NUR SURESİ

31. Ve mümin kadınlara da söyle: Gözlerini sakınsınlar ve avret mahallerini muhafaza etsinler ve ziynetlerini açmasınlar, onlardan her zahir olanı müstesna ve baş örtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar ve ziynetlerini açıvermesinler. Ancak kocalarına veyahut kendi babalarına veya kocalarının babalarına veya kendi oğullarına ve kocalarının oğullarına veya kendi kardeşlerine veya kendi kardeşlerinin oğullarına veya kendi kız kardeşlerinin oğullarına veyahut kendi kadınlarına veya kendi ellerinin sahip olduğu cariyelelerine veyahut erkeklikten kesilmiş hizmetçilerine veya kadınların avret mahallerine muttali olmayan çocuklara karşı açıverilmesi müstesnâ. Ve ziynetlerinden gizledikleri bilinsin diye ayaklarını da birbirine vurmasınlar ve cümleten Allah’a tövbe ediniz, ey müminler! Tâki kurtuluşa erebilesiniz.

31. (Ve) Ey yüce Peygamber!. Ümmetinden olan (mümin kadılara da söyle) ilâhi emri tebliğ et ki, onlar da (gözlerini sakınsınlar) kendilerine bakmaları helâl olmayan şeylere bakmaktan geri dursunlar, gözlerini men eylesinler (ve avret mahallerini muhafaza etsinler) açmayıp örtsünler, gayri meşru eğilimlere meydan vermesinler (ve ziynetlerini açmasınlar) ziynet yerlerini namahrem olanlara göstermesinler, ziynet yenlerindeki küpe, gerdanlık, bilezik gibi şeyleri de ecnebilere karşı açık bulundurmaktan sakınsınlar. Çünkü bunlara bakmak, bir fitneye sebep olabilir. (onlardan) o ziynetlerden (zahir olanı müstesnâ) onların kendilerini örtmek mümkün olamayacak bir vaziyette görülmeleri, bir mazerete dayanmış olduğundan câiz bulunmuştur. Parmaktaki yüzüğün, eldeki kınanın, boyanın görünmesi gibi. Bunları saklamak, güç olduğu için bunların görünmesi herhalde memnu değildir. Bununla beraber mümkün olduğu kadar örtülmesi daha iyidir. (ve) İslâm kadınları (başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar)çarşaflarını başları üzerine örtsünler. Cahiliyet zamanında kadınlar, başörtülerini arkalarına salıvererek gerdanlıklarını diğer ziynetlerini ona buna gösterirlerdi, böyle bir vaziyet ise İslâmi terbiyeye aykırı olduğundan yasaklanmıştır. (ve ziynetlerini açıvermesinler) yani: Yüzlerinden ve ellerinden başka gerek namazda ve gerek yabancılara karşı açık bulundurulması câiz olmayan azalarını ziynet mahallerini başkalarına göstermesinler (ancak) bunların kendilerine gösterilmesi calz. olan kimseler vardır. Onlara gösterilebilir. İşte onlar şöylece beyan buyuruluyor: (kocalarına veyahut kendi babalarına) babalarının ve analarının babaları, dedeleri de bu cümledendir. (veya kocalarının babalarına) gösterebilirler. (veya kendi oğullarına) torunlarına (veya kocalarının oğullarına) veya torunlarına, yani üvey evlât ve torunlara (veya kendi kardeşlerine veya kardeşlerinin oğullarına veya kız kardeşlerinin oğullarına) bunların da oğullarına gösterebilirler. Bunların arasında zaruri olarak görüşme bulunduğu, fitne korkusu pek az olduğundan aralarında böyle bir müsaade geçerlidir. Amucalara, dayılara karşı görünmek de caizdir. Bununla beraber ziynet mahallerini bunlara karşı açık bulundurmamak daha iyidir. Tâki, kendi oğullarına tanıtmalarına bir sebebiyet verilmiş olmasın. (veyahut) bu ziynetleri (kendi kadınlarına) yani: Kendilerine sohbet ve hizmette bulunan hür, mümin kadınlara (veya kendi ellerinin sahip olduğu cariyelerine) göstermeleri de caizdir. Kâfir olan kadınlar, mânen erkek mesabesindedirler, binaenaleyh onların yanlarında müslüman kadınların elbiselerini seyunarak bütün ziynetlerini onalara göstermeleri uygun değildir. Çünku bunları kendi erkekleri yanında söylemekten çekinmezler. Bir kadının erkek olan kölesi ise bir ecnebi erkek hükmünde olduğundan ona karşı ziynet mahallerini açık bulundurmaması lâzımdır. Kendisiyle fetva verilmiş olan görüşbudur. Meğer ki, o köle, çok yaşlı biri olsun. (veyahut) o ziynet mahalleri (erkeklikten kesilmiş) kadınlara ihtiyaçları kalmamış, ihtiyar (hizmetçilerine) gösterilsin (veya kadınların avret mahallerine muttali olmayan) şehvet çağına ulaşmamış bulunan (çocuklara) karşı açıverilsin, bunlar da müstesnâdır, bunlara karşı açıverilmesi caizdir. Ancak göbekten diz kapaklarına kadar olan mahallerini kocalarından başka hiç bir kimseye açıvermemeleri lâzımdır. (ve) müslüman kadınları (ziynetlerinden gizledikleri) şeyler (bilinsin diye ayaklarını birbirine vurmasınlar) yani: Ayaklarında halhallar bulunduğunu başkalarına bildirmek için ayaklarını birbirine çarpıp durmasınlar, çünkü bu, erkeklerin nazarı dikkatini çeker, kendilerine karşı gayrı meşru bir arzu uyandırır. Cahiliyet zamanında böyle yapan kadınlar bulunmakta idi. İslâmiyet ise bunu yasaklamıştır. Böyle şüpheleri davet eden İslâm temizliğine aykırı olan hareketlerden kaçınmak lâzımdır. Ahlâki fazilet bu şekilde tecelli eder. Bir zaruret hali de müstesnadır. Meselâ: Kesin bir zarurete binaen bu yasak azalara doktorun tedavi için bakması, veya bir boğulmakta veya yanmakta olan bir kadını kurtarmak için yasak azalarına bakılması, veya zina hâdisesine şahitlik edilebilmesi için bakılmış olması caizdir. Bu, bir hayata maddî ve manevî hizmet demektir. (ve) ey müslümanlar zümresi!. (toptan Allah’a tövbe ediniz) daima Cenab-ı Hak’tan af ve mağfiret talebinde bulununuz. Çünkü insanlardan insanlık hali bazı kusurların, câiz olmayan temayüllerin, bakışların vukuu mümkündür, vâkidir. Artık daima uyanık bulunmalıdır, kusurlardan dolayı tövbe istiğfar etmelidir. (Ey müminler!.) Böyle Cenab-ı Hak’kın emrettiği şekilde hareket ediniz (tâki) bununla (kurtuluşa erebilesiniz) sizin dünyada da, ahirette de selâmet ve saadetiniz ancak bu sayede temin edilmiş olur. Evet.. Bir insan cemiyyetinin güzelce devamı, hayat intizamı,hakiki bir hürriyet içinde yaşaması, bir takım ahlâki olmayan temayüllerden, lakırdılardan, töhmetlerden korunması ve saadeti uhrevîyeye kavuşması ancak bu gibi pek mühim ve hikmet ve menfaatin kendisi olan dinî emirlere, yasaklara riayet sayesinde tecelli eder. İnsanlık için bu riayetten başka kurtuluş çaresi yoktur. Cenab-ı Hak, cümlemizi bu kutsal ahkâma riayete muvaffak buyursun Amin.. Bu mübârek âyetler de bu suredeki yedinci nevi şeri hükmü kapsamış bulunmaktadır.

32. Ve sizden olan bekârları ve kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi hali olanları evlendiriniz. Eğer yoksul oldular ise Allah onları lütfundan zengin kılar ve Allah vâsidir, alîmdir.

32. Bu mübârek âyetler, iyi hal sahipleri olan kölelerin ve cariyelerin evlendirilmelerini emrediyor, yoksul oldukları takdirde Allah’ın lütfu ile zengin olacaklarını bildiriyor. Evlenmek için halleri müsait olmayanları da ilâhi lütuf ile zengin oluncaya kadar sabredip iffetlerini korumaya devam etmelerini tenbih ediyor. Mukatebe yapmak isteyen kölelerin ve cariyelerin kendilerinde bir hayır bilinmekte ise kitabeye kayd ile kendilerine mal bakımından yardım edilmesini tavsiye ediyor. İffetlerini korumak arzusunda bulunan cariyelerin de dünya malını dileyerek zorlama ile zinaya sevkedilmemelerini ihtar ve böyle bir zorlamaya mâruz kalanları daha sonra Cenab-ı Hak’kın af edip günahlarını örteceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey ehli îman!. (sizden olan bekârları) evlendiriniz. Yani: Zevcesi olmayan erkekleri ve henüz evlenmemiş veya kocası ölmüş kadınları evlerdirmeğe gayret ediniz. (ve kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi hali olanları) da onların velileri, efendileri olan zatlar!. (evlendiriniz) bu evlenecek kimseler, (eğer yoksul oldular ise) bunlardan dolayl ümitsizliğedüşmemelidirler, çünkü Allah Teâlâ dilerse (onları lütufundan zengin kılar) rızıklandırır, bu evliliği onların haklarında geçim bolluğuna bir vesile kılmış olur. (ve Allah vâsidir) mahlûkatı için genişlik göstermeğe kâdirdir, onun nimetine, kudretine son yoktur ve (Alimdir) her şeyi hakkiyle bilir, dilediği kullarını hikmet menfaat gereğince bol rızka nâil buyurur. Bu âyeti kerime, bu suredeki sekizinci hükmü kapsamaktadır. Köleler ile cariyeler, iyi hal, ile kayıtlanmış bulunuyor. Çünkü iyi olmayan köleler ile cariyeler ise hallerini itinâ, kendilerine şefkat gösterilecek bir durumda bulunmamış olacakları için onları evlendirmeğe kalkmak, faide yerine zarar verir. Hür kimselerde ise nisbeten iyi hal galip ve kendi işlerini mallarını bağımsız olarak ifaya, idareye selâhiyetli oldukları için onlar evlenmek isteyince velilerin müsaade etmesi lâzımdır. Bu sebeple onların haklarında “iyi hal” kaydı zikredilmemiştir. Ve bu nikâh ile emir, nedb içindir, yoksa vücub için değildir. “Eyama” eymin çoğuludur. Karısı olmayan erkekler ile kocası bulunmayan bakire veya dul kadınlar demektir.

33. Evlenmeğe çare bulamayanlar da Allah kendilerini lütufundan zengin kılıncaya değin iffetlerini korusunlar ve ellerinizin sahip olduğu kimselerden mükatebe yapmak isteyenler olunca da eğer onlar da bir hayır bilmiş iseniz onları kitabete kaydediverin ve Allah’ın size verdiği mallardan onlara veriniz. Ve genç cariyeleriniz iffetlerini korumak isterlerse dünya hayatının geçici metaını dileyerek fuhşa sevketmeyiniz. Ve her kim onları zorlarsa şüphe yok ki, Allah onların zorlanmalarından sonra da çok bağışlayan, pek esirgeyendir.

33. (Evlenmeğe -çare- bulamayanlar da) nikâh için lâzım gelen mihri, nafakayı teminden âciz bulunanlar da (Allah kendi lütufundan zengin kılacağı değin iffetlerini korusunlar) zinadanve diğer haram şeylerden kendilerini korumaya çalışsınlar, Cenab-ı Hak’kın kendilerine zenginlik vereceği zamana kadar sabırdan, temizlikten ayrılmasınlar. Onların böyle iffetlice yaşamaya çalışmalarının bir mükâfatı olarak bir gün bir nimete, servete nâil olabilirler. Artık o zaman evlensinler. (ve ellerinizin sahip olduğu kimselerden) Yani: Köleler ile cariyelerden (mükatebe yapmak isteyen olunca da): Yani: bir bedel karşılığında azad edilmelerini isteyince de bakınız: Düşününüz; (eğer onlarda bir hayır bilmiş iseniz) yani: Onlarda iyi hal, emanete riayet, kitabete ait bedeli kazanıp vermelerine kabiliyet görür iseniz (onları kitabete kaydediverin) onları hürriyetlerine kavuşturmaya yardım etmiş olun. (ve) ey onların velileri, efendileri (Allah’ın size verdiği mallardan onlara veriniz) onları biran evvel hürriyete kavuşturmak için kendilerine yardım ediniz, meselâ: Kitabet bedelinin bir kısmını kendilerine bağışlayınız. Beytülmal tarafından kölelere yapılacak yardım da bu cümledendir. Bu ilâhi emir de bu suredeki dokuzuncu hükmü kapsamaktadır. (ve genç cariyelerinizi iffetlerini korumak istiyorlarsa) onlar nefislerine hâkim olup zinadan kaçınmak istedikleri halde siz de onları takdir ve korumaya devam ediniz. (dünya hayatının geçici mahm dileyerek) onları (fuhşa sevketmeyiniz) onların fuhşiyatina meydan vermeyiniz, onların sürekli olarak iffet ile yaşamalarını temine gayret gösteriniz. Onlar iffetlice yaşamak istemeyince de onları engellemeye çalışmak lâzımdır, bu halde yapılacak şey, onların zinasına müsaade değil, onları zinadan men’e çalışmaktan ibarettir (ve her kim onları) zinaya (zorlarsa) o zorlayan büyük bir günaha girmiş olur, tövbe ve istiğfar etmedikçe bu günahtan kurtulamaz. Fakat o zorlanan cariyelere gelince (Şüphe yok ki, Allah onların) o cariyelerin haklarında öyle zorlandıklarından sonra da (çok bağışlayandır)onları af eder ve günahlarını örter ve (rahimdir) onları ilâhi merhameti ile korur, cezalandırmaz. Gerçek şu ki, zorlamaya binaen muvafakat etmekde câiz değildir. Şu kadar var ki, gönülsüz olarak ağır zorlamaya mâruz kalan şahıs hakkında ilâhi aff tecelli eder. Yüce “Gafur” isminin zikri buna işareti içermektedir ve bu beyan ilâhi, bu suredeki onuncu hükmü kapsamaktadır. “Cahiliye zamanında Abdullah İbni Übeyy gibi bazı kimseler, para kazanmak için cariyelerini zinaya teşvik ederlerdi. Übeyy’in iki cariyesi Resûl-i Ekrem’e müracaat ederek bu pek çirkin hareketten dolayı şikâyette bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş böyle bir hareketin insanlığa aykırı, pek ziyade çirkin bir şey olduğunu bildirmiştir. “Kitabet” Efendi ile kölesi veya cariyesi arasında bir bedel karşılığında yapılan bir akittir. Şöyle ki: Mükellef olan bir kimsenin mükellef kölesini veya mükellef olan cariyesini onların rızalariyle bir muayyen hizmet veya muayyen bir nakdi bedel karşılığında azat etmesi demektir ki, o hizmet veya bedel ifa edilince kölelik ortadan kalkar. Kölelerin ve cariyelerin böyle kendi rızalariyle birer bedel karşılığında mükatebe yapmaları İslâm hukunca sade câiz olmakla kalmamış, belki mendub bile bulunmuştur. Emin, geçimini temine muktedir bir köle veya cariyeyi kitabete kesmek, onu hürriyete sevketmek demek olacağı cihette pek övülmüş bir muameledir. Bu sebepledir ki, kitabete başlanan bir köleye veya cariyeye kolaylık göstermek, üzerine aldığı kitabet bedelinin bir kısmını, meselâ: Üçte birini veya dörtte birini kendisine bağışlamak veya kendisine ayrıca nakden yardımda bulunmak pek güzel görülmüştür. Hattâ böyle bir yardımda bulunmak Şafiilere ve Zahirilere göre bir vecibedir. İşte İslâmiyetin hürriyeti ne kadar gerekli gördüğüne bu da pek açık bir delildir.

34. And olsun ki, size apaçık beyan eden âyetler ve sizden evvel gelip geçmişolanlardan bir mesel ve takva sahipleri için bir öğüt indirdik.

34. Bu mübârek âyet, Kur’an-ı Kerim’in taşımış olduğu üç yüce sıfatını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey İslâm ümmeti!. Mukaddes zatıma (and olsun ki) pek açık bir hakikattır ki, (size) ilâhi katımdan (apaçık beyan eden âyetler) indirdik. Bu, Kur’an-ı Kerim’in bir güzel sıfatıdır. Evet.. Kur’an-ı Kerim, dinî hükümlere vesaireye ait birçok yüce âyetleri içine almış bulunmaktadır. İnsanlığı birnice hakikatlardan haberdar buyurmaktadır. (ve sizden evvel gelip geçmiş olanlardan bir mesel) indirdik. Yani: Geçmiş kavimlerin garip, hayret ve ibret verici kıssalarına, hayat tarzlarına, kitaplarında anlatılmış hâdiselere benzer, onların emsali şeyleri de size Kur’an lisanı ile anlatmış olduk. Bu da anlattıkları hikmet dolu Kur’an’ın ikinci bir sıfatıdır. Hz. Meryem’in, Hz. Yusuf’un kıssaları bu cümledendir. (ve) bu Kur’an-ı hâkim vasıtasiyle (takva sahipleri için bir öğüt indirdik) takva sahibi olan zatlar, bundan nasihat alırlar, lâyık olmayan şeylerden sakınırlar, güzel ahlâk ile vasıflanmaya çalışırlar. İşte bu da mucize Kur’an-ı Kerim’in üçüncü bir seçkin sıfatıdır. Gerçek şu ki: Bu hikmetlerle dolu kitap bütün insanlığa hitabeder, bütün insanlık âlemine nurlar yayar, bütün insanlara en mükemmel bir selâmet yolunu gösterir. Fakat bundan hakkiyle istifade edenler, bunun nurlarından gerektiği gibi vicdanını aydınlatmaya muvaffak bulunanlar, ancak takva sahibi olan zatlardır. Yani: Cenab-ı Hak’tan korkan, onun dinî hükümlerinin yüceliğini takdir edip yücelten, gerçekten aydın olan îman sahipleridir.

35. Allah Teâlâ, göklerin ve yerin nurudur. Nurunun meseli, içinde güzel bir çırağ bulunan bir kandillik gibidir, o çırağ ise bir kandil içindedir. O kandil ise sanki bir incimsi yıldızdır, doğusu ve batısı olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulmaktadır. Onunyağı bir halde ki, kendisine ateş dokunmasa bile hemen hemen ışık verecektir. Nur üstüne nurdur. Ve Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Ve Allah Teâlâ insanlara misaller getirir ve Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.

35. Bu mübârek âyetler, ilâhiyata ait en beliğ, en parlak bir temsili içermektedir. Allah’ın nurunun bütün kâinatı aydınlıklar içinde bırakacak bir mahiyette olduğunu en açık bir temsil ile anlatmakta ve tasvir buyurmaktadır. Bu yüce nuraniyetinin en fazla tecelli ettiği yer olan mukaddes mâbetlerde ehli îmanın nasıl ibadet ve itaatle tesbih ve tehlil ile meşgul bulunduklarını beyan ve böyle manevî nimetlere kavuşmanın bir ilâhi feyz eseri bulunduğuna işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur) bunları yaratıp aydınlatan O’dur. Bunları güneş gibi, ay gibi ışıklı, nurani vasıtalarla maddeten aydınlattığı gibi göklerin melekleriyle, yer yüzünü de muhterem Peygamberleriyle, velileri ile manevî bir şekilde aydınlatmış ve tezyin buyurmuştur. Nurdan mahrum olan muhitlerde yaşamak, hayata hizmet eden şeyleri görüp elde edebilmek mümkün değildir. Allah Teâlâ, mahlûkatının tümünden kinaye olarak zikredilen göklerin, yerlerin, yani: Bütün âlemlerin icad edicisi, tanzim edicisi, idare edicisi ve aydınlatıcısı olmasa idi bu âlemlerden asla eser görülemezdi, bütün kâinat, sırf yokluktan ibaret bulunurdu. Binaenaleyh bütün gökler, yerler, bütün âlemler, yüce Allah’ın varlığına, birliğine kudret ve yüceliğinin sonsuzluğuna, yücelik nurunun bütün âlemlere yayılmış olduğuna birer şahittir. O Ezeli yaratıcının nuru, her türlü tasavvurların, yüceliklerin üstündedir. O nuru hakkiyle anlamak, onun künhüne ermek, insanlık için mümkün değildir. Ancak o kutsl nurun ebedî parlaklığın; zihinlere bir dereceye kadar yaklaştırmak mutlâk hâkim olan kerim mâbudumuz, şöyle bir temsil ile beyan buyuruyor. (nurun meseli) yüksek sıfatı (içindegüzel çırağ bulunan bir kandillik gibidir) sanki bir daireye aydınlatmak için evvelce özel şekilde yapılmış bir hücre, bir meşale bucağı bulunuyor, bunun içinde de muazzam, sabahı andıran bir çırağ parlayıp duruyor. (o çırağ ise bir kandil içindedir) o güzel meşale ise bir kandil, bir saf, temiz sırça, bir parlayan fânus içindedir, bir berrak şişe ampul içinde parıldayıp etrafa ziyalar dağıtan bir mükemmel elektrik kuvveti gibi bulunmaktadır. (o kandil ise sanki bir incimsi yıldızdır) o güzel çırağı sinesinde tutan, kandil=fanus ise sanki bir inci gibi saf, acib, parıldayıp duran bir yıldız gibidir, öyle alelâde bir kandil değil, belki hanhangi bir parlak yıldız gibidir, öyle alelâde bir kandil değil, belki harhangi bir parlak yıldız gibi son derecede parlak bir halde bulunur. (Doğusu ve batısı olmayan bir zeytin ağacından tutuşturulmaktadır.) yani: O yıldız gibi parlayıp duran kandilin içindeki güzel çırağ, o ilâhi lamba, öyle mübârek, menfaati çok bir zeytin ağacından tutuşur, her tarafa ışıklar dağıtmaya devam eder ki, o mübârek ağaç, ne doğuya, ne de batıya mensuptur, o öyle yalnız doğuş zamanında veyahut yalnız batış anında güneşe mâruz kalarak noksan şekilde gelişip büyümüş âdi bir zeytin ağacı değildir. Belki o, bütün güne güneş görmüş, doğu ve batı arasında bulunan, hakkiyle gelişip büyüyen mükemmel bir ağaçtır. Bir görüşe göre bu ağaç, Şam’a aittir. Çünkü Şam, yerin ortasında bulunmaktadır, ne doğuda ve ne de batıdadır, onun zeytin yağı pek mükemmeldir. Veya o cennete ait bir ağaçtır yahut onun gelişmesi ve neması, nur ve ışığı yalnız doğuya veya batıya mahsus olmayıp o, bütün âlemleri kapsar, mekansız bir varlık sahibidir. Denilebilir ki, o, anlaşılmasını bir dereceye kadar kolaylaştırmak ve zihne yaklaştırmak için elektrik cereyanı gibi bir kuvvetle temsil edilebilecek güzel, akıcı, mahiyeti bizce görülmeyen bir kudret harikasıdır. (onun yağı bir halde ki, kendisineateş dokunmasa bile hemen ışık verecektir.) Evet.. O mübârek ağacın yağı, meyvesinin yanıp parlayan usaresi, bir haldedir ki, kendisine ateş başlar, başkasının ateş tutuşturarak yandırmasına ihtiyaç göstermiyecek bir mahiyettedir, daima ışık yaymaya yakın, hazır bulunur. Kur’an-ı Kerim, bu beliğ beyaniyle, iniş tarihine göre keşfi geleceğe ait olan elektirik kuvvetinin hususi vasıflarını tasvir etmiş gibi bulunmuyor mu?. Bu da Kur’an’ın mucizelerinden sayılmaya lâyık olsa gerek!. (Nur üstüne nurdur) o, öyle sınırlı bir nur değil, kat kat, katmerli bir ışık kitlesidir, bir aydınlık kaynağıdır. İstenildiği kadar artar ebedî bir ışık ve berraklık mecmuasıdır. Malûmdur ki: Eşyanın tam manasıyla ortaya çıkması ve görülmesi zıtları ile olur. Karanlıklar arasında parlayan muazzam bir çırağın, nuru, kendi varlığını hakkiyle hissettirir, muhitindeki karanlıkları açarak kendi varlığındaki faideleri açıkça göstermiş olur. Karanlıklarla birlikte olmayan bir nur, bir ışık ise bu üstün varlığını öyle herkese hissettirmiş olmaz. İşte ilâhi nur da şüphesiz sapıklık karanlıkları arasında parlayıp onları yok ettiği için güneşin vesair parlak cisimlerin nur ve ışığıyla temsil buyrulmayıp muazzam bir lambanın nuru ile temsil buyrulmuştur. Bununla beraber bir lamba ile temsil buyurulmuştur ki, onun fânusu bile parlak yıldızlar gibi parlak bulunmaktadır. Ve o, öyle boş bir fezada değil, binlerce müminin secde yeri olan kutsî mâbetlerde parlayıp durmaktadır. Artık onun zatındaki aydınlığın, aydınlatmak özelliğinin azametini düşünmeli!. Özet olarak: Allah’ın nuru, her şeyin üstündedir, onu kabiliyeti olan gözler görür, uyanık kalpler sezer, hidayete nâil olan zatlar kavramaya muvaffak olur. Evet.. (ve Allah Teâlâ nuruna dilediğini kavuşturur) aradan karanlık perdeleri kaldırarak istediği mutlu kullarını o nura erdirir, bu sahada bir hakkı hak ile görme tecellisine buyurur. Yoksa böylebir hidayet ve yardım bulunmadıkça o âlemleri kapsayan nurun karşısında gözler kamaşır, sapık ruhlar, birer yarasa kesilerek o ilâhi nuru inkâra cür’et gösterir durur. (ve Allah Teâlâ insanlara misaller getirir) bir takım hakikatları, aklî ve manevî varlıkları, anlaşılmalarını kolaylaştırmak için maddî, alışılmış hâdiselere, varlıklara benzetme yoluyla beyan buyurur. Ta ki, insanlar gözlerini açsın, selim yaratılışı üzere hareket etsin, hidayete kavuşmak için kabiliyetli bir halde bulunsun. (ve Allah Teâlâ her şeyi hakkiyle bilendir.) onun ezeli ve ebedî olan ilmi, her şeyi kuşatmıştır, onun ilminde hiçbir şey hâriç kalamaz. O yüce yaratıcı, kullarının yeteneğini, eğilimini, fiillerini ve hareketlerini tamamen bilir, onların uyanmalarına vesile olacak şekilde ilâhi ayetlerini gözler önüne serer, nurunu, kudret ve azametini temsil yoluyla beyan ederek kendilerini hidayet ve saadet yoluna davet buyurur.

36. O kandillik birnice evlerde ki, Yüce Allah, o evlerin yükseltilmesine ve içlerinde mübarek isminin zikiredilmesine izin vermiştir. O evlerde kendisi için sabahleyin ve akşam üstleri tesbihle bulunurlar.

36. İşte o bilen ve ezeli olan mâbudumuzun hikmet ve ilâhî nurunun misali olan o kandillik ve lamba, bakınız ne kutsî yerlerde bulunmaktadır: (birnice evlerde) yani mescitlerde (ki, yüce Allah o evlerin) o ibadethanelerin maddeten ve mânen (yükseltilmesine) yüce tutulmalarına, saygı gösterilmelerine (ve içlerinde) mukaddes (isminin zikredilmesine izin vermiştir.) Evet.. O ibadethaneler daima yüce, daima hürmetsizce hareketlere, lakırdılara mahal olmaktan uzak olup her zaman müslümanların birer ulu secde yeri bulunmaktadırlar. (o evlerde), o mübârek mâbetlerde (kendisi için) Allah Teâlâ’ya mahsus olarak (sabahleyin ve akşam üstleri) yani: Bütün namaz ve niyâz vakitlerinde(tesbihte bulunurlar) o yüce mabûdu takdis ve tenzihe devam eder dururlar. “Bu âyeti kerime, mescitlerin muhterem tutulmalarının gereğine ve yüksek” muazzam bir tarzda yapılmalarını övülmüş olduğuna bir delildir. “Buyut” kelimesi, beytin çoğuludur. Beyt ise lügatte ev, ikametgâh demektir. Bu âyeti kerimedeki buyuttan maksat ise mescitlerdir. Bunlar birer manevî nur ile ziyadece aydınlanmış bulunmaktadırlar. Bazı zevata göre bu buyut ile maksat, Allah’ın izni ile yer yüzünde Peygamberler tarafından yapılmış, değerleri yüceltilmiş olan dört mübârek mescittir. Biri Kâbe-i Muazzamâdır ki, bunu İbrahim ve İsmail Aleyhimesselâm yapmışlardır. İkincisi: Beytülmukaddesdir ki, bunu da Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâm yapmışlardır. Üçüncüsü ile dördöncüsü de: Mescidi.. Kuba ile Mescidi Medinedir ki, bunları da bizim yüce Peygamberimiz tesis buyurmuştur.

37. Birçok erler ki, onları ne bir ticaret ve ne de bir alım satım Allah Teâlâ’nın zikrinden ve namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin muzdarip olacağı bir günden korkarlar.

37. Evet.. O kutsal mescidlerde daima ibadette, tevhit ve tesbihte (birçok erler) bulunurlar (ki, onları ne bir ticaret ve ne de bir alım satım Allah Teâlâ’nın zikrinden ve namazı hakkiyle kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz) o ibadet eden, takva sahibi kullar, ya hallerine kanaat ederek zahidane bir hayat geçirirler, daima ibadet ve taatle uğraşır dururlar, yahut hem dinî vazifelerini yaparlar, hem de meşru şekilde ticaretleriyle, alış verişleriyle meşgul olurlar, bu dünyevî meşguliyetleri, kendilerini dinî vazifelerine engel olmaz, dünya varlığı kendilerini dinî vazifelerine engel olmaz, dünya varlığı kendilerini ahiretten gafil bırakmaz, malî vebedeni ibadetlerine de aldanıp durmazlar. Belki (onlar, kalplerin ve gözlerin muztarip) ve allak bullak (olacağı bir günden) kıyamet gününün mesuliyetinden (korkarlar) Allah korkusu ile titreyen kalpleri, kendilerini daima zikir ve fikre sevkeder, onları gâfil bulunmazlar, daima korku ve endişe üzere uyanık birhalde bulunurlar.

38. Tâki, Allah Teâlâ onlara amellerinin en güzeli ile mükâfat versin ve onlara ziyadesini de kendi kereminden ihsan buyursun ve Allah Teâlâ dilediğini hesapsız derecelerde merzuk buyurur.

38. (Tâki, Allah Teâlâ onlara amellerinin en güzeli ile mükâfat versin) amellerindeki kusurlarını gidersin, kendilerini amellerini en güzel mükâfatına erdirsin. (ve onlara ziyadesini de kendi kereminden) lütuf ve ihsanından (versin) onların güzel amellerini kat kat iyilikle karşılasın, kendilerini hatır ve hayale gelmedik nimetlere muvaffak kılsın. O kerem sahibi mâbudumuzun lütuf ve ihsanının sonu mu vardır?. (ve Allah Teâlâ dilediğini hesapsız derecelerde rızıklandırır) onu maddî ve manevî nice lütuflara kavuşturur. Onun lütuf ve keremi, her türlü tasavvurların üstündedir. Binaenaleyh kulların vazifeleri de ilâhi nur sayesinde hareket sahasını aydınlatarak saadet yollarını tâkibetmektir, o kerem ve merhamet sahibi olan Hak Teâlâ Hazretlerinden aflar, lütuflar niyâz ederek o mukaddes ezeli mâbudun şeref ve yücelik huzuruna işlerini, bütün varlıklarını terk eylemektir. Bundan başka selâmet çaresi yoktur. “Bu âyeti kerime hakkında bazı yorumlar: Değerli tefsircilerden bazılarına göre “Meselü nurihî..” âyeti kerimesindeki nurdan maksat: Ya Kur’an-ı mübindir, veya dinî İslâmdır veya Resûl-i Ekrem’dir veyahut müminlerin kalplerinde parlayıp duran bir îman ve hidayet, bir ibadet ve itaat nurudur. Şöyle ki:

1. Bir kere şüphe yok, Kur’an-ı Kerim, elbette bir ilâhî nurdur.

Nitekim:  ve size apaçık bir nur indirdik (Nisa, 174) âyeti kerimesi de bunu söylemektedir.

Mushafları süsleyen, kalpleri aydınlatan Kur’an-ı Kerim, Hak Teâlâ’nın vahyine dayanan, Allah kelamı olmakla pek kutsî pek mübârek bir varlığa sahiptir. Bu hikmet sahibi kitabın âyetleri öyle doğu ve batı eseri değildir. Zaman ve mekândan münezzeh olan yüce Allah’ın kelâmıdır. Bu âyetlerin hükümleri yalnız doğuya ve yalnız batıya değil bütün insanlık âlemine yöneliktir. Bu semavî kitabın ihtiva ettiği hakikatlar, hikmetler şerh ve tefsir edilmese bile gözler önünde olanca açıklığı ile, olanca nurluluğu ile parlayıp duracak bir vaziyettedir. Bu, bir nurlar, feyzler, mucizler mecmuasıdır. Artık böyle kutsî, mübârek ilâhî bir kitaba kavuşmak, şüphe yok ki bir hidayet eseridir.

2. Dinine gelince bu da muhakkak ki, ilâhî bir nurdur. Nitekim: “O öyle bir Allah’tır ki, size rahmet eder, melekleri de hakkınızda mağfiret diler. Tâki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın, yani: Siz küfür ve günah karanlıklarından kurtararak îman ve itaat nuruna, İslâmiyet’in ebedî feyizlerine mazhar buyursun. O kerim mâbut, müminlere çok merhametlidir” (Ahzab/43) mealinde bulunan”  âyetikerimesi de bunu bildirmektedir. Evet.. İslâm dinî, bir nurdur, onun semavi varlığı Arap yarımadasından parlamaya başlayıp azbir zaman içinde yer yüzününün birçok parçalarını aydınlatmaya muvaffak olmuştur. Bu makaddes dinin koruyucusu, Allah Teâlâ’dır tebliğcisi de son peygamber efendimizdir. Bu bir fıtri ve umumi bir dindir, bunun hitabeleri yalnız doğuya, yalnız batıya ait olmayıp bütün insanlık âlemine yöneliktir. Bu mübârek dinin yüce mahiyeti o kadar aydınlık, o kadar açık, o kadar hikmetlidir ki, bunu isbat için delile bile ihtiyaç yoktur. Bu, nurlar kaynağıdır, bütün esasları, bütün hükümleri birer nurdur, birer hidayet meşalesidir. Artık böyle yüksek hakiki bir dine kavuşmak, ne büyük bir hidayet eseridir, ne muazzam bir ilâhi yardım neticesidir!. Bunu düşünmeli!.

3. = Nurunun meseli” nazmı kerimindeki nurdan maksat, Resûl-i Ekrem, sallallahu aleyhi vesellem olduğuna göre (kandillik) o yüce resûlün temiz, güzel, mübârek görüşlerinden kinayedir. (Kandil) den maksat, onun nurlu, tertemiz, mübârek kalbidir. (çerağ)dan maksat da sahip oldukları peygamberlik ve risalettir. (mübârek ağaç) dan maksat da nâil bulundukları peygamberlik zinciridir ki, tâ İbrahim Aleyhisselâm’da son bulmaktadır. = Onun yağı neredeyse ışık verecektir) mübârek sözünden maksat da Resûl-i Ekrem’in peygamberlik risaletinin tam manasiyle zahir, apaçık olmasıdır ki, diyelim kendisi bir yüce peygamber olduğunu söylemese bile bütün vasıfları ve davranışları, bütün fıtri güzellikleri ve olgunlukları kendisinin bir yüce Peygamberi olduğunu âleme karşı göstermeğe kâfidir. = Doğu ve batısı olmayan) mübârek sözü de Resûlullah’ın ibadetlerinde batıya yüz çeviren Yahudilerden ve doğuya yüz döndüren Hristiyanlardan uzak olup hanif, müslüman, Allah’ın Ka’besine yönelmiş, yüksek bir mertebeye sahip, olduğuna işarettir. = Mübarek bir ağaçtan tutuşturulmaktadır.) yüce sözündeki mübârek ağaçtan maksat da İbrahim Aleyhisselâmdır ki, Fahri âlem efendimiz, o yüce peygamberin neslinden meydana gelerek insanlık âlemini nurlar içinde bırakmıştır. = nur üstüne nur) dan maksat da Resûl-i Ekrem’in zatındaki peygamberlik ve asalet nuru ile büyük pederleri Hz. İbrahim’in ve Hz. İsmail’in zatlarındaki peygamberlik ve asalet nurlarından ibarettir ki, bunlar birbirine katılmış, son peygamber efendimiz bütün bu kat kat nurlara mazhar olmakla yükselmiştir.

= Allah nuruna dilediğini kavuşturur). Yüce nazmından maksat da Hak Teâlâ’nındilediği herhangi bir mutlu kulunu Resûl-i Ekrem’in yoluna sevkedip onun peygamberlik nurundan istifade ettirmesi onun mukaddes dininine tâbi olmakla başarı ve kurtuluşa nâil buyurmasıdır. Nitekim diğer bir âyeti kerime de Resûl-i Ekrem Efendimize “siracı münir” denilmiştir ki, parlak, etrafı aydınlandıran çırağ mânasınadır.

4. = Nurunun meseli) mübârek nazmındaki nurdan maksat, müminlerin kalplerindeki îman ve hidayet, ibadet ve itaat nuru olduğuna göre de (kandillik) maksat, herhangi bir müminin temiz nefsidir, (kandil) den maksat, saf sinesidir. (Çerağ)dan maksat, kalbindeki parlayan îman ve Kur’andan ibarettir. (mübârek ağaç) dan maksat da yalnız Allah Teâlâ’ya olan ihlâstır. (doğusu ve batısı olmamasından) maksat da müminin bir takım hâdiselerin doğması ve batmasından etkilenmeyip kendi istikametini, kendi diyanetini, kendi güzellik ve temizliğini korumaya muvaffak olmasıdır. Bir halde ki, rızıklanınca şükreder, müptelâ olunca sabr eder, hükmedince adalete riayet eder, söyleyince de doğru söyler. = Onun yağı nerede ise ışıklandırır.) Yüce nazmından maksat da müminin kalbi durumunu beyandır ki, kendisine telkin edilmese bile hak ve hakikatı bilip anlayacak bir kabiliyette olur, sahip olduğu selim bir yaratılışla birçok meseleleri ve yüksek fikirleri anlamaya hazır, keşfe muvaffak bulunur. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Müminin ferasetinden sakının, çünkü o, Allah’ın nuriyle bakar” buyurulmuştur. “Nurün alâ nur”= (Nur üstüne nur) yüce sözünden maksat da müminin nurlar içinde yüzmesidir. Şöyle ki: Olgun bir müminın sözünurdur, işi nurdur, gireceği yer nurdur, çıkacağı yer nurdur, kıyamet gününde gideceği yer de nurdur. Böyle bir müminin kalbi nurlar merkezidir, bir hidayet kaynağıdır, her dinî eseri, her ilâhi hükmü görüp işittikce kalbindeki îman ve hidayet nurları artar durur. İşte bütün bu nurlara nâil olmak, bir ilâhî hidayet eseridir. Ne mutlu bu nurlara mazhar olanlara!.

Ayetünnur ile gayr oldu gönüller nura,

Döndü îman dolu her sine mukaddes tura.

“Bu âyeti kerimeden alınacak dersin özeti: Allah Teâlâ Hazretlerinin nurundan maksat, gerek bizzat birliğinin nuru olsun, gerek Kur’an-ı Kerim olsun ve gerek Resûl-i Ekrem Efendimiz ile müminlerin kalplerindeki îman ve İslâm nuru olsun, bundan şu hakikat çıkmaktadır ki: Bütün kâinatın hakiki hayatı, bu nur ile kaimdir. Bu bir ilâhi, kutsi nurdur. Öyle ilâhi bir nur ki, bütün insanlık âlemi için yegâne bir hidayet ve saadet meşalesidir. İnsanlar için yaşamak, doğru yolu görüp tâkibetmek, maddî ve manevî muvaffakiyete ermek için en birinci, en zaruri olan rehber, bu ilâhi nurdan başka değildir. Bu ilâhî nurun parlaklığını, kutsallığını tasvir için âciz, fâni lisanlar, kalemler yeterli olmaz, bu ilâhi nurun yüceliği, beyanı mucize olan Kur’an-ı Kerim’in lisanından temsil şeklinde şöyle anlaşılmaktadır. Binlerce ehli îmanın bütün gün secde yeri olan, birnice Allah adamlarının tesbihleriyle, tahlilleriyle süslenen muazzam mâbetlerinden herhangi birindeki bir kandillik içine konulmuş güzel bir lamba, parlak bir çırağ, düşünülsün ki billur bir kandil, parıldayan bir yıldız gibi saf bir fânus içinde parlayıp etrafı aydınlatıyor, doğuya ve batıya mensup olmayan fevkalâde bir zeytin ağacından meydana gelen yağı, kesintisiz parlamaya hazır, etraf o ışıkları yayması için ateşe temas ihtiyacından uzak, bizzat aydınlatmaya yetenekli, kat kat nur,aydınlığına son yok. İşte ilâhi, manevî nurun hâricî bir timsali!. Artık insan böyle bir nura can atmaz mı?. Böyle kutsî bir nurdan hakkiyle istifade etmek istemez mi? Bu mübârek nura kavuşmak içinse Allah Teâlâ’ya sığınmaktan başka çare yok. Çünkü Allahu Azimuşşan, bu mukaddes nura yalnız dilediği mutlu kullarını kavuşturur, muvaffak eder. Onun nurundan mahrum ettiği kimseler için artık nur bulunamaz. O mutlak hükümdarın dalâlete düşüreceği kimseler için artık hidayete erdirecek mevcut olamaz. Evet.. Kendi fıtretini, kendi iradesini kötüye kullananlar böyle bir cezaya çarpılacaklardır. O halde insan, daima hakka yönelmeli, daima kerem ve hikmet sahibi olan mâbuduna yalvarmalı, daima aslî yaratılışını korumaya çalışıp üzerine düşen vazifelerini ifaya gayret etmeli, ve bu hususta muvaffakiyete ulaşmak için mukaddes yaratıcısının yardım ve korumasına sığınmalıdır ki, dünyada da ahirette de hidayet ve kurtuluşuna vesile olan bu ilâhi nura nâil olabilsin. Yarabbi!. Ya ilâhi!. bizleri bu ebedî, kutsî nuruna mazhar olan seçkin kullarının zümresine kat. Peygamberlerin efendisinin hürmetine duamızı kabul buyur. Hamd sana mahsustur, ey âlemlerin Rabbi!.

“Bu âyeti kerimedeki bazı kelimelerin izahı:

1: “NUR” lügatte ışık, aydınlık mânasınadır ki, eşyanın gözlere görünmesine sebep olur. Nur, güneş, ay, ateş gibi ışıklı, parlak cisimlerden diğer karanlık cisimlere yansıyıp yayılarak bir kısım görülmesini temin eder, kendisi de göz ile görülebilen maddî, seyyal bir cisim veya bir keyfiyettir. Bu, maddî ve cismani bir nurdur. Bir de göz ile görülemeyen, kalb ile sezilip anlaşılan manevî bir nur vardı ki, bir kısım ilâhi varlıkların, bir takım kutsî mahiyette bulunan zatların taşımış oldukları manevî aydınlıktan, aydınlatmak hassasından ibarettir, bununla hakikatlar meydana çıkar. Bu, nur, ebedî hayat için bir hidayet meşalesidir, bununlatakibedilecek saadet yolları açılıp görülür. Allah Teâlâ’ya nur denilebilir mi?. Bunda ihtilâf vardır. Mamafih lügat mânası itibariyle “NUR” denilemiyeceği şüphesizdir. Çünkü bu mânaca nur, yaratılmıştır, kendisi görülür ve görme vasıtası olur, fakat kendisi göremez. Bir de bu nur, cisim olsun, cisim ile kaim bir keyfiyetten ibaret bulunsun herhalde bülünmesi, parçalanması, yok olması mümkündür, yoğun buhar cisimler ile kaim olmaya bağlıdır, zaman ve mekâna muhtaçtır ve birçok nevilere ayrılıp mahiyetleri birbirine benzemektedir. Yüce Allah ise yaratıcıdır, ezelidir, ebedidir, cisim olmaktan, bülünmekten, yok olmaktan, ve mekâna ihtiyaçtan yücedir ve hiç bir şeyin dengi ve benzeri değildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya nur denilmesi mecazdır veya bir teşbihi beliğ kabilindendir. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri nur sahibidir, kâinatın yaratıcısıdır, tanzim edenidir, aydınlatanıdır, hidayete erdirendir. İşte bu gibi itibarlar ile mukaddes zatına nur denilmesi câiz görülmüştür. Nitekim adaletle, lütuf ve keremle vasıflanmış bir zata âdil, kerim, cömert yerinde sebebiyet ve mazhariyet gibi bir alâka ile adl, kerem, cud denilmesi adettir. Kur’an-ı Kerim, Arab lisanı üzere nazil olmuştur. Kur’anda nur denilince bunun en evvel sözlük mânası hatıra gelir, bu itibar ile bu âyeti kerimede nurdan ilâhi maksadın ne olduğunda değerli müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. Bu cümleden olarak bu nurun, aydınlatan, hidayete erdiren, idare eden, tanzim eden, bilen, ortaya çıkaran veya nur sahibi manasında olduğu görüşünde olanlar vardır. Bu halde “Allah göklerin ve yerin nurudur” demek, gökleri ve yeri aydınlatandır, hidayete erdirendir, idare edendir, tanzim edendir, bilendir, orataya çikarandır veya nur sahibidir demek meâlindedir. “Meselü nuruhi= Nurunun meseli” yüce nazmındaki nurun, Allah’ın zatına izafesi de bunu göstermektedir. Çünkü gramerde tamlayanın tamlanandan başkaolduğu malûmdur. Fakat İmamı Gazali gibi bir kısım tasavvuf ehhine göre hakikt nur ancak Allah Teâlâ’dır. O en yüce nurdur, bizzat mevcuttur, anlayıcıdır, görendir, kâinatın yaratıcısıdır, aydınlatıcısıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ’ya nur denilmesi, bir hakikattir. O ezeli nurun feyz ve lütufuyla yaratılıp maddî varlığa, bir aydınlığa, bir aydınlatma özelliğine sahip olan fâni nurlara nur denilmesi, bir hakikattir. O ezeli nurun feyz ve lütufuyla yaratılıp maddî varlığa, bir aydınlığa, bir aydınlatma özelliğine sahip olan fâni nurlara nur denilmesi ise bir mecazden başka değildir. Sadeddini Kunevî de diyor ki: Hakiki nur ile başkaları görülüp idrâk olunur, kendisi ise idrâk edilemez. Çünkü o nur, nisbetlerden izafetlerden soyutlaşması hasebiyle hakkın zatının aynıdır. Bunun içindir ki, Resûl-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem Hazretleri: “Rabbini gördün mü” sualine cevaben “nurünrahü =bir nurdur, onu nasıl görebilirim” diye buyurmuştur. Ruhulbeyan sahibi de diyor ki: “nur” esmai hüsnadandır. Allah Teâlâ’ya nur denmesi hakikattir, mecaz değildir, nurlandıran mânasınadır. Bununla beraber nur lâfzı, bazı kıraatlara göre münevvir olarak okunmaktadır.

2: “Semavat” gök, üst taraf mânasına olan “sema” lâfzının çoğuludur. Kur’an-ı Kerim’in beyan ettiği semavat, muhtelif katlardan meydana gelmiş, bugünkü astronomi ilminin keşfi dairesinden yüce bir kısım muazzam âlemlerden ibarettir ki, bunlar melâikei kiramın karargahı, ilâhi kudretin birer tecelli ettiği yer olarak bulunmaktadır, göklerin yükseldiği, genişliği, onlardaki mahlûkatın çokluğu, azamet ve ihtişamı, temizlik ve mukaddesliği bizlerin tahmin edeceğimiz mertebelerden milyonlarca kat daha büyüktür. Yalnız dünya semasını bezeyen güneşin, ayin, yıldızların büyüklüklerini, ışıklarını, aralarındaki binlerce senelik mesafelerini, özellikle samanyolu denilen yıldızlar manzumesini teşkil eden hesapsız büyük yıldızların birer âlem olduğunudikkate almak, Allah’ın mülkünün büyüklüğünü düşündürüp insanları hayretlere düşünmeğe yeter. Yer küresinin üstünde yedi kat göklerin bulunduğunu çeşitli âyetlerde beyan buyurmaktadır.

3: “Arz” Yer yüzü, yer küresi, insanlığın geçici yurdu, göklere göre küçük bir saha ki, böyle nisbeten küçüklüğü ile beraber binlerce, milyonlarca harikaların, kudret, eserlerinin bir teşhir yeri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, yüce hükümdar olan Allah Teâlâ Hazretleri bizim gözlerimizi daima göklere çevirmemizi istediği gibi yere de çevirmemizi istemiştir. Allah’ın nurunun birer tecelli yeri olan bu âlemlerden bir uyanma dersi almamızı tavsiye buyurmaktadır.

“Olanlar feyzyâbi intibah âsarı kudretten”

“Alırlar hissei ibret, temaşayı tabiattan”

4: “Mişkât=kandillik” bir odanın, bir salonun, bir toplantı yerinin, bir mâbedin muayyen bir tarafında hazırlanmış olan hususi bir pencereden, arkası kapalı bir hücrecikten ibarettir ki, orada kandil, lamba, elektirik ampulü gibi bir şey konulur, onun dağılacak ziyalariyle gecenin karanlığı aydınlığa dönüştürülmüş olur.

5: “Misbah=lamba” çırağ, kandil fitilesi, elektirik lambası gibi ışık saçan güzel, lâtif bir meşale, bir aydınlatma âleti ki, bu sayede gecenin karanlığı açılır, etraf aydınlanır, nurani bir sabah yüz göstermiş gibi olur.

6: “Zücace” Sırça, billur kandil, kalın kenarlı camdan yapılmış fânus, şeffaf, içindekini gösterir, parlak bir zarf, safiyetin, samimiyetin, kalb nuraniyetinin bir harici timsali. Kandillik denilen yerde böyle billur bir fânus içinde bulunan bir çırağın ışığı, karşılıklı yansıma ve kırılma kanunları gereğince kat kat artar, lüzumsuz taraf o dağılmadan korunmuş olur, istenen tarafları kuvvetli bir tarzda aydınlatır durur.

7: “Dürriye”; İncimsi bir şey, inci gibi makbul, saf bir madde, parıltısıyla, temizliği ile gözleri kamaştıran manevî bir varlık. Malum olduğu üzere yıldızlar, gezegen ve sabite kısımlarına ayrılmıştır. Müşterî, Zühre, Mirrih, Zuhal, Utarit birer parlak gezegendir. Bunlara “beş inci” denir. Sâbitler de kendilerine mahsus, açık titreşimli birer nur merkezidir. Bu sebeple bunlardan her biri bir “incimsi yıldız”dır. Binaenaleyh âyeti kerimedeki kandil, bunlardan herhangi birine benzetilmiş demektir.

8: “Hidayet” Hüda, doğru yola gidiş, hakka kavuşma, doğru yolu gösterme ve irşat; Allah Teâlâ’nın kullarına ait fiilleri, amelleri kendi ilâhi rızasına muvafık bir halde vücude getirmesi, Hak Teâlâ’nın gösterdiği doğru yolu takibederek ebedî saadete kavuşmak demektir. Bu son manâdaki hidayete, ihtida da denilir.

9: “Gudüv”; Bir işe sabahleyin başlamak mânasında olup “gedat” yerinde kullanılmıştır. Gedat ise sabah namazı vakti, tan atmasından güneşin doğmasına kadar olan vakittir.

10: “Asal” ikindiden akşama veya yatsıya kadar olan vakit manâsına gelen Aslın çoğuludur, “aşiyy” gibi. Bununla beraber an vaktinden başka namaz vakitlerine de kullanılır ki, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerini kapsamaktadır. “Gudüv” vün tekil, “asal”ın çoğul olarak zikredilmesi de bunu göstermektedir. Binaenaleyh bu iki tâbir ile farz namazların beş vaktine işaret buyrulmuş oluyor.

39. Kâfir olanların amelleri ise bir engin çöldeki bir serap gibidir ki, susamış kimse onu bir su sanır, nihayet ona vardığı zaman onu bir şey olarak bulmamış olur. Ve amelinin yanında Allah’ı bulmuş olur. O da hisabını tamamen ifa etmiştir ve Allah hisabı sür’atle görücüdür.

39. Bu mübârek âyetler de kâfirlerin pek karanlıkca olan hallerini ve pek fecî olacak âkibetlerini pek hayret verici bir misâl ile tasvir ediyor, onların nasıl şiddetli azaplara tutulacaklarını, onların hidayet nurundan mahrum olduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Müminlerin pek nurlu halleri, gelecekleri yukarıda gösterilmiş bulunuyor (kâfir olanların amelleri ise) bilakis pek karanlıklıdır, pek faidesizdir, bilakis büyük bir felâkete götürücüdür. Evet.. Kâfirlerin amelleri (bir engin çöldeki serap gibidir) onların karanlık halleri müminlerin aydınlanmış hallerinin tersinedir. Öyle (ki, susamış kimse onu bir su sanır) ziyadesiyle susuzluk harareti içinde kalmış bir şahıs, o serabi, o karşısında su gibi görülen hayali, su sanarak ona koşan, (nihayet ona vardığı zaman onu) o su gibi parıldayan hayali (bir şey olarak bulmamış olur) onun bir kuru hayalden ibaret olduğunu anlamış bulunur (ve) o seraba koşan bir kâfir (amelinin yanında Allah’ı bulmuş olur) yani: Allah Teâlâ’nın muhasebesine tâbi olmuş, onun cezasına uğramış bulunur (O da) o hikmet sahibi yaratıcı da (ona) o kâfire (hesabını tamamen ifa etmiştir) amellerinin cezasını tamamen vermiş olur (ve Allah hesabı süratle görücüdür) cezaya lâyık olanları derhal cezaya kavuşturur. İşte kâfirler de cezalarına kavuşacaklardır. Onların dünyadaki varlıkları, servetleri, çalışmaları yarın ahirette kendilerine faide verici olamıyacaktır. Onlardan istifade edemiyeceklerdir. “Serap”; Gündüzün sıcak günlerinde ıraktan su gibi görünen ve ışığın yarışmasından ileri gelen hayaldir. (Bekia) Açık, yayılmış, düz, her tarafı aynı durumda olan yer yüzü demektir.

40. Yahut onların amelleri bir derin denizdeki karanlıklar gibidir ki, o denizi bir dalga vurur, üstünden bir dalga bir bulut ihata eder. Bunlar birbiri üstünde olan zulümetlerdir. Eliniçıkardığı zaman onu görmeğe yaklaşamaz. Ve her kim için ki, Allah bir nur nasib kılmamıştır, artık onun için nurdan bir şey yoktur.

40. (Yahut) o kâfirlerin çirkin amelleri (bir derin denizdeki karanlıklar gibidir ki, o denizi bir dalga bürür) onu tamamen kaplar, örter, o dalgayı da (üstünden) diğer (bir dalga) kaplar. Onun (üstünden) de (bir bulut) ihata eder, karanlık bir bulut havayı kaplar, yıldızların bile görülmelerine mâni olur. Bütün bunlar (birbiri üstünde olan karanlıklardır) böyle üç nevi karanlık, birbirini kaplamış bulunur ki: Bunların biri, denizin karanlık olmasıdır. İkincisi: Dalgaların karanlıklı bulunmasıdır. Üçüncüsü de bulutun karanlığı artırıcı bir manzara teşkil etmesidir. Bir haldeki, böyle müthiş bir hâdise karşısında kalan kimse (elini çıkardığı zaman onu) o elini bile (görmeğe yaklaşamaz) onu görmek değil, görmeğe yaklaşmış bile olamaz, o kadar karanlık, her tarafı kaplamış bulunur (ve her kim için ki, Allah bir nur) bir hidayet, bir dine muvaffakiyet nasip (kılmamıştır) yani: Hangi bir şahıs ki, o şahsın kendi yarattığını ibtâl, iradesini kötüye kullanarak ilâhî dine aykırı cereyanlara tâbi bulunmuş olduğundan dolayı onu hidayet yolundan mahrum bırakmıştır. (artık onun için nurdan bir şey yoktur) artık o asla nurlanmış olamaz ona hiçbir kimse hidayet edici bulunamaz, o ebediyyen karanlıklar içinde kalmış, ebedî azaba lâyık bulunmuş olur. İşte küfrün müthiş sonu! Kısaca: Bu mübârek âyetler, kâfirlerdeki manevî karanlıkları, üç nevi maddî karanlıklar ile temsil buyurmaktadır. Denizlerin karanlığı, dalgaların karanlığı, bulutların karanlığı birer maddî karanlıktır, eşyanın gürülmesine birer engel teşkil etmektedirler. Kâfirlerin ise kalplerinde inanç karanlığı vardır. Sözlerinde hakka muhalefet karanlığı vardır, amellerinde de ilâhî hükümlere muhalefet karanlığı vardır, bunlar da birer mânevî karanlıktır. Artık bu karanlıklar da o kâfirlerin bir takım harikaları görmelerine, bütün kâinatın birer hal lisanı ileCenab-ı Hakkı tevhit ve tesbihte bulunduğunu işitip anlamalarına birer engel teşkil etmiş bulunmaktadır: Onun içindir ki, İslâmiyet gibi nurlar ufuklara yayılıp duran hakiki bir güneşi göremiyorlar, onun ışıklarından istifade edemiyorlar, bilakis onu inkâra cünet gösteriyorlar. O maddî karanlıklar, kat kat bölünmüş olduğu gibi kâfirlerin mânevi karanlıkları da öyle kat kat bir halde bulunmaktadır.

41. Görmedin mi ki, şüphe yok göklerde olan da ve yerde olan da ve kanatlarını açıp uçan kuşlar da o Allah Teâlâ için tesbihte bulunur. Herbiri gerçekte namazını ve tesbihini bilmiştir. Ve Allah Teâlâ da ne yapar olduklarını hakkıyla bilendir.

41. Bu mübârek âyetler, Allah’ın birliğini, ilâhi kudreti açık olarak isbata yeterli olan çeşitli delilleri uyanmak için gözler önüne koyuyor. Böyle pek parlak delilleri göremeyenlerin ise sırf kalplerindeki karanlıklardan dolayı bu görmekten mahrum bulunmuş olduklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey yüce Resûl!.. (görmedin mi) ilâhi vahiy ile sahip olduğun paygamberlik nuru ile, gayb âleminin sırlarını bilmenle âdeta gözün ile görmüş gibi bilmedin mi (ki) elbette bilmişsindir ki (şüphe yok göklerde olan da ve yerde olan da) bütün hayat sahipleri, bütün mevcudat (ve kanatlarını açıp) havada, gök boşluğunda (uçan kuşlar da) (O) kâinatın yaratıcısı olan (Allah Teâlâ için tesbihte bulunur.) Evet.. Bütün mahlûkat, yüce yaratıcıyı devamlı olarak tenzihte, onun birliğine, kudret ve büyüklüğüne delâlet ve şahitlikte bulunur dururlar. Çünkü bütün yaratılış sırları, bir yüce yaratıcının kudret eseridir, onun varlığına, kudret ve ululuğuna hal lisanı ile şahitlikte bulunmaktadır. Gerçekten bir kısım kimseler, yaratılışlarını kötüye kullanarak sapıklığa düşmüş, o yüce mâbudu birleme ve yüceltme nimetindenmuhrum kalmışlardır. Fakat onların da varlığı, o ezeli yaratıcının varlığına bir delildir. Ne yazık ki, karanlıklar içinde kalmış gafiller, bu hakikattan habersiz bulunmaktadır. Yoksa bütün mahlûkattan (herbini gerçekte) haddizatında (namazını) yani dua ve niyâzını (ve tesbihini bilmiştir) Cenab-ı Hak’ka muhtaç olup ona sığınmada, niyâzda bulunmak ve o yüce yaratıcıyı tesbih ve yüceltmek kabiliyetinde yaratılmıştır. (ve Allah Teâlâ da) mahlûkatının (ne yapar olduklarını hakkiyle bilendir) onların kabiliyetlerini iyiye kullandıklarını da, o yeteneklerine aykırı harekette bulunduklarını da tamamen bilir, ilâhi dinî, bütün mahlûkatının hallerini tamamen kuşatmıştır. Buna inanmışızdır. Evet.. Bütün melekler, bütün îman sahipleri Cenab-ı Hak’kı bilfiil birleme ve tesbihte bulundukları gibi kendi mevcudiyetleri de Allah’ın birliğine, ilâhi kudrete delâlet edip durmaktadır. Bir takım kuşların vaziyetleri de hal lisanı ile Allah Teâlâ’yı birlemekte ve tesbih etmektedir. Bununla beraber kuşların vasıflarına dair hayvanat ilmi gözününe alınırsa görülür ki: O kuşların arasında fevkalâde kabiliyetlere sahip, hayatlarını korumak çarelerine, maksatlarını temin edecek vasıtaları bilen zümreler vardır. Artık onlar da mazhar oldukları bir zekâ, bir kabiliyet, bir ilâhi ilham sayesinde Hak Teâlâ’nın varlığını bilip kendilerine mahsus birer lisan ile o yüce mâbudu birleme ve tesbihte bulunabilirler. Bunu kimse uzak göremez.

42. Ve göklerin de, yerin de mülkü, Allah’ındır ve gidiş de Allah’adır.

42. Evet.. Bütün mahlûkat, Allah Teâlâ’nın birer kudret eseridir (ve) onu tevhit ve tesbihe devam etmektedir. Çünkü (göklerin de, yerin de mülkü) varlığı (Allah’ındır) onun birer yaratılış eseridir, başkasının değil, zira bunların hepsi de sonradan yaratılmıştır, mümkün olan şeylerden, böyle sonradanyaratılmış olan her şey ise elbette ezeli olan bir vacibilvücude muhtaçtır, onun birer kudret eseridir, (ve gidişde de Allah’adır) bütün bu mahlûkat, Cenab-ı Hak’kın iradesiyle yok olacak, daha sonra Allah’ın kudreti ile bir kısım mahlûkat yeniden hayat bulup mahşere sevkedilecektir, orada Allah’ın hâkimiyeti tam manasıyle tecelli edip duracaktır. Evet.. Cenab-ı Hak’kın sonsuz kudretine, mutlak hâkimiyetine delâlet eden sonsuz eserler gözlerimizin önünde daima parlayıp durmaktadır. İşbu (41, 42) nci âyetler de tevhid delillerinin bir nevini kapsamaktadır.

43.Görmedin mi ki, muhakkak Allah Teâlâ, bir bulutu sevkediyor, sonra arasını telif ediyor, sonra onu üstüste yığıyor. Artık görüyorsun ki, onun aralarından yağmur çıkıyor ve gökten, ondaki dağlardan bir dolu indiriyor da onu dilediği kimseye isabet ettiriyor ve onu dilediğinden uzaklaştırıyor. Az kalıyor ki, şimşeğinin parıltısı, gözleri gideriversin.

43. Ey Allah’ın kulu!. (Görmedin mi) elbette daima gözlerinle görüp duruyorsun (ki, muhakkak Allah Teâlâ bu bulutu sevkediyor) onu yoktan yarattıktan sonra tam bir merhamet dilediği semte gönderiyor, muhtelif durumlarda bulunduruyor (sonra arasını telif ediyor) o bulutun aykırı yönlerde olan cüzilerini topluyor, büyük bir bulut tabakası haline getiriyor (sonra onu üstüste yığıyor) onun pek ince olan parçalarını birbirine katarak gayet geniş geniş bir kıta halinde bulunduruyor (artık görüyorsun ki, onun aralarından yağmur çıkıyor) o bulutun arasından yağan yağmurlar yeryüzünü sular içinde bırakıyor (ve) Cenab-ı Hak, (gökten) havadan (ondaki dağlardan) dağlar gibi pek büyük bulunan bulutlardan (bir dolu indiriyor da onu) o doluyu (dilediği kimseye isabet ettiriyor) o kimseyi yağmura doluya tutulmuş bulunduruyor (ve onu) o doluyu, yağmuru (dilediğinden uzaklaştırıyor) dilediği kimselerionun sıkıntısından kurtarmış oluyor (az kalıyor ki şimşeğinin parıltısı) fevkalâde parlaklığından dolayı (gözleri gideriversin) bütün bunlarda Allah’ın kudretinin birer parlak delili bulunmaktadır. Şimşeğin pek kuvvetli olması, bulutların yoğunluğuna alâmettir, yağmurun fazlaca olacağına işarettir. Ve yıldırımların düşeceğini de bir ihtar mahiyetindedir. Bu vasıfları taşıyan bir şimşek şüphe yok ki, pek büyük bir ateş bulunmuş oluyor. Ateş ise suyun, dolunun zıddıdır. Buna rağmen suyun bunlardan çıkması, zıddan çıkması demektir ki, bu ancak kudreti ilâhiyye ile mümkün bulunmaktadır. Binaenaleyh bu hâdiselerin hepsi de Allah’ın birliğinin birer delilidir.

44. Allah geceyi ve gündüzü çeviriyor. Şüphe yok ki, bunda gözleri olanlar için elbette bir ibret vardır.

44. Evet.. (Allah) Teâlâ her şeye kâdirdir, karanlığı aydınlığa, aydınlığı karanlığa çevirir. (geceyi ve gündüzü çeviriyor) bu sebeple insanlık alanında bir takım değişiklikler vücude geliyor, bunların müddetleri vakit vakit azalıyor, çoğalıyor. Artık (şüphe yok ki, bunda) şu beyan olunan pek büyük hâdiselerden her birinde (gözleri olanlar için) basiret sahibi olup Allah’ın kudretini takdir edip yüceltenlere mahsus (elbette bir ibret vardır) kâinatın yaratıcısı hazretlerinin varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna bütün eşyayı ilmen kuşatmış olduğuna delâlet ve şahitlik mevcuttur. Ancak kalpleri karanlıklar içinde kalmış olanlar, bu kadar parlak eserlerindeki kudretini, birliğinin delillerini görüp tasdik etmek duygusundan mahrum bulunmuşlardır. İşbu (43, 44) üncü âyetler de tevhid delillerinin ikinci bir nev’ini kapsar bulunmuştur.

45. Ve Allah her hayvanı bir sudan yarattı. Artık onlardan kimisi karnı üstüne yürüyor ve onlardan kimisi iki ayak üzerine yürüyor veonlardan kimisi de dört ayak üzerine yürüyor. Allah dilediğini yaratır. Şüphe yok ki, Allah her şey üzerine tamamiyle kadirdir.

45. Bu mübârek âyetler de Cenab-ı Hak’kın yaratıcılığına, kudret ve hikmetine ait diğer bir nevi delilleri kapsamaktadır. Ve insanlığa hidayet yolunun gösterilmiş, lâzım gelen bilgilerin açıkca beyan buyurulmuş olduğunu ve Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını doğru yola sevkedeceğini bildirmektedir. Şöyle ki: Bütün kâinat, Allah Teâlâ’nın birer yarattığı harikasıdır, kudretinin birer eseridir. (ve) bu cümleden olarak (Allah) yeryüzünde dolaşıp duran (her hayvanı bir sudan yarattı) o kadar muhtelif hayvanların asıl maddeleri, sudan, nutfeden ibarettir. (Artık onlardan) o hayat sahiplerinden (kimisi karnı üstüne yürüyor) yılanlar gibi. (ve onlardan kimisi iki ayak üzerine yürüyor) insanlar ile kuşlar gibi. (Ve onlardan kimisi de dört ayak üzerine yürüyor) koyunlar, sığırlar, bir takım vahşi hayvanlar gibi. Örümcek akrep gibi dörtten çok ayaklı hayvanlar da vardır. Fakat hepsinin yürüyüşlerinde en ziyade dayandıkları, dörder ayaktan ibarettir. (Allah dilediğini yaratır) yarattığı şeyleri muhtehif şekillere, tabiatlara, kuvvetlere sahip kılar. Nitekim melekleri nurdan, cin taifesini ateşten, Hz. Àdemi topraktan, Hz. İsayı özel bir üfürükten yaratmıştır. Mamafih Tefsiri kebirde ve diğerlerindeki bir rivayete göre: Cenab-ı Hak, ilk evvel bir cevher yaratmış, ona bir heybet bakışı ile bakmakla o su kesilmiş, sonra o su da bölünerek ondan ateş, hava, nur ve toprak yaratılmıştır. Binaenaleyh bu âyeti kerimeden kasdediler asıl hilkati beyandır. Bu asıl hilkat ise sudan ibarettir. (şüphe yok ki, Allah her şey üzerine tamamiyle kâdirdir.) dilediği şeyleri ezeli iradesi yönünde muhtelif şekillerde, kabiliyetlerde olarak vücude getirebilir. Onun ilâhi kudreti, bunların hepsine de fazlasıyla yeterlidir. Artık bu kadar çeşitli kudret eserleri karşımızda tecelli edipdururken bunların yüce yaratıcısını insan nasıl inkâr edebilir?.

46. Yemin olsun ki, açık açık beyan eden âyetler indirdik ve Allah dilediği kimseyi dosdoğru bir yola iletir.

46. İşte o yüce yaratıcı, buyuruyor: (Yemin olsun ki) muhakkak bir gerçektir ki (açık açık beyan eden âyetler indirdik) gerek bu Nur Sûresinde ve gerek diğer surelerde dinî hükümlerin, kevni eserleri, ilâhi kudreti gösteren yaratılış eserlerine hikmetli beyanatta bulunduk, nice güzel misâller, harikalar anlattık, ve bütün bunlar Kâinatın yaratıcısının kudret ve azametini, ilâhi dinin hükümlerini göstermekte bulunmuştur. Artık bunlar böyle parlak bir şekilde meydanda iken kim kendi cehaletini bir mazeret makamında ileri surebilir?. (ve Allah dilediği kimseyi dosdoğru bir yola iletir) yani: Selim yaratılışlarını muhafaza eden, kulluk vazifelerini, ifaya çalışan, ilâhi muvaffakiyetlere kabiliyetli bulunan kullarını bir ilâhi lütuf olmak üzere İslâm dinine nâil kılar, o sayede saadet, yoluna, başarı ve kurtuluşa erdirir, cennetlerine sokar. Bu Rabbimin lütfundandır!. “Bu (45, 46) ncı âyetlerde Allah’ın birliği hakkındaki delillerin üçüncü bir nev’ini kapsamaktadır.

47. Ve derler ki; Allah’a ve Peygambere inandık ve itaat ettik, bundan sonra onlardan bir taife yüz çevirirler ve onlar îmân etmiş kimseler değildirler.

47. Bu mübârek âyetler de açık ve hakikatın kendisi olan İslâm dinini lisanlariyle kabul ve itiraf edip kalben kabul etmeyen bir takım münafık kimselerin o çirkin ruhi hallerini teşhir etmekte ve kınamaktadır. Şöyle ki: (ve) o münafıklar, o Allah’ın hidayetinden mahrum kimseler lisanlariyle (derler ki: Allah’a ve Peygamber’e inandık ve) onlara, onların emir ve yasak ettikleri şeylere (itaat ettik) fakat onların bu iddialarında ciddi olmadıklarımüteakiben sâbit olur. (bundan sonra) böyle îman ve itaat iddialarını müteakip (onlardan bir taife yüz çevirirler) kalben olan inkârlarını açığa vurarak Allah’a ve resülüne îmandan, itaattan kaçınırlar (ve) binaenaleyh (onlar) o öyle îman ve itaat iddiasında bulunanlar, bu iddialarında samimi olmadıkları için ve bir kısmı da bu iddialarına fiilen muhalefet ederek yüz çevirdikleri için haddizatında (îman etmiş kimseler değildirler) onlar, hakikaten kalpleri sözlerine uygun olan samimi müminler zümresine dahil bulunmamaktadırlar.

48. Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulüne davet olundukları vakit de onlardan bir fırka kaçıverirler.

48. O îman, itaat iddiasında gerçek dışı olarak bulunanlar, hangi bir hâdiseden dolayı (aralarında hükmetmesi için Allah’a) Cenab-ı Hak’kın hükmüne (ve resûlüne) o hükmü resûlünun tatbik ve beyan etmesine (dâvet olundukları vakit de onlardan bir fırka kaçıverirler) haklarında ilâhi bir hükmün tatbikini istemezler, kendilerinin haksız oldukları, Resûlullahın ise adaletten ayrılmayacağını bildikleri için Resûl-i Ekrem’in hükmüne razı olmayarak ona müracaattan kaçınır dururlar.

49. Ve eğer hak kendilerinin lehine ise ona boyun eğerek geliverirler.

49. (Ve) diyelim ki (hak kendilerininn lehine ise) o zaman (ona) o adaletli tam bir süratle koşar (boyun eğerek) mutluluk huzuruna (geliverirler) çünkü bu takdirde o yüce peygamberin kendi lehlerine hükmedeceğine kani bulunurlar. Onların bu müracaatları Allahu Teâlâ’nın ve Resûlü’nün hükmüne razı, itaat etmiş olduklarından değil, sırf kendi lehlerinde hükmedileceğini bildiklerinden dolayıdır. Halbuki, hakiki bir mümin, herhalde ilâhi hükme, peygamberin hükmüne razı bulunur, isterse kendi aleyhinde olsun.

50. Onların kalplerinde bir hastalık mı vardır? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Yoksa onlara Allah’ın ve Peygamberinin haksızlık edeceklerinden mi korkuyorlar? Hayır.. O şahıslar zalim kimselerdir.

50. Nedir, o kimselerin bu fasıkca, münafıkca durumları?.. (Onların kalplerinde bir hastalık mı var?.) O kaçınmaları, fıtretlerinin uğramış olduğu bir manevî hastalıktan mı kaynaklanıyor?. (yoksa) o cahiller (şüphe mi ediyorlar?.) Resûl-i Ekrem’in peygamberliğinde, onun hak ve hakikati takibedip etmemesinde şüpheleri mi var?. Kendilerinin haklarında âdilce hükmetmiyeceğini mi zannediyorlar?. (yoksa onlara Allah’ın ve Peygamberi’nin haksızlık edeceklerinden mi korkuyorlar?.) hiç kerem ve rahmet sahibi olan yüce yaratıcının ve onun bütün ahlâki olgunluklara sahip bulunan yüce Peygamberi de hiçbir kimseye bir haksızlıkta bulunmaz, onların yüce şânları bu gibi töhmetlerden uzaktır müberradır. (Hayır..) Allah Teâlâ ile Resûl-i Ekrem’i hakkında öyle bir düşünceye asla yer yoktur. Ancak (o şahıslar zalim kimselerdir) onlar, haktan ayrılmış, küfre ve nifaka düşmüş, kendi nefislerine zulmeylemiş şahıslardır. Eğer öyle olmasa idi, Hak Teâlâ’nın ve mübârek Resûlü’nün hükümlerine tam bir memnuniyetle razı olur kalben ve lisanen onları tasdik eder ve yüceltirdi, samimi şekilde îman ve itaat sahibi bulunurlardı. Çünkü, hakiki müminler, bu gibi yüce vasıflara sahiptirler. “Bu âyetler, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Kısaca denilyor ki, münafıklardan “Bişr” namındaki bir şahıs bir Yahudi ile bir arazi dâvasında bulunmuştu. Yahudi, muhakeme için Resûlullah’a müracaat edilmesini teklif etmiş, Bişr ise bu müracaata razı olmamış, bu hususta münafıklardan olan “Kebüleşref’e” müracaat edilmesini teklif etmişti. Diğer bir rivayete göre de münafıklardan “Mugiretübnü Vail” Hz. Ali ile aralarında müşterek birtarlanın satılması ve bölünmesi hususunda tartışmada bulunuyor, Hz. Ali, keyfiyeti Resûl-i Ekrem’e arz ile onun hükmüne teklif ediyor, Mugire ise “ben onu hakem tâyin edemem, çünkü o beni sevmez, korkarım ki, hakkımda gadreder” demiştir. İşte böyle birer sebebten dolayı bu mübârek âyetler nâzil olmuş, münafıkların o çirkin kanaatları, hareketleri teşhir buyurulmuştur.

51. Aralarında hükmetmek için Allah’a ve peygamberine dâvet olundukları zaman müminlerin sözü ancak “işittik ve itaat ettik” demeleridir ve işte kurtuluşa ermiş olanlar da onlardan ibarettir.

51. Bu mübârek âyetler de müminlerin övülmeye lâyık hallerini, Allah’ın hükmüne olan itaatlerini ve bu sayede kurtuluşa nâil bulunduklarını bildiriyor. Münafıkların da çirkin olan hallerine işaret ederek itaat edenlerin hidayete ereceğini, Resûl-i Ekrem’in de yüce vazifesini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hakiki müminlere gelince (aralarında hükmetmek için Allah’a) o hikmet sahibi yaratıcının indirmiş olduğu ahkâma (ve) hakkı tatbike memur olan, havadan bir şey söylemeyip Cenab-ı Hak’kın kendisine vahiy ve ilham buyurduğu hükümleri tatbik edecek bulunan (Peygamberine dâvet olundukları zaman müminlerin sözü ancak “işittik” ve itaat ettik demelidir) yani: O yüce Peygamberin huzuruna dâvet edilince hemen icabed ederler, ve haklarında vereceği hükme isterse, aleyhlerinde olsun razı olurlar. Çünkü bilirler ki, Hz. Peygamber hak ve adaletten ayrılmaz, Allah’ın hükümleri her ne ise onu tatbikten asla geri durmaz. İşte müminlere lâyık olan da böyle icabet ve itaattan ibarettir. (ve işte kurtuluşa ermiş olanlar da onlardan ibarettir) Evet.. O hâlis, itaatkâr müminler, başarı ve kurtuluşa ererler, korkunç âkibetlerden emin bulunmuş olurlar.

52. Ve her kim Allah’a ve resulüne itaatederse ve Allah’tan korkarsa ve ona korunursa işte kurtuluş bulacak olanlar, ancak bunlardır.

52. Evet.. (Ve) şüphe yok ki, (her kim Allah’a ve resûlüne itaat ederse) onların her husustaki emirlerine, hükümlerine seve seve riayette bulunursa (ve Allah’tan korkarsa) kendisinden insanlık hali meydana gelen veya gelecek olan günahları düşünerek Allah korkusu ile kalbi titrerse (ve ona korunursa) tam bir sakınmakla kalbini aydınlatarak hayatta olduğu müddetce Cenab-ı Hak’ka iltica eylerse (İşte kurtuluş bulacak olanlar) uhrevî selâmet ve saadete kavuşacak, gözlerin görmediği kulakların işitmediği, kalplerin düşünemediği nimetlere nâil olacak olan zatlar (ancak bunlardır) böyle itaatle, Allah korkusuyla vasıflanmış olan müminlerdir.

53. Ve Allah’a en ağır yeminleriyle yemin ederler ki: Eğer onlara cihat ile emredersen elbette cihada çıkacaklardır. De ki: Yemin etmeyin, bu sözünüz bilinmiş bir itaattır. Şüphe yok ki, Allah yapar olduğunuz şeylerden hakkıyla haberdardır.

53. (Ve) fakat samimi şekilde mümin olmayanlar, kalpleri nifak ve düşmanlıktan boş bulunmayan kimseler ise (Allah’a en ağır yeminler ile yemin ederler ki) yani: Son derece gayret ve takatlarını sarfederek, meselâ: “Vallahilâzim” diyerek yalan yere yeminlerde bulunurlar ki, (eğer onlara) neyi emreder ise meselâ cihada çıkmalariyle (emreder isek elbette) cihada (çıkacaklardır) emirlerine muhalefette bulunmayacaklardır. Ey yüce Resûl!. O münafıklara red ve men için (de ki: Yemin etmeyiniz) öyle bana itaatde bulunacağınıza dair yeminde bulunmayınız, çünkü bu sözünüz, itaat iddianız (bilinmiş bir taattır) o, münafıkça bir itaattan, bir itaat iddiasından ibaretti, lisanlarınız ile söylemiş, fakat uygun düşmemiş bulunmaktadır. (Şüphe yok ki, Allah) Teâlâ Hazretleri sizin (yaparolduğunuz şeylerden hakkiyle haberdardır) sizin görünen ve görünmeyen bütün amellerinizi, maksatlarınızı bilir, işte bu yalan yere and içmeniz de o cümledendir. Artık şüphe yok ki, o hikmet sahibi yaratıcı, bir gün sizin bu ahlâki rezaletinizi de teşhir edecektir, sizi nifakınızdan dolayı cezaya uğratacaktır. İşte nifakın müthiş neticesi!.

54. De ki: Allah’a itaat edin ve Peygambere itaat edin. İmdi eğer yüz çevirirseniz artık onun üzerine olan, ona yükletilmiş olandır. Ve sizin üzerinize düşen de, size yükletilmiş olandır ve eğer ona itaat ederseniz hidayete erersiniz ve Peygamber üzerine ait olan vazife ise apaçık tebliğden başka değildir.

54. Ey son peygamber!. (de ki:) Ey Allah’ın kulları!. (Allah’a itaat edin) o mâbudu kerimin bütün emirlerine, hükümlerine riayette bulunun (Ve Peygambere itaat edin) o hikmet sahibi yaratıcının dinî hükümlerini size tebliğe memur olan yüce Resûlune de itaat de bulunun, onun da emirlerine, yasaklarına, tavsiyelerine muhalefette bulunmayın. (İmdi eğer) Ey kullar!. Selâmet sebebiniz olacak olan bu tebligatta riayet etmez de bundan (yüz çevirirseniz) bunun müthiş neticesini siz düşününüz!. (artık onun üzerine olan) o Resûl-i Ekrem’in üzerine düşen (ona yükletilmiş olandır) risaletini size tebliğden, Allah’ın hükümlerini size beyandan ibarettir ki, o da bu kutsal vazifesini yapmış bulunuyor (ve sizin üzerinize düşen de) sizi kabuliyle mükellef bulunmuş olduğunuz şey de (size yükletilmiş olandır) sizin Allah’ın hükümlerine riayet etmenizdir, Cenab-ı Hak’ka ve Resûlüne samimi bir şekilde itaat etmeniz ve boyun eğmenizdir. (Ve eğer) ey mükellef insanlar! (ona) o yüce peygambere, size emir ve tebliğ ettiği dinî vazifeler hususunda, (itaat ederseniz hidayete erersiniz) asıl maksad olan hayra, ebedî selâmete nâil olursunuz (Ve peygamber üzerine ait olan) vazife (ise) ilâhihükümleri sizlere (apaçık tebliğden başka değildir) o kadri yüce Peygamber ise bu yüce vazifesini pek mükemmel yapmış, insanlığa dinî vazifeleri, hükümleri Kur’an lisanı ile, hadis-i şeriflerle bildirmiş, onun bu açık beyanatı tesbit edilmiş, göstermeye muvaffak olduğu mucizeler ile kuvvetlenmiş bütün doğu ve batıya yayılmıştır. Artık bu hakikati insanlık düşünmelidir, ona göre hareket tarzını belirlemeye çalışmalıdır ki, ebedî mesuliyetten kurtulsun, bir ebedî selâmet ve saadete kavuşsun. Hakiki müminler, itaatli kullar hakkında Allah Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı dünyada da, ahirette de tecelli edip duracaktır. Ne büyük başarı!.

55. Allah sizden îmân eden ve güzel güzel amellerde bulunanlara vâd etmiştir ki, elbette onları yeryüzüne sahip edecektir. Nasıl ki, onlardan evvelkileri sahip etmiştir ve elbette onlara kendileri için razı olduğu dinlerini temkin edecektir. Ve muhakkak ki, onları korkularından sonra bir eminliğe çevirecektir. Bana ibadet ederler bana bir şeyi ortak koşmazlar ve bundan sonra kim kâfir olursa artık fasıklar olan, onların kendileridir.

55. Bu mübârek âyetler, ehli îman ve itaat için va’dedilmiş olan güvenli bir geleceğe, bir mili hâkimiyet ve ilâhi lütuflara işaret ediyor. Allah’ın rahmetine vesile olacak olan başlıca ibadet ve itaati gösteriyor, kâfirlerin ise ilâhi kahrı uzaklaştıramayıp sonunda ateşin cehenneme mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktır. Şöyle ki: Ey yüce Resûl!. İnsanlara hitaben buyurur ki: (Allah sizden îman eden) mümin olarak dünyaya gelen ve mümin olarak yaşayan veya küfrü terkederek İslâmiyeti samimi şekilde kabul eyleyen (ve güzel güzel amellerde bulunanlara) îmanlarını kuvvetlendiren ve iyi hallerini artıran güzel ibadetlere devam edenlere (vâd etmiştir ki, elbette onları) o mümin, iyi kulları (yeryüzüne sahip edecektir)onları başkalarının yerine geçirecek, bir çok yerlere hâkim kılacaktır, hükümleri birnice yerlerde geçerli bulunacaktır. (nasıl ki, onlardan evvelkileri sahip etmiştir.) onlardan evvelki ümmetler arasında böyle halef kılma meydana gelmiştir. Nitekim Firavun’un ve bir kısım zorbaların yok edilmesinden sonra İsrailoğullarını da Mısır’a ve Şam bölgesıne hâkim kılarak kendilerini o helâk edilen kimselerin yerlerine halef kılmıştır. daha evvel de Nuh, Ad, Semud kavimlerinin helakiyle de onların yerlerine başkaları yerleşmiştir. Bir takım dindar olan kavimler, o dinsizlerin yerlerini elde ederek o yerlerde hükümran olmuşlardır. (ve elbette onlara) o mümin, salih kullara (kendileri için) Cenab-ı Hak’kın (razı olduğu dinlerini) yani: İslâm dinini (yerleştirecektir) o apaçık dinî onların kalplerinde tesbit ve takviye buyuracaktır, onun mübârek hükümlerine riayette devam edip duracaklardır. (ve muhakkak ki, onları) o samimi müminleri düşmanlarına karşı olan (korkularından sonra bir eminliğe çevirecektir) o korkudan onları kurtarıp tam bir emniyet ile, kalp huzuru ile yaşayacaklardır. Nitekim de bu ilâhî vâd, az sonra tecelli etmiştir. Evet. Resûl-i Ekrem’i tasdik edip İslâm şerefine olan ashab-ı kiram, on sene kadar Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin birçok eza ve cefalarına karşı tahammül etmiş, bir korku ve heyecan içinde yaşamışlardı, bilahara Medine-i Münevvere’ye hicret etmişler, düşmanlarının eza ve cefasından kurtulmuşlar ve az sonra da Mekke-i Mükerreme’ye de Arap Yarımadasına da hâkim olmuşlardır, doğu ve batı taraflarında nice beldeleri fethetmişler, Kisraların, Kayserlerin yerleini elde ederek onların hazinelerine sahip bulunmuşlar, evvelce hiç bir ümmete nasip olmamış olan böyle muazzam bir hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. İşte Cenab-ı Hak’kın müminler hakkındaki ilâhî vâdi, böyle parlak bir şekilde meydana gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’in bir mucizeolduğu bu vesile ile tezahür eylemiştir, Artık şüphe yok ki, müslümanlar, İslâm dininin hükümlerine, tavsiyelerine daima riayet ettikleri takdirde yine bir çok nimetlere, hâkimiyetlere nâil olacaklardır. Elverir ki: Üzerlerine düşen kulluk vazifesini hakkiyle ifaya çalışsınlar. İşte Cenab-ı Hak, buyuruyor ki: O müminler, öyle bir îman sahipleridir ki: Yalnız (bana ibadet ederler, bana bir şeyi ortak koşmazlar) şirkten uzak oldukları halde Allah’a ibadete devamda bulunurlar. (ve bundan sonra) öyle müminler hakkındaki ilâhi vâd gerçekleşmesinden veya dinsizlerin yerlerine müminler hâkim olduklarından sonra (kim) dinden döner de (kâfir olursa) nâil olduğu ilâhi dinin kadrini takdir edemez de ondan yüz çevirirse (artık fasıklar olan) şüphe yok ki (onların) öyle dinden dönenlerin ta (kendileridir) binaenaleyh böyle fıska, bir öldürücü felâkete mâruz kalmamak için İslâm dininin pek yüksek kıymetini, ehemmiyetini güzelce bilip ona tam bir samimiyetle sarılmalı, o sayede ilâhi feyizlerin tecellisini, devamını niyâzda bulunmalıdır.

56. Ve namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin ve Peygambere itaat edin tâki rahmete erdirilesiniz.

56. İşte Hak Teâlâ Hazretleri bizlere yükselme yolunu, ilâhi lütufa nâil olmanın yolunu göstermek için buyuruyor ki: (ve) Ey müslümanlar!. (namazı dosdoğru kılın) namazları adab ve erkanına tamamen, riayetle yerine getirin, o en büyük bir ibadettir, kalplerde îman nurunun parlayıp durmasına bir vesiledir, mânevi yakınlığı temine ne güzel bir çaredir (ve zekâtı verin) çünkü zekât, din kardeşliğini temin, ruhlarda cömertliğin tecellisine pek büyük bir hizmetçidir. (ve peygambere itaat edin) o yüce peygamberin bütün emirlerine, yasaklarına, tavsiyelerine riayetten ayrılmayınız. Çünkü o yüce peygambere itaat, onu peygamberlikmertebesine nâil buyurmuş olan yüce yaratıcıya itaati gerektirmektedir. Siz Ey müminler!. Bu tebliğ edilen hususlara, emirlere hakkiyle riayet eyleyiniz (tâki rahmete erdirilesiniz) ilâhi rahmete kavuşma ümidine sahip bulunmuş olasınız. Çünkü rahmete, ebedî saadete ermek için bundan başka çare yoktur.

57. Sakın kâfir olan kimseleri yeryüzünde âciz bırakacak kimseler sanma ve onların varacakları yer ateştir ve elbette ne fena bir gidiştir.

57. Ey Allah’ın mümin kulu!. Öyle dinsiz kimselerin dünyadaki fani varlıklarına, kuvvetlerine kıymet verme, (sakın kâfir olan kimseleri yeryüzünde) haşâ Cenab-ı Hakkı, onun koruyacağı müminleri (âciz bırakacak kimseler sanma) o kâfirler sonunda helake maruz kalacaklardır, onların varlıkları fânidir. Yüce yaratıcının varlığı ebedidir, kuvvet ve kudreti sonsuzdur, onun iradesine engel olacak bir kuvvet, düşünülemez. O kuvvetli, saltanatlı görülen kâfirler ise bir gün helâke uğrayacaklardır. (Onların varacakları yer ateştir) onlar ahirette ebedî olarak cehennem içinde yanıp duracaklardır (ve elbette) onların bu ateşe gidişleri (ne fena bir gidiştir) artık kendilerini böyle ebedî bir ateşten kurtarmaya kâdir olamayan kimseler, haşâ Cenab-ı Hakkı ve onun korumuş olduğu müminleri nasıl âciz birakabilirler? Elbette samimi müminleri, muvaffakiyetlere nâil buyuracaktır. Elverir ki: müminler dinin bütün hükümlerine riayet etsinler. İslamiyetin verdiği terbiyeden, ahlaki faziletlerden ayrılmasınlar.

58. Ey îmân etmiş olanlar! Ellerinizin altında olan kimseler ve sizden olup da henüz bulûğ çağına ermemiş bulunanlar, üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce ve öğle vaktinde elbiselerinizi çıkarmış olduğunuz sırada ve yatsı namazından sonra, bunlar sizin için üç avrettir. Bu vakitlerden sonra üzerinizebakınız bazısı üzerine dolaşır olmalarından dolayı ne sizin üzerinize ne de onların üzerlerine bir günah yoktur. İşte Allah âyetlerini size böyle açıkça beyan ediyor ve Allah bilendir, hikmet sahibidir.

58. Bu mübârek âyetler, İslâm cemiyetinin yüce bir insani terbiye dairesinde yaşamaları için kendilerine pek mühim ictimai bir ders veriyor. İnsanların avret yerlerini örtmeye riâyetlerini, başkalarının mahrem azalarına bakmamalarını, bazı vakitlerde bir müsaade almak suretiyle birbirlerinin huzuruna girmelerini emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey îman etmiş olanlar!.) yani: Ey îman sahibi olan erkekler ve kadınlar. Bu hitap, özellikle erkeklere yönelik ise de kadınlar da bu nassın delâletiyle bu hükme girerler veyahut tağlub yoluyla iki zümreye de yöneliktir. (elleriniz altında olan kimseler) yani: Boyunlarına sahip olduğunuz köleler ve cariyeler, (ve sizden olup da henüz bûluğ çağına ermemiş bulunanlar) yani: Hür müslüman çocuklarından olup da henüz ihtilâm görmeğe başlamamış bûluğa ermemiş, bir halde bulunan çocuklar, sizin yanınıza girmek isterlerse (üç defa izin istesinler) gece ve gündüze ait üç vakitte izin istemeksizin yanınıza girmesinler. Bu bir vecibedir. Bu vecibe baliğ olan kölelere yöneldiği gibi baliğ olmayan çocukların da velilerine yöneliktir ki, onlara öyle bir terbiyeyi öğretsinler. Bu vakitlerin birisi: (sabah namazından önce) dir ki, girmek isterlerse izin istesinler. Çünkü bu vakitte yataktan yeni kalkmış, urbalarını tamamen giymemiş, kısmen açık bir halde bulunmuş olabilirler. (ve) ikincisi: (öğle vaktinde) dir ki, girmek istenilirse izin istemelidirler. Zira o vakit de sıcaktan vesaireden dolayı elbise kısmen çıkarılmış, kaylûlede = gündüzün ortasında uyumak arzusunda bulunulmuş olabilir. (ve) üçüncüsü de (yatsı namazından sonra) dır ki, bu vakitte de izin isteğinde bulunmalıdırlar. Çünkü bu,artık gündüze mahsus elbiseden soyunarak yatağa yatmak halvette bulunmak zamanıdır. Böyle zamanlarda başkalarının yanlarına girivermek, hoş gözükmeyecek görmelere, hâdiselere sebebiyet vermiş olabilir. İşte ey müslümanlar!. Bunlar (sizin için üç ayettir.) Yani: Yürürlükteki adete göre örtünmenin düzensiz olup açıkca bulunulacak birer zamandır. Bunlara riayet lâzımdır. (bu vakitlerden sonra üzerinize, bazınızın bazısı üzerine) izinsiz olarak (dolaşır olmalarından dolayı ne sizin ne de onların) o köleler ile cariyelerin ve çocukların (üzerlerine bir günah yoktur) çünkü o üç vakitten başka zamanlarda örtünmeye ziyadesiyle riayet edileceği, hoş olmayan bir vaziyetin görülmüş olması, düşünülmediği ve o hizmetçilerin hizmetlerine fazlaca ihtiyaç görüleceği için kendilerinin için istemeksizin girmelerine ruhsat vardır. Mesela: üç zamanın dışında bir köle, efendinin veya bir çocuk annesinin yanına izin istemeden de girebilir. (İşte Allah) dinî hükümlere vesaireye dair olan (âyetleri size böyle açıkça beyan ediyor) sizi aydınlatma lütufunda bulunuyor (Ve Allah) o yüce yaratıcı, şüphe yok ki: (alimdir) her şeyi tamamen bilir, insanlığın bütün hallerini ve tavırlarını da bilmektedir. Ve o yüce mabûd (hâkimdir) bütün emirleri, yasakları birer hikmete dayanmaktadır. Evet.. Bu husustaki emirleri insanlığın iyilik ve selâmetini temin hikmetini içermektedir. “Ebussuud tefsirinde diğerlerinde yazılmış olduğu üzere Resûl-i Ekrem, Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bir öğle vakti Hz. Ömer’i çağırmak için Müdlic İbni Ömeril’ensarîi’yi göndermişti. Müdlic Hz. Ömer’in yanına müsaade istemeksizin girmiş, onu uyku halinde elbisesi üzerinden açılmış bir halde bulmuştu. Hz. Ömer, bunun üzerine demişti ki: Cenab-ı Hak’tan temenni ederim ki, bu saatlarde babalarımızı, oğullarımızı, hizmetçilerimizi izin istemeden yanımıza girmekten men buyursun. Sonra Hz. Ömer, ogenç ile beraber Resûl-i Ekrem’in yanına girince o yüce peygambere bu âyetin nâzil olmuş olduğunu görmüş, Hak Teâlâ’ya hamdeylemiştir. Binaenaleyh Hz. Ömer’in temennisi, bu âyeti kerimenin bir nüzul sebebi hükmünde bulunmuştur.

59. Sizden olan çocuklar da buluğa erince artık onlar da kendilerinden evvel olanların izin istemeleri gibi izin istesinler. İşte Hak Teâlâ âyetlerini böylece açıkça beyan buyuruyor ve Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.

59. Ey müslümanlar!. (Sizden olan çocuklar da) hür olan müslüman çocuklar da (bûluğa erince) ihtilâm yaşına ermiş, yani kameri aylar itibariyle onbeş yaşında bulunmuş ise ki, bu fakihlerin umumuna göredir. İmamı Azama göre de çocukların bulûğu ihtilam iledir. Yani: rüyalarında cinsel ilişkide bulunmakladır. Böyle ihtilam olmayınca oğlanlar onsekiz, kızlarda on yedi yaşlarında bûluğ çağına ermiş, mükellef bulunmuş olurlar. (artık onlar da kendilerinden evvel olanların) yani: Kendilerlnden evvelce mükellefiyet yaşında bulunan hür müminlerinn (izin istemeleri gibi) başkalarının yanlarına girmeleri için her defasında ve her ne vakitte olursa olsun izin istedikleri gibi siz de (izin isteyin) müsaade edilmedikçe hanelerine, odalarına girmeyiniz. Mesela bir bulûğa ermiş baliğ çocuk, izin istemeden babasının veya anasının bile hususi odasına girmemelidir. İslam terbiyesi bunu icabetmektedir. (İşte Hak Teâlâ âyetlerini böylece açıkça beyan buyuruyor) İslâm milletini aydınlatmak, ahlâki olgunlukları temin buyuracak olan dinî hükümleri böyle açık bir şekilde beyan lütufunda bulunuyor. (ve Allah Teâlâ her şeyi hakkiyle bilendir) bütün mahlûkatının hallerini, onların haklarında hayırlı olup olmayan şeyleri tam manasiyle bilmektedir. Ve o yüce mabûd, (hikmet sahibidir) kullarına her emir ve tavsiye buyurduğu şey, elbette ki, bir mühim hikmetebağlıdır. Binaenaleyh biz kullar da o yüce yaratıcının bütün emirlerine, beyanatına göre hareketlerimizi tanzim etmeliyiz. Bizim için bundan başka selâmet çaresi yoktur.

60. Evlenme arzuları kalmayan oturmuş kadınların ise bir ziynet ile açılıvermemeleri halinde üst örtülerini bırakmalarından kendileri için bir günah yoktur. Mamafih iffete ziyadesiyle riayet etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır ve Allah bihakkın işiticidir, hakkıyla bilicidir.

60. Bu mübârek âyet, pek ihtiyar kadınlar hakkındaki bir şer’i müsaadeyi ve riayet edilmesi daha uygun olan bir vaziyeti beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (evlenme arzuları kalmayan) ihtiyar olduklarından dolayı erkekler ile evlenmek ümidinde bulunmayan (oturmuş) hayzından kesilmiş, çocuk doğuramaz bir hale gelmiş, başkalarının şehvet bakışlarını çekecek bir vaziyette bulunmamış (kadınlar ise) haklarında şöyle bir müsaade vardır. Onların (bir ziynet ile açılıvermemeleri halinde) yani: = zinetlerini teşhir etmesinler (Nur/31) ilâhi emre uyarak gizli tutulması icabeden ziynetleri, ziynet mahallerini göstermemek, örtülmesi lâyık olan güzelliklerini namahreme göstermek suretiyle (üst örtülerini) elbiselerinin, başlarındaki örtülerinin üzerine ayrıca almış oldukları perdelerini, feracelerini, çarşaflarını (bırakmalarında kendileri için bir giinah yoktur) örtülmesi lazım gelen azalarını, ziynetlerini örtünce o üst örtülerini kaldırmaları kendi haklarında bir günah teşkil etmez. Onların artık dikkat çekmeyecek halleri, haklarında böyle bir müsaadeye vesiledir. (maamafih) o ihtiyar kadınların da (iffete ziyadesiyle riayetetmeleri) iffetli davranışta bulunmaları, yani: Yabancılardan sakınıp örtünmeleri (kendileri için daha hayırlıdır) çünkü bu şekilde İslâmi ahlâka daha ziyade riayet etmiş, kendilerini töhmetten uzak bulundurmuş olurlar (ve Allah hakkiyle işiticidir) bütün kullarının söylediklerini işitir ve (hakkiyle bilicidir) bütün kullarının kalplerinde olanı, hepsinin niyetlerini; emellerini, tasavvurlarını bilir. Binaenaleyh bütün erkek ve kadınlar arasında cereyan eden sohbetleri, konuşmaları tamamen işitir, bilir. Buna inanmışızdır!. Artık insanlık için lâzımdır ki, bu hakikatı bilip hayatlarını temiz bir şekilde tanzime çalışsınlar.

61. Kör üzerine bir güçlük yoktur, topal üzerine bir güçlük yoktur ve hasta üzerine bir güçlük yoktur ve kendi nefisleriniz üzerine de bir güçlük yoktur, kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya analarınızın evlerinde veya kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarlarına sahip olduğunuz evlerde veya sadık dostunuzun evinde yemenizden dolayı sizin üzerinize gerek toplu ve gerek dağınık bir halde yemenizden dolayı da bir günah yoktur. İmdi evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından mübarek, hoş bir sağlık dilemek üzere kendinize selâm veriniz. İşte Allah sizin için âyetleri böyle açıkça beyan buyuruyor, tâ ki, akıl erdiresiniz.

61. Bu mübârek âyet, bir kısım zararlı kimselerin başkalarıyle birlikte yemek yemelerinde bir mahzur olmadığını bildiriyor ve yine bir takım kimselerin aralarında soy yakınlığı bulunan zatların hanelerinde veya sahiplerinin izniyle tasarrufuna selâhiyatli oldukları hanelerde yemek yemelerinde bir vebal, bir güçlük olmadığını haber veriyor vemüslümanların bir arada ayrı ayrı veya toplu olarak yemek yemelerinde bir günah bulunmadığını beyan buyuruyor. Ve evlere girilince kendilerine bir bereket ve rahmet vesilesi olmak üzere selâm vermelerini emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. Sizden (kör) olanlar (üzerine bir güçlük yoktur.) hiçbir sıkıntıyı gerektirici değildir (topal) bulunanlar (üzerine) de (bir güçlük yoktur) onların haklarında bir vebali gerektirmez (ve) yine (hasta) olanlar (üzerine) de (bir güçlük yoktur) onlar da başkalariyle beraber toplanarak yemek yiyebilirler. Böyle bir arızaya tutulmuş olan müslümanlardan yine temiz, nezih dindaşlar bulunmaktadırlar. Böyle olduğu halde onlar, bedenleri sağlam dindaşlariyle beraber bir sofrada bulunup yemek yemektan sıkılmakta bulunuyorlarmış, kendilerinin vasıfları ve tavırlarından başkalarının tiksinecekleri, üzüleceklerini düşünerek onlar ile beraber bir sofrada oturup yemek yemekten çekinir bulunmuşlardır. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, onların diğer din kardeşleriyle bir arada yemek yemelerinde bir güçlük bir vebâl, çekinmeği gerektiren bir vaziyet olmadığını bildirmiş, müslümanların arasında bağlılık ve sevginin devamının lüzumuna bu vesile ile de işaret buyurulmuştur. (ve) Ey müslümanlar!. (kendi nefisleriniz üzerine de bir güçlük yoktur) bir külfet, sakınılacak bir yön mevcut değildir. (kendi evlerinizde) yani: Karılarınızın, çocuklarınızın hanelerinde yemek yemekte. Çünkü koca ile karı arasında büyük bir bağlılık vardır. Evlâdın haneleri de babalarının haneleri hükmündedir. Nitekim bir hadis-i şerifte: “sen de, senin malın da baban içindir” buyurulmuştur. (ve babalarınızın evlerinde veya analarınızın evlerinde) yemek yemekte de bir sakınca yoktur. İsterse soy bakımından uzak bulunsunlar, çünkü dedeler de babalar, analar makamındadırlar. Bunların aralarında da büyük bir bağ, bir bütünlük ve parçalıkmevcuttur. (Veya er kardeşleriniz evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde) yemek yemekte de bir vebal yoktur. Bunların baba ana bir kardeşler almalariyle yalnız baba bir veya ana bir kardeşleri olmaları eşittir. Herhalde bunların aralarında da büyük bir velâyet, bir bağlılık vardır. (veya amucalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde) yemek yemenizde de bir sakınca yoktur, bunlar da babaların birer parçaları demektir, aralarında büyük bir yakınlık vardır. (veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde) yemek yemekte de bir sakınca mevcut değildir. Bunlar da annelerin birer parçasıdır, bunların da hanelerinde gidip yemek yemeğe, adeta göre müsaadeleri vardır. Meğer ki, açıkca men edilmiş olsunlar. (veya anahtarlarına sahip olduğunuz) evlerde, yani: Sahiplerinin vekil olup kendilerinde tasarrufata selahiyetli bulunduğunuz hanelerde veya köleleriniz hanelerinde yemek yemenizde de bir sakınca yoktur, çünkü bu takdirde izin verilmiş olur. Efendiler ise köleleri üzerinde mulkiyet hakkına sahiptirler (veya sadık dostunuzun) evinde yemek yemekte bir vebal yoktur, isterse, arada bir soy yakınlığı bulunmasın. Çünkü dostlar arasında büyük bir bağlılık, bir yardımlaşma geçerli bulunur. Ve ey müslümanlar!. (sizin üzerinize gerek toplu ve gerek dağınık bir halde yemenizden dolayı da bir günah yoktur) yani: Bir hanede toplanan müslümanlar, içlerinde kör gibi mâzeret sahipleri bulunsun, bulunmasın, bir kaptan toplu olarak yemek yiyecekleri gibi ayrı ayrı da yiyebilir, bir kere öyle toplu olarak yemekde çirkin görülecek bir cihet yoktur, bunun birliği temine, külfeti mene hizmet edeceği de düşünülebilir. Bununla beraber her ferdin kendi arzusuna göre yemek alarak tek başına yemesi de caizdir, bunda da bir zarar yoktur. Bununla birlikte tefsirlerde deniliyor ki: Vaktiyle müminlerden “Beni Leys” gibi öyle âlicenap,misafirperver zatlar varmış ki, hanelerde misafir bulunmadıkça tek başına yemek yemekten üzülür imişler, hattâ içlerinden bazıları misafir gelmedikçe aç durur, birgün aradan geçse bile yemek yemez, misafir gelmesini beklerdi. Bazı müslümanlar da fakir olan yakınlarının veya dostlarının hanelerine gidince onların ihtiyaçlarını göz önüne alarak yemeklerinden yemek istemezlerdi. Bu âyeti kerime ise böyle bir harekette bulunmaya lüzum olmadığını bildirmiş, tek başına da, toplu olarak da yemek yenilebileceğini ve belli yakınlık sahiplerinin vesairenin hanelerindeki yemeklerden istifade edilebileceğini beyan buyurmuştur. (İmdi) Ey müslümanlar!. Cenab-ı Hak’kın müsaadesinden istifade ediniz, onun lütuflarına sığının, şu beyan olunan (evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından) sabit, onun emriyle meşru bulunan (mübârek) ziyade hayır ve sevaba vesile olacak (hoş) işitenlerin nefislerini hoş ve taltif edecek olan (bir sağlık dilemek üzere kendinize) fertlerinden bulunduğunuz o haneler ehline (selâm veriniz) böyle selâm vererek, büyük bir hayır dilerlik eseridir, bir dostluk nişanesidir, Allah katında kabule karin olacak bir güzel duadır. Hatta deniliyor ki: Bir kimse eve girince ailesine selâm vermelidir. Onlar selâma daha lâyıktırlar. Hanede kimse bulunmazsa: “Esselâmü aleyna ve alâ ibadillahissalihin”=Selâm bizim üzerimize ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun.” diye selâm vermelidir, melekler bunu selâm ile karşılarlar. Tefsiri kebirde ve Ebussuud efendinin tefsirinde yazılı olduğu üzere ashab-ı kiramdan Hz. Enes demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme on sene hizmet ettim, yaptığım bir şey için “bunu ne için yaptın” diye sormadı ve terkettiğim bir şey için de “onu niçin terkettin” duye sual buyurmadı, yani başında bulunarak ellerine su döküyordum, mübârek başını kaldırarak buyurdu ki: “Her ne zaman ümmetimden birkimseye tesadüf edersen ona selâm ver, ömrün uzun olur ve hanene girince onlara selâm ver, hanenin hayrı artmış olur ve kuşluk namazını da kıl, çünkü Allah’a yönelen iyilerin namazıdır” yani: Hak’ka dönen ümmetin iyilerinin devam edecekleri bir güzel nafile namazdır. (İşte) ey ehli İslâm! (Allah sizin için ayetleri böyle) bir lütuf olmak üzere tekrar tekrar ve (açıkça beyan buyuruyor) sizi irşad ve uyanmaya davet buyurmuş oluyor (tâki akıl erdiresiniz) güzelce, akıllıca düşünerek o hikmet sahibi yaratıcının sizlere yönelen emirlerindeki, ebedî saadetinizi temine muvaffak olasınız. Ne büyük bir ilâhi lütuf!.

62. Muhakkak müminler, onlardır ki, Allah’a ve resûlüne îmân etmişlerdir ve onun maiyetinde cemiyetli bir iş üzerinde bulundukları zaman da ondan izin istemedikçe gidivermiş olmazlar. İşte onlar, öyle kimselerdir ki, Allah’a ve Resulüne îmân ederler. Binaenaleyh bazı işleri için senden izin istedikleri zaman artık sen de onlardan dilediğine izin ve onlar için mağfiret iste, şüphe yok ki, Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.

62. Bu mübârek âyet, hakiki müminlerin dinlerine ne kadar bağlı, peygamberin emrine ne derece itaatli olduklarını ve mühim bir hâdise dolayısiyle toplu bir halde bulundukları zaman, ictimai ahlâka riayet edip Resûl-i Ekrem’den müsaade almadıkça meclislerini terk etmediklerini bildiriyor. Resûl-i Ekrem’in de bunlardan dilediğine müsaade vermeğe Allah tarafından izinli ve onların haklarında istiğfarda bulunmakla görevli bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak müminler) mükemmel îmana sahip zatlar (onlardır ki) o müminlerdir ki: (Allah’a ve Resûlüne îman etmişlerdir) görünürde ve gizlide mümin (bulundukları zaman da) yani: Cuma ve bayram namazlarını kılmak veya cihada dair veya diğer mühim bir hadise hakkında danışmada bulunmak içinpeygamberin huzurunda toplanılmış olunca da îmanlarındaki olgunluğu gösterirler (ondan) o yüce peygamberinden (izin istemedikçe) ondan müsaade almadıkça o meclisi bırakıp (gidivermiş olmazlar) o müminler, bu kadar itaatkâr zatlardır. İşte onların güzelliklerini ifade etmek için buyruluyor ki: (onlar, öyle kimselerdir ki: Allah’a ve Resûlü’ne îman ederler) Ve bu îmanlarının tesiriyledir ki Resûlullah’tan izin istemeyi terk etmezler (binaenaleyh) o müminler (bazı) mühim (işleri için) Ey yüce Peygamber!. (senden izin istedikleri zaman) serbestsin (artık sen de onlardan dilediğine izin ver) hangisinin izin istemesi bir fayda ve hikmete dayanıyorsa onun hakkında müsaade lütufunda bulun (ve onlar için mağfiret iste) gerçekte izin isteği, özre, ihtiyaca mebni olsa da yine de istenmemesi daha iyi kabilinden olabilir ve dünyevî bir işin uhrevî bir işe takdimi lekesinden uzak olamaz. Bu sebeple haklarından mağfiret istemek faideden boş değildir. (şüphe yok ki, Allah çok bağışlayandır) kullarının kusurlarını ziyadesiyle af eder ve örter ve (pek esirgeyendir) kullarının üzerlerine ilâhi rahmetini ziyadesiyle akıtmaktadır. İşte o müminler için müsaade verilmesine, istiğfarda bulunulmasına dair olan ilâhi emir de bu mağfiret ve rahmet cümlesindendir. “Deniliyor ki: Resûl-i Ekrem, hutbe okurken münafıklığı ayıpladı. Orada bulunan münafıklar ise sağa sola bakar, kendilerini kimse görmeyecek ise hemen oradan çıkar giderlerdi, Kendilerini görecek kimse bulunursa o zaman durur, müslümanlar ile beraber namaz kılarlardı. Halbuki, hakiki müminler, bir lüzum görülmedikçe ve izin almadıkça o toplantı mahallinden ayrılıp gitmezlerdi. İşte bu âyeti kerime, bunlara işaret buyuruyor ve şuna da işaret buyurulmuş oluyor ki: Umuma ait mühim bir ictimai mesele hususunda toplanmış olan müslümanlara lâyık olan odur ki:Gerekmedikçe o meclisi terketmesinler. Bir lüzum görüldüğü takdirde de o meclise başkanlık eden zattan müsade istesinler. Çünkü içtimai ahlâk, İslâm terbiyesi bunu icab eder.

63. Aranızda Peygambere ait olan çağırmayı, bazınızın bazınıza olan çağırması gibi kılmayınız. Muhakkak ki: Allah, sizden saklanarak azar azar savuşup gidenleri bilir. Artık onun emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitne ermesinden veya kendilerine elem verici bir azabın çarpmasından sakınsınlar.

63. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’e karşı saygılı bir şekilde hitaplarda bulunulmasını emrediyor, o yüce Peygamberin huzurundan ayrılan, emirlerine muhalefette bulunan münafıkların dünyevî ve uhrevî felâketlere uğrayacaklarını bildiriyor. Bütün kâinatın yüce yaratıcısına karşı kullarının yapar oldukları şeylerin gizli kalamıyacağını ve herkesin kendi ameline göre muamele yapılacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müminler!. (aranızda Peygambere ait olan çağırmayı) yani: O yüce peygamberin hangi bir husus hakkında sizi huzuruna dâvet etmesini diğer bir yoruma göre de o yüce Peygamberin aleyhinizdeki duasını ve başka bir yoruma göre de Resûl-i Ekrem’e hitab etmeyi, onu hatırlamayı (bazınızın bazımıza olan çağırması gibi kılmayınız) Hazreti Peygamberin dâvetine hemen icabet ediniz, saadet huzuruna koşup gidiniz. Çünkü onun emrine koşuvermek bir görevdir. İkinci yoruma göre de: O yüce resûlün aleyhinizdeki bed duasına sebebiyet vermeyiniz, zira onun duası, ümmetin fertlerinin duaları gibi değildir, o yüce peygamberin duaları kabul olunur. Üçüncü yoruma göre de buyrulmuş oluyor ki: O kadri yüce peygambere karşı tam bir hürmet ve saygı ile nidâda bulunun, meselâ: Ona yalnız mübârek ismiyle veya künyesiyle hitabederek:”Ya Muhammed! .” yahut “ya ebelkasım” diye hitapta bulunmayın, belki: “Ey Allah’ın Resûlü!.”, “Ey Allah’ın nebisi!.” gibi saygılı bir şekilde hitab ediniz. O yüce Resûlü daima saygı ile anınız. (muhakkak ki, Allah sizden) Ey cemaati müslimin!. (saklanarak azar azar savuşup gidenlerin) bir takım münafık güruhunu (bilir) O bilen yaratıcıya karşı hiçbir şey gizli kalmaz. (artık onun) Cenab-ı Hak’kın veya Resûl-i Ekrem’in veyahut Hak Teâlâ ile yüce Peygamberden her birinin (emrine muhalefet edenler) Hz. Peygamberin huzurundan izin istemeksizin çıkıp savuşanlar, Resûl-i Ekrem’e karşı hürmetkârane vaziyet almaktan, şu muhterem Peygambere karşı tam bir saygı ile hitabetmekten kaçınanlar (kendilerine) dünyada (bir fitne) bir hastalık, bir musibet, bir mağlûbiyet (ermesinden veya kendilerine) ahirette (elem verici azabın çarpmasından) kendilerine cehennem ateşinin isabet etmesinden (sakınsınlar) çünkü onların o kötü hareketleri böyle bir cezadan boş olamaz. Bununla birlikte haklarında hem dünyevî, hem de uhrevî felâket ve azabın birlikte olması da düşünülebilir. “Rivayete göre münafıklar, cuma günleri peygamber mescidinde durmadan ve özellikle Hz. Peygamberin hutbesini dinlemekden sıkılarak mescid-i şeriften gizlice çıkmaya cür’et ederlerdi. İşte bu âyeti kerime, onların bu fena hallerini bildirmektedir.

“Tecellül” cemaat arasından azar azar çıkarak savuşmak demektir.

“Livaz” da biribiri ardında gizlenerek hareketini gizlemeye çalışmaktır.

64. Haberiniz olsun, iyi biliniz. Göklerde ve yerde ne varsa şüphe yok ki, Allah’ındır. Muhakkak ki, sizin üzerinde olduğunuz hâli ve ona döndürülecekleri günü bilir. Artık onlara yapmış olduklarını haber verecektir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

64. Ey insanlar!. Cenab-ı Hak’kın her şeye kâdir, dinsizleri de istediği şekilde cezalandırmağa muktedir olduğu şüphesizdir. Bir kere o yüce yaratıcının, kudret eserlerini gözününe alınız. Evet.. (haberiniz olsun, iyi biliniz!. Göklerde ve yerde ne varsa) hepsi de (şüphe yok ki, Allah’ındır) hepsini de yaratan, hepsine de sahip olan, hepsini de yok etmeğe ve tekrar diriltmeğe kâdir bulunan ancak o yüce yaratıcıdır. (muhakkak ki, sizin üzerinde olduğunuz hali) hal ve durumları ve kısaca ilâhi dine muvafakatta mı, muhalefette mi bulunduğunuzu, samimiyetle mi, münafıklık ile mi vasıflanmış olduğunuzu bilmektedir. (ve) bütün dinsizlerin, münafıkların (ona) o ezeli yaratıcıya, onun mahkeme’i kübrasına (döndürülecekleri günü) de (bilir.) Buna inanmışızdır. Ona hiçbir şey gizli kalamaz. (artık) o hikmet sahibi yaratıcı (onlara) o mânevi huzuruna getirilmiş olacak kullarına dünyadalarken neler (yapmış olduklarını haber verecektir.) kendilerini dünyadaki amellerine göre cezaya uğratacaktır, artık bunu düşünmelidirler!. (ve Allah Teâlâ her şeyi hakkiyle bilendir) onun ilminden çerçevesinden bir zerre bile hâriç kalamaz. Binaenaleyh o yüce mâbud, itaat eden ve âsi bulunan bütün kullarının da amellerini maksatlarını tam manasıyla bilmektedir, kendileri ona göre mükâfata veya cezaya kavuşturacaktır. Evet.. O Hikmet sahibi yaratıcı Hazretleri, insanları irşad edecek olan Peygamberlerini, kitaplarını insanlık âlemine lütufen göndermiş, ilâhi kudretini gösteren âyetleri, yaratılış harikalarını teşhir buyurmuş, artık hiç bir kimsenin bir mazeret ileri sürmesine imkân kalmamıştır. Nitekim bu son bulan mübârek sureyi takib eten Fürkan suresınde bu hakikatları izah buyurmaktadır. Artık, her akıllı insanın bunları güzelce düşünerek hayatını ona göre tanzim etmesi lâzımdır. Başarı Allah’tandır.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN