaya uğratacaktır. O ilk ve kudreti sonsuz olan Kâinatın Yaratıcısı’nın hikmeti, kudret ve irâdesi, bütün kâinat üzerinde tecellî edip duracaktır. Buna imânımız tamdır.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN