FURKAN SURESİ

31. Ve işte biz böyle her bir Peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve sana bir yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin kifayet eder.

31. Hak Teâlâ da o nezih peygamberine teselli vermiş olmak için buyuruyor ki: (ve işte biz böyle) sana kendi kavminden hikmet gereği düşmanlar meydana getirimiş olduğumuz gibi vaktiyle de (herbir Peygamber için) kendi kavimleri arasında (günahkârlardan bir düşman) topluluğu halk (kılmışızdır) bu bir hikmet gereğidir. Artık Ey Son Peygamber!. Sen de diğer Peygamberler gibi sabır et, kavmin arasındaki iftiracıların sözlerinden dolayı fazla üzülme (ve) seni himaye edecek olan, ancak Kerim Yaratıcıdır. Evet.. (sana bir yol gösterici ve yardım edici olarak Rab’bin kifayet eder.) Nitekim bu ilâhi vâd da gerçekleşmiş, Resûli Ekrem Efendimiz, müşriklere üstün gelerek İslâmiyeti her tarafa yaymağa muvaffak olmuş, hidâyet nuru Arap Yarımadası ve yavaş yavaş nice diyarları aydınlatıp durmakta bulunmuştur.

32. Ve kâfir olanlar dedi ki: Kur’an O’nun üzerine toplu bir halde indirilmiş olmalı değil mi idi? Onunla kalbini takviye etmek için böyle parça parça indirdik. Ve onu âyet âyet beyan ettik.

32. (Ve kâfir olanlar) düşmanlıkları, kıskançlıkları sebebi ile hakkı kabul etmeyen, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini görmeyen kimseler (dedi ki: Kur’an-ı onun üzerine) o Peygamberlik iddiasında bulunan zata (toplu bir halde indirilmiş olmalı değil mi idi?.) Tevrat, Zebur, İncil birden indirilmiş olduğu gibi Kur’an da birden indirilmeli idi, öyle parça parça indirilmemeli idi. Bu inkârcılar Kur’an-ı Kerim ile diğer kitaplar arasında farkı ve parça parça indirilişindeki hikmeti anlayamıyorlardır. İşte Cenab-ı Hak bu hususta da işaret için buyuruyor ki: Ey yüce Peygamber (onunla) o Kur’an-ın âyetleriyle (kalbini takviye etmek için) onu (böyle parça parça indirdik) görülen faide ve hikmetten dolayı âyet âyet, sûre sûre inmiş oldu (ve onu âyet âyet beyan ettik) duruma göre bir güzel şekilde düzenleyip ve üstün kılmak söz mucizesi meydana getirmiş olduk. Evet.. O inkârcılar, Kur’an-ı Kerim ile diğer semâvî kitaplar arasındaki farkı takdir edemiyorlardı. Halbuki, Kur’an-ı Kerim birçok özelliklere sâhiptir. Özet olarak:

1. Gerçek şu ki, diğer semavî kitaplar da pek mübârektir, bir kısım dinî hükümleri içinde bulundurmaktadır. Fakat onlar, kendilerini tebliğ eden Peygamberlerin peygamberlikleri hakkında bir söz mucizesi mahiyetinde değildir. Beyanı çok açık olan Kur’ân ise hem birçok hükümleri kapsar, hem de Resûl-i Ekrem’in peygamberliği hakkında bir büyük mucizedir.

2. Resûl-i Ekrem Efendimiz hiçbir kimseden bir şey okuyup yazmamış olduğu halde onun tebliğ ettiği Kur’an’ın âyetleri pek beliğ, güzel bir tarzda bulunmaktadır, her yüce âyet, Peygamber efendimizin peygamberliğine biter şahit mesabesinde olup bir kısmı gayb bilgilerine ait haberleri kapsamaktadır.

3. Yüce Peygamber efendimizden vakit vakit birçok şeyler soruluyor, bunlara cevap olmaküzere âyetler nazil oluyordu ve yine o yüce peygambere zaman zaman zahmetler veriliyor, mübârek kalbini mahzun edecek lakırdılar söyleniyordu, bunlara cevap olmak ve birer teselli vesilesi bulunmak için de âyetler vakit vakit nazil oluyordu.

4. Kur’an âyetlerinin bir defada, birden inmemesindeki bir büyük hikmet de bu müslümanlar hakkında kolaylıklar göstermektir. Çünkü birden nazil olsa idi müslümanların daha İslâm’ın başlangıcında bütün şeri hükümler ile birden mükellef olmaları icabederdi, kendilerine böyle bir teklif pek ağır gelirdi. Halbuki, yavaş yavaş nazil olması dinî hükümlere kolayca alışmaya vesile olmuştur.

5. Cibril-i Emin’in vakit vakit inerek Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini getirmesi, bu vesile ile Resûl-i Ekrem’le tekâr tekrar karşılaşması, Peygamber Efendimiz hakkında bir ilâhi sevgi ve şefkat idi, onun mübârek kalbini güçlendirmeye kendisine teselli vermiş olmaya sebep bulunmakta idi, ve o sayede Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, bir takım gaybi haberlere ait hallere vâkıf bulunmuş oluyordu.

33. Ve onlar sana herhangi bir mesel ile gelmezler ki, illâ biz sana hakkı ve tefsirce daha güzelini getirmiş oluruz.

33. (Ve) Ey mahlûkatın en şereflisi eşsiz peygamber!. (onları) o inkârcılar (sana herhangi bir mesel ile) peygamberlik şânına aykırı bir iftirâ ile, bâtıl bir şüphe ile, mesela: gökten bir hazinenin inmesi gibi, Kur’an-ı Kerim’in birden nâzil olması gibi hikmete aykırı bir temenni ile (gelmezler ki illâ) geldiler mi?. (biz sana hakkı) ortaya çıkaracak olan bir cevabı (ve tefsirce daha güzelini) açıklama bakmından en mükemmelini, haddizatında en yüksek güzellik derecesi ve üstünlüğe sâhip olan açıklamaları (getirmiş oluruz) seni her yönden aydınlatır ve güçlendirir, hısımlarınakarşı pek mükemmel cevaplar vermeğe gücü yeter bir halde bulundurmuş oluruz. Dâima gâlip gelme, peygamberlik tarafından tecelli eder durur.

34. Onlar, o kimselerdir ki: Yüzleri üzerine cehenneme haşrolunurlar. İşte onlar mevkice en fena ve yolca en sapkındırlar.

34. (Onlar) O Resûl-i Ekrem’e karşı muhalif cephe de yer alanlar (o kimselerdir ki) yarın kıyâmet günü (yüzleri üzerine cehenneme haşrolunurlar) dünyadaki ters düşüncelerinin bir cezası olmak üzere öyle perişan bir halde cehenneme sevkedilmiş bulunurlar (İşte onlar) o îmandan uzak kalan lânetli kimseler (mevkice en fena) bir haldedirler (ve yolca) da, tâkibettikleri yol itibariyle de (en sapıkdırlar) en ziyade sapıklığa düşmüş, hidayetten uzak kalmış kimselerdir. “Ebu Hüreyre Radiallahu Teâlâ anhın Resûl-i Ekrem Sallallahu Teâlâ aleyhi vesellemden rivayet ettiği bir hadis-i şerıfe göre insanlar, mahşerde üç sınıfa ayrılacaktır. Bir sınıfı hayvanlara binerek haşroluracaktır, bir sınıfı da yaya olarak haşredilecektir, bir sınıfı da yüzleri üzerine haşredilmiş olacaktır. Yine Resûl-i Ekrem’den şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Onlar ayakları üzerine yürütmeğe kâdir olan Allah Teâlâ, onlar yüzleri üzerine yürütmeğe de kâdirdir” buna inanmışızdır. Artık insanlar daha dünyadalarken hallerini güzelce tanzim etmelidirler ki, ahiret âleminde müşkül bir durumda bulunmasınlar. Ve başarı yalnız Allah’tandır.

35. Ve Celâlim hakkı için Musa’ya kitabı verdik ve onun maiyetinde kardeşi Harun’u vezir kıldık.

35. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’i teselli etmek için ve kavminin dikkat nazarlarını celb için Hz. Musa ile Hz. Harun’un bir Hz. Nuh’un kıssalarını bildiriyor,Peygamberlerine karşı düşmanca bir vaziyet almış olan Ad, Semud gibi eski kavimlerin fecî felâketlere uğramış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey son peygamber!. (cemâlim hakkı için) bir olan zatıma yemin olsun ki (Musa’ya kitabı verdik) ve Tevrat’ı indirdik (ve onun maiyetinde) ona yardımcı olarak (kardeşi Harun’u vezir kıldık) Hz. Harun, aynı zamanda peygamberlik ve risalet hususunda Hz. Musa’ya ortak bulunuyordu. Çünkü “Essiracül münîr” adlı eser de denildiği gibi peygamberlik ve risalet ile vezirlik arasında aykırılık yoktur. Bir zamanda birçok peygamberler gönderilip birbirlerine vezirlikle, yardım etmekle memur olmuş olabilirler.

36. O vakit dedik ki: Bizim âyetlerimizi tekzib etmiş olan kavme gidin. Sonra o kavmi tam bir helâk ile helâk ediverdik.

36. (O vakit) Hz. Musa ile Hz. Harun’a (dedik ki: Bizim âyetlerimizi) Firavun ile kavmine karşı açıkca gösterilen beyaz al gibi, âsa gibi çeşitli mucizeleri (tekzib etmiş olan kavme gidin) yani: Kıbt taifesine, Firavun’un kavmine, yardımcılarına giderek onları Allah’ın dinine davet edin. Musa Aleyhisselâm ile muhterem kardeşi ise bu emre binaen giderek onları hak dine davette bulundular, fakat onlar küfürlerinde sebat ettiler, o iki mübârek Peygamberi yalanlamağa cür’et gösterdiler. (sonra) o devam ettikleri yalanlamayı müteakip (o kavmi tam bir helâk ile helâk ediverdik) onların haklarında hayret verici bir helâk ile mahv ve yok olmalarına ait ilâhi hüküm tecelli etmiş oldu, küfürlerinde ısrarın cezasına kavuşmuş oldular. Artık ey peygamberlerin sonuncusu!. Bilinmiş oluyor ki: Peygamberliği, kitabı ilk inkâr edilen Peygamber yalnız sen değilsin. İşte Hz. Musa ile kardeşinin kıssası sana bir numune. Hz. Musa’ya Tevrat kitabı birden inmiş olduğu halde onu da yalanladılar, nice mucizelerigördükleri halde onları da tasdik etmediler. İşte o Peygamberlere yardım etmiş olan büyük yaratıcı, sana da vâd buyurmuş olduğu yardım ihsanı buyuracaktır. Onun kudreti her şeye fazlası ile kâfidir. İşte bu birinci bir kıssa. “Tedmir”: Hayret verici, korkunç, aslı idrak edilemeyecek derecede şiddetli olan bir yok etme demektir.

37. Ve Nuh kavmini de helâk ettik Peygamberleri tekzib ettikleri vakit onları boğduk ve onları insanlara bir helâk ile helâk ediverdik. Zalimler için bir acıklı azap hazırladık.

37. (Ve Nuh kavmini de) helâk ettik, onlar da helake uğramış oldular (Peygamberlerini tekzib ettikleri vakit) Nuh Aleyhisselâm’ın ve ondan evvelki Peygamberlerin peygamberlik ve risaletlerini inkâr küfürlerinde direttikleri zaman (onları garkettik) gökten kırk gün yağmurlar yağmış, yerlerin altındaki sular da fışkırıp çıkmış, yer yüzü bir deniz kesilmiş. Nuh Aleyhisselâm’ın gemisine sığınan müminler o tufan azabından kurtulmuş, bütün kâfirler de suların içinde kalmış, boğulup gitmişlerdir. (ve onları) o kâfirlerin boğulmalarını veya onların bu kıssalarını (insanlara ibret kıldık) onlardan sonra dünyaya gelecek kimseler için bir uyanış dersi kılmış olduk, onlar gibi inkâra devam edenlerin âkibetleri böyle pek korkunç bir helâkten başka değildir. (ve zalimler için) öyle kâfirlere mahsus (bir acıklı azap) da (hazırladık) ki, o da âhiret azabıdır, pek elim olan cehennem ateşidir. Bu da ikinci kıssadır.

38. Ve Ad’ı da, Semud’u da ve Res ashabını da ve bunların arasında birçok asırlar erbabını da helâk ettik.

38. (Ve Adı’da) Hud Aleyhisselâm’ın kavmini de rüzgâr ile helâk ettik. Bu da üçüncü bir kıssa. (Semud’u da) Salih Aleyhisselâm’ın kavmini de bir gürültü ile helâk ettik. Bu da dördüncü bir kıssa. (ve Ress ashabını da) helâk ettik. Bu dabeşinci bir kıssadır. Bir rivayete göre bu kavim, Yemame civarındaki bir bölgede veya Antalya’da Res denilen bir kuyu civarında ikâmet edip putlara tapınan bir taife imiş. Kendilerine Şüayb Aleyhisselâm Peygamber gönderilmişti. O mübârek zatı inkâr ettiler, nihayet kuyularının suları kurumuş, kendileri bir zelzele ile mahvolup gitmişlerdir. (ve bunların arasında) bu muhtelif, inkârcı taifelerin arasında (bir çok asırlar erbasını da) helâk ettik. Evet.. Küfürleri yüzünden daha nice kavimler de helâk olmuşlardır ki, onların miktarı, tafsilâtını ancak Cenab-ı Hak bilir.

39. Ve bütün onların kendileri için misaller getirdik ve hepsini de kırdık geçirdik.

39. (ve bütün onların kendileri için) o felâketlere uğramış eski kavimlere küfür ve isyandan kaçınmaları için Peygamberleri vasıtası ile (misaller verdik) birçok acib kıssalar, uyanmayı gerektirecek olaylar beyan buyurduk, onlara doğru yolu göstermiş olduk. Buna rağmen onlar nasihat almadılar, yine inkârlarında, isyanlarında devam ettiler (ve hepsini de) bu kötü hareketlerinin bir cezası olmak üzere (kırdık geçirdik) hepsini de acib bir surette helâk etmiş olduk. İşte küfür ve isyanın müthiş âkibeti!. Artık sen peygamber Hazretlerinin risaletini kabul etmeyen, onun tebligatına muhalefet eden taifeler de bunu düşünsünler, onlar da o eski kavimlerin tarihi hallerine pekâlâ vâkıf bulunmaktadırlar.

40. Ve andolsun ki, felâket yağmuruna tutulmuş olan beldeye varmışlardı. Artık onu görür olmamışlar mı idi? Hayır öldükten sonra dirilip kalmayı ummaz olmuşlardır.

40. Bu mübârek âyetler, peygamber asrındaki bir kısım müşriklerin de eski kavimlerin yok olan yurtlarını gördükleri halde onlardan ibret almadıklarını bildiriyor. Bilakis Hz. Muhammed’in peygamberliğini uzak görerek onunla alaya cür’et gösterdiklerini kınamak için teşhir ediyor. O müşriklerin neticedeazaba uğrayınca doğru yoldan çıkmış olduklarını anlayacaklarını ve öyle hevâlarına tapan kâfirlere Resûl-i Ekrem’in ilgilenme ve savunmada bulunamıyacağını ve onlardan ekserisinin hayvanlardan daha sapık ve işitmek, anlamak kabiliyetinden yoksun kimseler olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve andolsun ki,) o Muhammed’in Peygamberliğini inkâr eden Kureyş müşrikleri ve diğerleri (felâket yağmuruna tutulmuş olan karyeye) Lût kavminin mahv ve harâb olan yurtlarına varmışlardı. (artık onu görür olmamışlar mı idi) elbette görmüşlerdi, ondan bir ibret dersi almalı değil mi idiler?. Küfürlerinden ve eşcinsellik gibi çirkin hareketlerinden dolayı Lût kavminin beş beldesinden dördü üzerine gökten taşlar yağarak hepsi de helâk olmuşlardı. Yalnız bir belde ahalisi öyle çirkin bir harekette bulunmadıkları için onlar bu felâkete uğramamışlardı. (hayır) o çağdaş müşriklerde (öldükten sonra dirilip kalkmayı ummaz olmuşlardır) onlar da kıyameti inkâr edenler, bunun içindir ki, tarihten ibret almazlar, sonunda daha nice azaplara tutulacaklarını düşünmezler, bu sebeple o şirk dolu hareketlerinde devam eder dururlar.

41. Ve seni görünce de seni ancak bir eğlence yerine tutuyorlar, Allah’ın Peygamber olarak gönderdiği bu mudur diyorlar.

41. (Ve) Ey yüce peygamber!. O müşriklerin cahilliğine davranışlarının alçaklığına son yoktur. Hatta onlar (seni görünce de seni ancak bir eğlence yerine tutuyorlar) senin yüceliğini, faziletini, onların haklarında ne kadar iyilik ister olduğunu takdir edemiyorlar, bilakis alay etme alçaklığında bulunuyorlar. (Allah’ın Peygamber olarak gönderdiği bu mudur, diyorlar.) Hz. Muhammed’in öyle Peygamberliği apaçık olan bir zatın risaletini uzak görüyorlar.

42. Az kaldı ki bizi mabûtlarımızdansapıtıversin, eğer biz onların üzerine sabreder olmasa idik diyorlar ve yakında azabı gördükleri zaman yolca kimin daha sapık olduğunu bileceklerdir.

42. O müşrikler, küfür ve şirk üzere sebat ettiklerini bir başarı sanarak şöyle de iddiada bulunuyorlar: (az kaldı ki,) o Peygamberlik iddia eden zat (bizi mabutlarımızdan sapıtıversin) bizi onlara ibadetten uzak düşürsün (eğer biz onlar üzerine sabreder olmasa idik) onların ibadetlerine devam hususunda sabır ve sebat göstermese idik elbette bizi onlara tapmaktan yoksun bırakacak idi diyorlar. (ve) Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Onlar (yakında azabı gördükleri zaman) ahirete sevkedilerek cehennem ateşine atılacakları vakit artık dünyada iken (yolca kimin daha sapık) bulunmuş (olduğunu bileceklerdir.) müminlerin mi, yoksa kendilerinin mi sapıklık içinde yaşamış olduklarını anlayacaklardır. Artık kendilerinin sapıklık içinde kalmış oldukları gerçekleşmiş olacaktır. Ama ne yazık ki, artık geçmişi geri getirme imkânı yoktur.

43. Gördün mü o hevasını mabut edineni? Artık seni mi onun üzerine bir vekil olacaksın?

43. Ey yüce Rasûl! O müşriklerin halleri ne kadar kınamaya lâyıktır?. (Gördün mü o hevasını mabût edineni?.) bir delile, bir düşünceye dayanmak mahlûkata tapınan kimsenin o pek cahilce hali ne kadar gariptir, tuhaftır, akıl ve hikmete aykırıdır. Binaenaleyh ey şânı yüce Resûl!. Sen mâzursun, öyle bir kimseyi düzeltmeğe bizzat güç yetiremezsin. (artık sen mi onun üzerine bir vekil olacaksın?.) Onu öyle heva ve hevesine tâbi olmaktan geri bırakıp muhafaza edeceksin?. O kabiliyetini öyle kötü kullanarak hidayet yolundan ayrılmıştır. Öyle sapıklık erbabını korumaya senin kudretin yoktur, sen mâzursun.

44. Yoksa zanneder misin ki, onların ekserisiişitirler veya akıllıca düşünürler? Onlar başka değil, hayvanlar gibidirler, belki onlar yolca daha sapıklardır.

44. Ey Yüce Resûl!. Sen o gibi mürşik kimseleri olanca azim ve gayretle irşada, aydınlatmaya çalışıyorsun. Ne yazık ki onlar, istifade kabiliyetlerini kaybetmiş kimselerdir (yoksa zanneder misin ki, onların ekserisi işitirler) senin öğütlerini dinlerde kendilerini fenalıklardan uzaklaştırırlar? (veya) onları (akıllıca düşünürler?.) ne gezer.. Onlar yaratılıştan gelen güzel kabiliyetlerini, akli güçlerini elden çıkarmış kimselerdir. Onlar güzelce düşünmek, haklarındaki hayır ister öğütleri takdir edebilmek kabiliyetinden mahrum kalmışlardır. (onlar başka değil, hayvanlar gibidirler) nasihatlardan, âyetlerden yararlanmış olmamak husundan hayvanlar kabilinden kimselerdir. (belki onlar) o müşrikler (yolca) hayvanlardan (daha sapıklardır) Çünkü: Hayvanlar, kendilerini besleyen sahiplerine boyun eğerler. Kendilerine zararlı olan birçok şeyleri bilirler, onlardan çekinirler, kendi atlayacakları yerleri bilip dosdoğru oraya giderler. O müşrikler ise kendilerini yaratan Yüce Yaratıcının emirlerine itaat etmezler, onun kendi haklarındaki lütuf ve ihsanını takdir edemezler, karşılarında parlayıp duran Allah’ın birliğini kudret ve azamet delillerini görmezler, körükürüne yaşarlar, şeytanca vesveselere tâbi olurlar, bir takım âciz, fani mahlûklara, kendi heva ve heveslerine tapınmak cehaletinden geri durmazlar. Mamafih, hayvanlar, mükellef olmadıkları için kendi hareketlerinden sorumlu değildirler. İnsanlar ise mükelleftirler, bütün amellerinden dolayı sorumludurlar “Heva ve heves” kendilerine uyulan bâtıl, zararlı şeyler demektir.

45. Görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatmıştır. Eğer dileyecek olsa idi onu elbette sakin kalırdı Sonra güneşi gölge üzerine bir delil kıldık.

45. Bu mübârek âyetler, âlemi yaratan Allah Teâlâ hazretlerinin mukaddes varlığına şahitlik eden çeşitli delilleri kapsar. İnsanlığın istifadesi için yaratılmış olan bir kısım yaratılış izlerini tefekkürün gereğine işaret ediyor. Buna rağmen birçok insanların nankör, kıymet bilmez bir halde bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey şânı Yüce Resûl!. (Görmedin mi) Kerim olan yaratıcının kudretinin sanatına, hilkatının şaheserine bakmadın mı? Elbette ki, bakmış bulunuyorsun, (gölgeyi nasıl uzatmıştır) fecrin doğuşu ile güneşin doğuşu arasında uzatılmış bir tarzda ortaya çıkan gölge, daha güneş bulunmadığı halde nasıl şahane şekilde vücude gelmektedir. Sonra güneşin doğuşu anında her şeyin gölgesi ne kadar uzun, bir biçimde görünmeğe başlamaktadır. (eğer) o Kudret sahi Allah (dileyecek olsa idi onu) o gölgeyi (elbette sakin kilarda) o gölge sâbit bir halde kalırdı, onu güneş yok edemez, değiştiremezdi. Ve Cenab- Hak buyuruyor ki: (sonra güneşi gölge üzerine bir delil kıldık) artık insanlar güneş ile onun yürüşündeki değişmeler ile gölgelerin hallerine, bir yerde ne kadar sâbit olacağına, ne zaman oradan ayrılacağına delil getirmiş bulunurlar. Eğer güneş olmasa idi gölge bilinemezdi, nur olmasa idi karanlık bilinemezdi, çünkü eşya zıtlarıyla bilinir.

46. Sonra onu o gölgeyi azar azar kendimize dilediğimiz yöne çekip almışızdır.

46. Cenab-ı Hak, diğer bir kudret ve hikmet belirtisine işaret için buyuruyor ki: (Sonra onu) o gölgeyi (azar azar) yavaş yavaş (kendimize) dilediğimiz yöne (çekip almışızdır) artık hiçbir yaratık onu başka bir yöne çevirmeğe gücü yetmez. Gölgelerin devamlı olarak durması uygun olmadığı gibi hemen birden uzaklaştırılması da insanların faydasına uygun değildir, aksi takdirde insanlam birçok işleri yüzüstü bırakılmış bir halde kalmış olur.Binaenaleyh güneşin bir müddet devamı, gölgenin ona göre değişim göstermesi, sosyal hayatın ihtiyaçlarını tatmin, hikmet ve faydasını kapsamaktadır.

47. (O, o) mukaddes zat (dır ki: Sizin için geceyi bir örtü ve uykuyu bir rahat ve gündüzü de bir yayılma zamanı kıldı.

47. (O) güneşi, gölgeleri ve diğer hâdiseleri yaratan (o) en yüce zat (dır ki) Ey insanlar!. (sizin için geceyi bir örtü) kılmıştır. Gecenin karanlığı bir elbise gibi sizi örter, eşyayı gizler (ve uykuyu bir rahat) kılmıştır. Geceleyin meşgalelere son verilir, bedenler rahata kavuşur, herkes uykuya dalarak istirahate kavuşur (ve gündüzü de bir yayılma zamanı kıldı) gündüz olunca herkes uyanır, yeni bir hayat faaliyeti başlar, rızkını vesair menfaatlerini temine çalışır. Adeta bir ölüm demek olan uykudan uyanıp kalkar, bir haşir ve neşir hükmünde bulunan uyanıklık haline gelmiş olur.

48. (Ve o, o) Kerim zat (tır ki: Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderdi ve gökten tertemiz bir su indirdik.

48. (ve o) Hikmet sahibi yaratıcının mukaddes varlığına şahadet eden şu delile de bakınız ki: (o) yüce zat (dır ki: Rüzgârları rahmetinin önünde) yani: Yağmurlardan önce (bir müjdeci olarak gönderdi) yağmur yağacağını müjdelemektedir. Bu ne büyük bir ilâhi lütuftur?. Evet.. O yüce halikın, lütuflarına bakınız ki, şöyle buyuruyor: (ve gökten) buluttan, üstünüzden hayatın mayası olan (tertemiz bir su indirdik) bir su ki, hem de başkasını temizleyicidir. İnsanlığın hayatını devam ettirmesine bir vesiledir, birçok faidelere sahiptir.

49. Tâki onunla bir ölü beldeyi ihya edelim ve yaratmış olduklarımızdan bir nice hayvanları ve birçok insanları sulayalım.

49. İşte o Kerim olan yaratıcı buyuruyor ki: Osuyu indirdik (Tâki onunla bir ölü beldeyi diriltelim) o belde arazisini bitki bitirme gücüne nâil kılalım, birçok ekinler ile, sebzeler ile, ağaçlar ile yeniden bir hayat bulmuş gibi olsun (ve yaratmış olduklarımızdan) develer, sığırlar, koyunlar gibi (birnice hayvanlar ve birçok insanları sulayalım) bu hayat sahipleri o sulardan istifade ederek en büyük hayati ihtiyaçlarını sağlamaya muvaffak olsunlar. İşte bu hikmet dolayısı iledir ki, yeryüzünün her tarafında çeşitli su kaynakları mevcuttur, birnice ırmaklar çeşmeler akıp durmaktadır. Bütün bunlar, birer büyük ilâhi nimettir.

50. Mukaddes zatım için onu o yağmur nimetini tefekkür etsinler diye aralarında türlü türlü suretlerde bulundurmaktayız. Halbuki insanların pek çoğu ancak nankörlükte bulunmuştur.

50. İşte Hak Teâlâ Hazretleri buyruyor ki: (Zatı akdesim hakkı için onu) o yağmurların inişini, o nimetlerin arka arkaya gelişini insanlar (tefekkür etsinler için aralarında) öteden her (türlü türlü suretlerde bulundurmaktayız) muhtelif yerlerde vakit vakit yağmurlar yağıyor, oralarda bulunanlar ondan istifade ediyorlar. Bu ne büyük bir nimet!. Diğer bir görüşe göre de: “Yağmurları, bulutları yaratıp, varetmeye ait izahları, gerek Kur’an-ı Kerim ile ve gerek diğer semavi kitaplar vasıtasiyle insanlar ârâsında tetrar tekrar ifade etmişizdir” tâki bu beyanattan insanlar yararlanmış olsunlar, nâil oldukları nimetlerin kıymetini bilip şükrünü edaya çalışsınlar. (Halbuki: İnsanların pek çoğu ancak nankörlükte bulunmuştur) bu nimetleri kendilerine ihsan eden yüce yaratıcıya kulluk etmekten kaçınmış, bir takım yaratıklara tapınmakta bulunmuş, Allah fikrinden mahrum kalmışlardır. Hattâ deniliyor ki: Cahiliyyet zamanında bir takım kimseler, yağmurların yağmasını bir takım yıldızların düşmesi veya doğmasına hamleder, bu yıldızları birer hakikiyaratıcı tanır, bunlara tapınırlardı. Şöyle ki: Onlara göre tan yerinin ağarması ile bêraber batı tarafındaki bir yıldız menzilinden düşer, onun rakibi olan diğer bir yıldız da hemen doğu tarafından doğmuş olur. İşte bu, yıldızların böyle düşmesi üzerine bu yağmurlar yağmaya başlarmış. Yıldızların bu düşmesine “Nev” denilir ki: çoğulu “Enva”dir. Böyle bir iddia, tabiata tapma neticesinde oluşan bir kanaattir ki bâtıl oluğu gâyet açıktır.

51. Ve eğer dilemiş olsa idik elbette her beldede bir korkutucu gönderirdik.

51. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün beldeler ahalisine Peygamber gönderilmiş olduğunun ve bu hususta münkirlere aldırmayıp onlara karşı cihad ile vazifeli bulunduğunu bildiriyor. Yüce Yaratıcı Hazretlerinin birliğine, kudretine diğer birer delil olmak üzere denizlerin farklı durumlarını ve insanların iki kısma ayrılmış olduğunu düşünmek için gözler önüne koyuyor. Kâfirlerin de ne cahilce hareketlerde bulunduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey son peygamber!. (eğer dilemiş olsa idik elbette her karyede) her beldede onun ahalisi için (bir korkutucu) bir Peygamber (gönderirdik) bu peygamberlik vazifesi, yalnız sana bağlı kalmazdı. Fakat senin kadrini yüceltmek seni diğer Peygamberlere üstün kılmak için böyle müstakil ve bütün insanlığa yönelmiş bir şânı yüce Peygamber olmak üzere göndermiş olduk.

52. Artık sen kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur’ân ile büyük bir cihat ile mücahedede bulun.

52. (Artık) ey seçkin ve yüce peygamber!. (sen kâfirlere itaat etme) onlara karşı yumuşaklık gösterme, öyle güzel muamele ile İslâm dâiresine girecek kabiliyette bulunmayanların kalplerini ısındırmak için kendilerine yaltaklanarak muamelede bulunma (ve onlara karşı bununla) Kur’an-ı Kerim’i okuyarak,ondaki öğütleri, kıssaları, eski inkârcı kavimlerin başlanna gelmiş olan azapları bildirmek suretiyle (büyük bir cihad ile mücahedede bulun.) Çünkü bütün insanlığı bu şekilde İslâm dinine davet etmek, büyük bir cihattır, açık ve gizli mücahedeleri câmidir. Bu suretle birçok kimseler uyanarak İslâm şerefine nâil olabilirler. Hattâ deniliyor ki: Câhil ahmak kimselere karşı böyle ilmi deliller ile cihatta bulunmak, düşmanlara karşı kılıç ile cihatta bulunmaktan daha büyüktür. İşte güzel öğütün mühim neticeleri!.

53. Ve o, o büyük yaratıcı dır ki: İki denizi kendi mecralarına salıvermiştir, şu lezzetlidir fazlaca tatlıdır, şu da tuzludur, acı bir sudur. Ve ikisinin arasına da bir hail, görülemiycek bir perde vücuda getirmiştir.

53. (Ve O, O) Büyük Yaratıcı (dır ki: İki denizi kendi akış istikametlerine salıvermiştir) onlar birbirine yakın, bitişik ve pek geniş oldukları halde yine biribirine karışmıyorlar. İlâhi Kudret ile ayrı ayrı akıp duruyorlar. (şu) deniz suyu (lezzetlidir, fazlaca tatlıdır) son derece lezzetli bulunmaktadır (şu da) şu ikinci deniz de yakıcı bir derecede (tuzludur, acı bir sudur) böyle biribirine yakın iki deniz oldukları halde suları arasında böyle büyük fark vardır. Bu ne büyük bir ilâhi kudret eseri!. (ve) o Büyük Yaratıcı bu (ikisinin arasıda da bir engel) bir mâni (görülemiyecek bir perde) veya pek ziyade bir zıtlaşma (vücude getirmiştir) herbiri sanki diğerinden uzaklaşarak kaçınır, birinin suyu diğerine tesir edemez. Nitekim ırmaklar ile denizler arasında da böyle bır fark görülmektedir. Irmak suları tatlı olduğu halde birçok denizler acı bulunmaktadır. Bütün bunlar Allah’ın birer kudret eseridir.

54. Ve o, o kerim yaratıcı dir ki, sudan insanı yaratmıştır, sonra onu erkek ve dişi kılmıştır ve Rabbin her şeye tamamiyle kadirdir.

54. (Ve o, o) Kerim yaratıcı (dır ki: Sudan insanı yaratmıştır) Hz. Ademi başlangıçtasudan yaratmış, onun asıl yaratılışı sudan ibarettir. Onun çocukları ve torunları da birer damla su mesabesinden bulunan döl sularından yaratılmış ve yaratılmakta bulunmuşturlar (sonra onu) ilk suyu, bir yaratma devirleri neticesi olarak iki kısma ayırmış (erkek ve dişi kılmıştır) bu suretle aralarında neseb ve akrabalık meydana gelmiştir. Bir kısmının arasında nikâh câiz olmaz, bir kısmının arasında ise nikah helâl bulunur, bu şekilde de insanlar arasında akrabalık denilen bir yakınlık meydana gelmiş olur.

55. Böyle iken kâfirler Allah’ın gayrı kendilerine ne menfaat ve ne de zarar veremiyecek olan şeylere taparlar ve kâfirler, Rabbine karşı şeytanlara yardımcı olmuştur.

55. Böyle iken, Cenab-ı Hak’kın varlığı, kudret ve hikmeti bu denizler, bu insanlığın yaratılması sebebiyle de gözüküp durmakta iken o kâfirler (Allah’ın gayrı) yaratıcılık ve mabûdluk mertebesinin gerisinde bulunan, bu gibi yüksek vasıflara asla sahip olamayan ve (kendilerine ne menfaat ve ne de zarar veremiyecek olan şeylere taparlar) onların taptıkları putların hiçbir şeye gücü yetmediği bilinmektedir. İnsanlardan hiçbir fert de Cenab-ı Hak’kın takdiri, müsaadesi olmadıkça ne bir faideye ve ne de bir zarara kendi başlarına muktedir olamazlar. (ve) bu böyle iken yine herhangi bir (kâfir) Ebu Cehil gibi bir inkârcı (Rabbine karşı) o kudret ve azameti zikredilen yüce yaratıcının emirlerine muhalefet ederek ins ve cin şeytanlarına (yardımcı olmuştur) İslâmiyete karşı düşmanlık hususunda, bâtıl şeylere tapınmak hususunda şeytanlara, şeytan tabiatlı kimselere uyan kâfirler, ne kadar cehalette bulunmaktadır, kendilerini yaratmış, nimetlere nâil kılmış olan Kerim Rabbe ibadeti, şükretmeyi bırakarak öyle bâtıl, faydasız şeylere tapınmakta bulunuyorlar, kendilerini irşada çalışan,haklarında hayır isteyen bir yüce peygamberin gösterdiği selâmet yolunu tâkibetmiyerek kendilerini dehşetli bir helâke aday etmiş oluyorlar. Ne kadar üzülünecek, bir hareket!.

56. Ve biz seni ancak bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak gönderdik.

56. Bu mübârek âyetler. Resûl-i Ekrem’in ne gibi vasıflara sahip olduğunu, peygamberlik vazifesi karşılığında bir ücret istemeyip onun yüce gâyesinin insanlığı doğru yola iletmek olduğunu bildiriyor. Ve o yüce peygamberin ne kadar çok nefret gösterdiklerini kınamak için teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak yüce peygamberine iltifatta bulunuyor (ve) buyuruyor ki Ey yaratılanların en şereflisi olan Hz. Muhammed (biz seni göndermedik) seni bu sahip olduğun peygamberlik vazifesiyle mükellef kılmadık (ancak bir müjdeleyici ve korkutucu olarak) gönderdik, risalet vazifeslyle vazifeli kıldık, senin başlıca vazifen, îman ve taat sahiblerini sevap ile müjdelemektir, küfür ve isyan içinde yaşayanları da ceza ile, ilâhi azap ile korkutmaktır.

57. De ki: Ben bunun üzerine sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine doğru bir yol edinmek isteyen kimseyi istiyorum.

57. Ve Ey Yüce Peygamber!. O îmana davet ettiğin kimselere (de ki: Ben bunun iizerine) bu risaletimi size tebliğ ettiğimin karşılığında (sizden bir ücret istemiyorum) öyle bir zanda bulunmayın, benim peygamberlik şerefim, öyle zanlardan, töhmetlerden uzaktır. (ancak Rabbine doğru bir yol edinmek isteyen kimseyi) istiyorum, benim tebligatım üzerine imân şerefine nâil, hidayete ulaşanların varlığını, o vesile ile Allah yanında ecir ve mükâfata nâil olmamı Cenab-ı Hak’tan niyâz eyliyorum. Artık her insaf sahibi, düşünen insan için lâzım değil midir ki, bunu takdir ederek Allah’ın yoluna girmiş olsun?.

58. Ve ölmeyecek olan bir hayat sahibine tevekkül et ve ona hamd ile beraber tesbihte bulun ve kullarının günahlarına onun haberdar olması kifayet eder.

58. (Ve) Ey şânı yüce Resûl!. Bütün menfaatlerin elde edilmesi zararların giderilmesi hususunda (ölmeyecek olan bir hayat sahibine) yani ölmeyecek diri olan ve kıdem ve beka sıfatlariyle vasıflanmış bulunan Allah Teâlâ’ya (tevekkül et) yalnız ona itimatda bulun. Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan, ancak O’dur. Ölüme mahkûm olan mahlûkat ise tevekküle mahal olamaz, onlar fanidirler, onlara tevekkül edenler onların ölmeleriyle büyük ümitsizlik ve kedere, hayal kırıklığına uğramış olurlar. (ve) Ey en kerim dost!. (ona) o ezeli ve bâki olan mabûduna (hamd ile beraber tesbihte bulun) onun nimetlerine hamd ve şükret, onun mukaddes zatını bilcümle noksanlardan tenzihe çalış. Bu kulluk vazifesini ifa için () mübârek cümlesini çokça okumalıdır. (ve kullarının günahlarına onun) o büyük yaratıcının (haberdar olması kifayet eder) onların gizli ve âşikâr bütün günahlarını ve peygamber aleyhindeki dedikodularını, kötü niyetlerini Cenab-ı Hak tamamen bilmektedir. Artık sen, Ey Yüce Resûl!. Üzülme, onların küfurlerinden dolayı sen mesul değilsin. Onlar kendi cinâyetlerinin cezasına ergeç uğrayacaklardır.

59. O ki, gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yarattı, sonra arş üzerine hükümran oldu. O, Rahmandır, onu haberdar olandan sor.

59. Ey Yüce Peygamber!. (O ki) seni tevekkül ile tevhit ve tesbih ile mükellef kılan kerim mâ’bud ki (gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları) fezaları, maddeleri, çeşitli hayat sahiplerini (altı günde yarattı) yani: O kadar bir müddet içinde yoktan meydana getirdi. (sonra arş üzerine hükümran oldu) yani: İlâhi hükümranlığı tecelli etti, bütün bu vücudegeten âlemler üzerinde Cenab-ı Hak’kın tedbiri, idari hâkimiyyeti cereyan etmeğe başladı. İşte (o) bu kâinatı böyle yaratıp idare buyuran (Rahmandır) o Kerim ve merhamet sahibi olan yaratıcıdır ki, ondan başkasına kulluk edip bağlılık arzetmek, ta’zim secdesinde bulunmak asla câiz değildir. Artık (o’nu) öyle kısaca bildirilen kâinatın yaratılışına Cenab-ı Hak’kın arş üzerine istivasına ait meseleyi her şeyden hakkıyla (haberdar olandan sor) yani: Bütün kâinâtın zahirine, içyüzüne tamamiyle vakıf olan şânı yüce yaratıcı Hazretlerinden sual et, onun Kur’an lisanı ile, vahiy ve ilhamiyle açıklamalarını bekle. Çünkü o pek muazzam şeyler hakkında lâyıkı ile bilgi sahibi olabilmek için başka çare yoktur.

60. Ve onlara “Rahmana secde ediniz” denildiği zaman, dediler ki: Rahman nedir? Bize emrettiğine biz secde eder miyiz? Ve bu emir onların daha ziyade nefretlerini arttırdı.

60. (Ve onlara) o müşriklere (Rahmana secde ediniz) namaz kılınız kulluk secdesinde bulununuz (denildiği zaman) o kâfirler, bilmezlikten gelen bir vaziyet alarak (dediler ki: Rahman nedir?) biz onu bilmiyoruz, artık (bize emrettiğine) böyle neden ibaret olduğunu bilmediğimize (biz secde eder miyiz?.) Biz böyle bir secde emrine asla riayette bulunmayız. (ve) böyle rahmana secde ile emir veya müslümanların secdeye vardıklarını görmeleri (onların) o müşriklerin (daha ziyade) îmandan, hakka tâbi olmaktan (nefretlerini arttırdı) dinsizliklerinde ısrar edip durdular, böyle hidâyetlerine vesile olacak bir emre riayet etmediler, kulluk secdesinden kaçındılar. Ne büyük bir mahrumiyet!. Bu âyeti kerime, yedinci secde âyeti bulunmaktadır. Bunu okuyanın ve dinleyenin tilâvet sevdesinde bulunması hanefilere göre vâcip, diğer imamlara göre sünnettir.

61. Pek yüce o, büyük yaratıcı ki, gökteburçlar vücuda getirmiştir ve orada bir çırağ ve bir nurani ay yaratmıştır.

61. Bu mübârek âyetler, Allah’ın zatı için kullarının kulluk secdesi etmekle mükellef olduklarını büyük yaratıcının bir kısım yüce kudret eserlerine dikkat nazarları çekiyor. Hâlis kulların hareket tarzlarını ve ne gibi yakarışlarda bulunarak ibadete ve taate devam ettiklerini bildiriyor ve Allah’ın azâbının pek şiddetli olduğunu hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Pek yücedir) ortak ve benzerden uzaktır (o) Büyük yaratıcı (ki; Gökte burçlar vücude getirmiştir) bunlar gezegen denilen yedi yıldız için birer yüksek köşk mesabesinden bulunan yüksek menzillerdir. (ve orada) o gökte veya burçlarda (bir çırağ) yani: Güneş (ve bir nurani ay) geceleyin ışık saçan ayı (yaratmıştır) bunlar ne kadar büyük birer kudret eseridir!. “Burûç” lügatte burcun çoğuludur, yüksek makamlar, saraylar, köşkler demektir. Astronomi tâbirine göre: Oniki semavi makamdan ibarettir ki, bunlar Kuzu, Boğa, İkizler, Yengeç, Asian, Başak, Terazi, Akrep, Yay, öğlak, Kova, Balık, adındaki burçlardır. Kuzu ile Akrep, Merih yıldızının menzilleridir. Boğa ile Terazi, Zühre yıldızlarının menzilleridir. İkizler ile Başak, Utarit yıldızının mezilleridir. Yengeç, Ayın menzilidir, Aslan, Güneşin menzilidir. Yay ile Balık Müşteri yıldızının menzilidir. Oğlak ile Kova da Zuhal yıldızının menzilleridir. Bu burçlar, tabiat itibariyle üçer üçer olarak dört kısma ayrılmıştır. Şöyle ki: Boğa, Başak ve Oğlak burçları yaratıştan toprakla ilgilidir. Kuzu, Aslan ve Yay burçları yaratılıştan âteşle ilgilidir. İkizler, Terazi ve Kova burçları yarattlışlarından hava ile ilgilidir. Yengeç, Akrep ve Balık burçları da yaratılıştan su ile ilgilidir.

62. Ve o, o Hâlikı Kerimdir ki: Tefekkür eden veya şükürde bulunmak isteyen kimse için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca gelmektekılmıştır.

62. (Ve o) Kerim yaratıcı (dır ki, tefekkür eden) Cenab-ı Hak’kın şefkatini tefekkür edip, kudretinın san’atını düşünen (veya şükürde bulunmak isteyen) onun nâil olduğu çeşitli nimetlerine karşı şükretmeye bir kulluk vazifesi bilen (kimse için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca gelmekte kılmıştır) bunlardan her bir diğerine halef oluyor, biri diğerinin yerine geliyor, herbiri kendisine ait nurdan, ışıktan yeryüzündeki olanları faydalandırıyor. Bunlardan her biri, kendi hareketindeki, varlığındaki intizam ve hikmet itibariyle bir kudret hârikası, bir Allah’ın birliğinin delili mahiyetinde bulunmaktadır. Eğer bunların her biri daima aynı vaziyette bulunsa nizamı âlem, insanların menfeatleri zayi olur gider.

63. Ve Rahmanın hâlis kulları, onlardır ki, yeryüzünde mütevâzi bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “selâmetle” derler.

63. (Ve Rahmanın) O Rabbi Kerim’in samimi, düşünen (kulları) ise öyle kulluk secdesinden kaçınan kimseler gibi değildirler. O muhterem kullar (onlardır ki: Yeryüzünde mütevaziane bir halde bulunurlar) Allah’ın büyüklüğünü düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar, kendi âcizliklerini bilerek yumuşaklık ile, tevazu ile hareket ederler, kimseye karşı kibirli olarak, kendilerini öven bir vaziyet almazlar. (ve cahiller onlara hitabettikleri vakit) bir takım ahmaklar, o alçak gönüllü zatlara karşı hoş görülemiyecek lakırdılarda bulundukları zaman, o muhterem zatlar, fena bir tarzda karşlıkta bulunmazlar, belki (selâmetle derler.) yani: Haydi işinize gidiniz, sizinle bizim aramızda ne hayır ve ne de şer vardır, biz sizden selâmette bulunmaktayız, siz de hâlinizi düzelterek selâmete kavuşunuz.

64. Ve onlar ki: Rableri için secde edenler ve kıyamda bulunanlar olarak gecelerler.

64. (Ve onlar ki:) O samimi müminler ki (Rableri için secde edenler) oldukları: halde (ve kıyamda bulunanlar olarak) ibadete devam eder bir halde (geceler), böyle gecelerini ibadet ve taatle tamamen veya kısmen değerlendirmeğe çalışırlar, kerim mabûdumuza kulluk etmeye devam ederler.

65. Ve onlar ki: Ya rabbena! Bizden cehennem azabını defet derler. Şüphe yok ki, onun azabı, bertaraf olmayan bir hüsrandır.

65. (Ve onlar ki) O ibâdet eden mütteki kullar ki, Hak Teâlâ’ya yakarışta bulunarak (Ey Rabbimiz!. Bizden cehennem azabını defet derler) kendi güzel amellerine bu amellerinin devam edeceğine aldanmayarak böyle bir şefkat istemeye gerek görürler. Evet.. (Şüphe yok ki, o’nun) o müthiş cehennemin (azabı bertaraf olmayan bir hüsrandır.) bir sürekli felâkettir. Artık ondan korunmak, öyle bir azaba uğramamak temennisinde bulunmak her düşünen insan için bir görevdir.

66. Filhakika o cehennem pek kötü bir karargâh bir ikâmetgâhtır.

66. (Filhakika o) Cehennem, o ebedî azap yurdu (pek kötü bir karagâh) dır, pek âteşli bir istikrar yeridir (ve) orası kâfirler için pek müthiş, sonsuz (bir ikametgâhtır) orada sürekli azap görüp duracaklardır. Artık böyle pek korkunç bir cezâ yurduna sevkedilmemek için kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışmaktan ve kerem ve merhamet sahibi olan mabûdumuzun korumasına sığınmaktan başka çare yoktur. İşte samimi, düşünen müminler, bu görevi pek güzel değerlendirirler.

67. Ve onlar ki: Harcama yaptıkları zaman ne israfta ve ne de darlık göstermekte bulunmuş olmazlar. Bunun arasında mutedil bir halde bulunmuş olurlar.

67. Bu mübârek âyetler de samimiyet sahibi, mutteki olan kulların bir kısım seçkin özelliklerini güzel göstermek için beyanbuyurur. Dinen yasak olan şeyleri işleyenlerin de ne büyük bir sorumluluğa düşeceklerini hatırlatıyor. Fakat daha sonra tevbe edip, af dileyip de yararlı amellerde bulunacak olanların da ilâhi affa nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ve onlar) o salih kişiler (ki, harcama yaptıkları zaman) itidâlden ayrılmazlar, (ne israfta ve ne de darlık göstermekte bulunmuş olmazlar) üzerlerine düşen malî vazifeleri, sadakaları yerine getirirler, fakirlere, zayıflara iyilikte bulunurlar. Fakat lüzumsuz yere, gösteriş için israfta bulunmazlar, kendilerini ihtiyaç içinde bırakacak derecede başkalarına yardıma koşmazlar, aksine cimrilik göstererek yardım etmeye muhtaç olanlara da yardım etmekten geri durmazlar. (bunun arasında) böyle israf ile cimrilik arasında (mutedil bir halde bulunmuş olurlar) hayatlarında bir intizam bulunur, hem kendilerini muhtaç, güç bir halde bulunmaktan korurlar, hem de başkaları hakkında yardımda, iyi muamelede bulunur dururlar.

68. Ve onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya dua etmezler ve Allah’ın haram kıldığı nefisi öldürmezler, hakkıyla olan müstesnâ ve zinada bulunmazlar ve her kim bunu yaparsa büyük bir cezaya uğrar.

68. (Ve onlar ki) o dürüst, düşünen kullar ki: (Allah ile beraber başka tanrıya dua etmezler.) Cenab-ı Haktan başka mabûdluk sıfatına hiç bir kimsenin sahip olmadığını bilir, yalnız o şânı yüce yaratıcıya kullukta bulunurlar, ona duaya ve yalvarmaya devam ederler. (ve Allah’ın) öldürülmesini (haram kıldığı nefsi öldürmezler) öyle suçsuz kimselerin hayatlarına suikasdde bulunmaz (hak ile olan) katl ise (müstesnâ) usulü dairesinde kısas tatbiki gibi, İslâm varlığına hücum eden din düşmanlarına karşı savaşta bulunulması gibi haller, müstesnâ, bu takdirde hâlkın selâmetini temin için öldürmek câiz vebazan da gerekli olur. (ve) o iyi kullar (zinada) da (bulunmazlar) çünkü zina en çirkin, en mesuliyeti gerektiren bir cinayettir. (ve herkim bunu yaparsa) bu beyan olunan haramlardan hangi birini işlerse (büyük bir cezaya uğrar) hakkında ağır bir ceza uygulaması gerekli olur.

69. Onun için kıyamet gününde azap kat kat olur ve orada çeşit çeşit zillete tutulmuş olarak devamlı kalır.

69. (Onun için) o dinî yasakları işleyen herhangi bir şahıs için (kıyamet gününde azap kat kat olur) yaptığı alçaklığın lâyık olan cezasına uğrar (ve orada) o azap içinde (çeşit çeşit zillete tutulmuş olarak devamlı kalır) bedeni ve ruhani bir surette azap görür durur. İşte küfrün ve ona bağlı kötülüklerin neticesi, böyle dehşetli, ebedî bir azaptır.

70. Ancak tövbe eden ve îmân eden ve salih amel ile amelde bulunan müstesnâ. Artık Allah onların günahlarını sevaplara tebdil eder ve Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyici bulunmaktadır.

70. (Ancak) daha dünyada iken, bir güzel düşünce neticesinde (tövbe eden) yapmış oldukları kusurları terkederek onlardan kaçınan, Cenab-ı Hak’tan aflar temenni ederek (salih amel ile amelde bulunan) dinen övülmüş sevaba vesile bulunan güzel hareketlere, ibadetlere başlayan kimse (müstesna) Cenab-ı Hak onu af ve mağfiret buyurur. Evet.. (Allah Teâlâ) öyle tövbe istiğfar etmiş (olanların günahlarını sevaplara tebdil eden) kötülüklerini af ederek kendilerini güzel mükâfatlara nâil buyurur (ve Allah çok yarlıgayıcı)dır. Tövbekâr kullarının kusurlarını afveder ve örter ve o Kerim Yaratıcı (çok esirgeyici bulunmaktadır.) kusurlarını bilip itiraf eden, onları terk eyeleyen kullarını azaptan korur, haklarında rahmet ve şefkat ile muamele yapar.

71. Ve her kim tövbe etmiş ve salih ameldebulunmuş olursa artık şüphe yok ki, o Allah Teâlâ’ya rızasını kazanmış olarak döner.

71. Evet.. (Ve her kim tövbe etmiş ve salih amelde bulunmuş) meşru olmayan davranışlarına samimi bir şekilde son vererek üzerine düşen dinî vazifelerini ifaya başlamış (olursa artık şüphe yok ki, o) kimse bu güzel hareketi neticesinde (Allah Teâlâ’ya rızasını kazanmış olarak döner) artık vaktiyle yapmış olduğu günahları, kusurları ilâhi afv sayesinde işlenilmemiş gibi olur. İşte Hak Teâlâ Hazretlerinin kulları hakkında lütuf ve şefkati böyle pek ziyadedir. Binaenaleyh günahkâr olanlar, ümidsizliğe düşmemelidirler, hemen tövbe edip ve afv dileyerek ilâhi afva sığınmada bulunmalıdırlar.

72. Ve onlar ki, yalan yere şahitlikte bulunmazlar ve faidesiz bir şeye uğradıkları vakit kerimler olarak geçer giderler.

72. Bu mübârek âyetler de o seçkin kulların diğer bir kısım güzel vasıflarını, temennilerini bildiriyor, o muhterem zatların o yüksek vasıfları sebebiyle ne kadar güzel, muazzam, ebedî mevkilere, nimetlere nâil olacaklarını şöyle müjdelemektedir. (Ve onlar ki) o salih, mutteki kullar ki (yalan yere şahitlikte bulunmazlar) yahut yalan sözler söylenilen yerlerde hazır bulunup durmazlar, hakka aykırı, adâba zıt lakırdıları dinlemekten kaçınırlar. Çünkü, o gibi bâtıl şeyleri seyredip durmakta onlara ortak olmak demektir. (ve) o muttekiler (faidesiz bir şeye uğradıkları vakit) meselâ: Çirkin bir lakırdıyı işittikleri veya ahlâka aykırı bir hareket gördükleri zaman (kerimler olarak geçer giderler) kendi şereflerini koruyarak o gibi kötülüklerden yüz çevirmiş olurlar veyahut mümkün ise iyilik ile emir kötülükten sakındırarak işlenilen kötülüklerin ortadan kalkmasını sağlamaya çalışırlar, bu suretle de insanlık adına iyilikte, ihsanda bulunmuş olurlar.

73. Ve onlar ki, Rablerinin âyetleriylekendilerine öğüt verildiği zaman ona karşı sağır ve kör olarak yıkılıp durmazlar.

73. (Ve onlar ki) o güzel inançlı zatlar ki (Rablerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiği zaman) nasihatleri, hükümleri ihtiva eden Kur’ân âyetleri kendi yanlarında okunduğu zaman onları tam bir hürmet ile dinlerler (ona) o verilen öğüte (karşı sağır ve kör olarak yıkılıp durmazlar) onun yüce hakikatını idrak ederler, onu düşünüp dinleyerek kulluk secdesine kapanırlar, bir takım inançsızların, cahillerin, zillet çukurunda yıkılıp kalmış kimselerin o çirkin vaziyetlerinde asla bulunmazlar.

74. Ve onlar ki: “Ey Rabbimiz”! Bize eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et ve bizi takva sahiplerine iman kıl derler.

74. (Ve onlar ki) o ibâdetlerden mütteki müminler ki, daima Cenab-ı Hak’ka yakarış ve niyâzda bulunurlar (Ey Rabbimiz!. Bize zevcelerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et) diye dua ederler. Çünkü, bir kimsenin temiz, iffetli, dinî terbiyesi olan bir hanımefendiye sahip olması büyük bir mutluluk alâmetidir yine: Bir kimsenin itaatkâr, güzel inanç, ahlâka sahip evlâd ve torunlan bulunması, kendisi için tebrike değer büyük bir bahtiyarlık âlâmetidir, ruhen pek ziyade rahat olmasına büyük bir sebeptir. Binaenaleyh her akıllı, dindar zat, böyle yüksek ahlâk ile, güzelliklerle aydınlanmış olan bir aileye, bir hânedan fertlerine nâil olmasını Hak Teâlâ’dan temenni eder. (ve) öyle salih zatlar, ey Rabbimiz!. Bizi (takva sahiplerine imam kıl derler) yani: Ey Allah’ım!. (Bizi din ilmi ile, ahlâki faziletler ile vasıflandır. Bir haldeki, mümin, mutteki olan din kardeşlerimiz, dinî görevlerini ifa hususunda bize uysunlar. Biz hakdan korkan, dinî vazifelerini ifa etmek isteyen kimselere birer davranış rehberi olarak bu yüzden de manevî mükâfata nâilolalım. Diğer bir görüşe göre de Yarahbi!. Mütteki zatları bizim için bir davranış klavuzu kıl, onlara tâbi olalım, onlar ile beraber dinî vazifelerimizi ifa edelim. “Kurrete a’yun” gözlerin nuru, aydın olması demektir. Kalbin ferahlaması ruhun huzur bulmasuna ve iftihara vesile olan şey için kullanılır.

75. İşte onlar sabretmiş oldukları şey karşılığında en yüksek köşkler ile mükâfatlanacaklardır ve orada bir sağlık ve selâmet duasıyla karşılanacaktır.

75. (İşte onları) o açıklanan yüksek meziyetlere sahip, büyük mertebelere nâil olan zatlar (sabretmiş oldukları şey karşılığında) yani: Dini vazifelerini hakkiyle yerine getirme hususunda ve bir takım inkârcıların dedikodularına kıymet vermeyerek birtakım eziyetlere, hoş olmayan hallere tahammül etmeleri dolayısiyle gösterniş oldukları sabır ve sebatin bir güzel neticesi olarak (en yüksek köşkler ile) en üstün derecedeki cennet makamlariyle (mükâfatlanacaklardır) öyle bir ilâhi merhamete mazhar olacaklardır (ve orada) o yüksek makamda melekler tarafından (bir sağlık ve selâmet duasıyla karşılanacaklardır.) melekler, onları karşılayarak onların ebediyen yaraşarak selâmet içinde hayat sürmelerine dua edeceklerdir, onları böyle ebedî bir saadetle müjdelemiş olacaklardır. Diğer bir görüşe göre de: O cennetlere girmek mutluluğuna eren zatlar, birbirlerine Allah ömür versin, diyerek selâmda bulunacak, bütün belâlardan uzak olarak yaşamalarına dua ederek bu vesile ile de Cenab-ı Hak’ka hamd ve şükürde bulunmuş olacaklardır. “Gurfe” lügatte yüksek çardak, yüce derece ulu makam, cennet, yedinci gök demektir. Çoğulu: Guref ve Gurufattır. Bundan maksat cennetlerin en yüksek tabakalarıdır. “Tehiyye” de dua, övmek, selâm, mülk mânasınadır. “Allah ömürünü uzun etsin” yerindekullanılmaktadır.

76. Orada ebedî olarak kalacaklardır, orası bir karargâh ve bir ikametgâh olmak üzere ne güzel olmuştur.

76. Artık o cennetlere nâil olacak kişiler (Orada) o yüksek cennet âleminde (ebedî olarak kalacaklardır) artık ne öleceklerdir ve ne de oradan çıkarılacaklardır. Yarabbi!. Bu ne büyük bir şefkat ve saadet!. Orası, o cennet âlemi ne kadar ebedî (bir karargâh) bir istikrar yeri (ve) orası ne kadar sürekli (bir ikametgâh olmak üzere ne güzel olmuştur) ne kadar temenniye lâyıktır, ebedî saadet için nekadar yüce bir tecelli yeridir. İşte bütün bu nihâyetsiz nimetler, şefkatler, gerçek bir îmana hali olmanın ebedî bir mükâfatıdır. Allah Teâlâ Hazretleri cümlemizi kendi ihsânı ile böyle bir mükâfata nâil buyursun, Amin. “Görülüyor ki: (63)üncü âyeti celîleden işbu (76)ıncı âyeti kerimeye kadar olan mübârek âyetler, mümin, salih kulların dokuz seçkin özelliklerini açıklamaktadır Şöyle ki:

(1) nci özellik; o kulların yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürümeleridir.

(2)inci özellik, cahillerin dedikodularına karşı “selâmetle” deyip, iyilik dilemektedirler.

(3) üncü özellik Cenab-ı Hak’ka ibadetle secdelere, kıyamlara devam etmelidir.

(4) üncü özellik, Hak Teâlâ’ya sığınarak cehennem azabından emin olmalarını temenni eylemeleridir.

(5)inci özellik, harcamada bulundukları zaman israftan ve cimrilikten kaçınmalarıdır.

(6)ıncı özellik Allah Teâlâdan başkasına kulluk etmemeleri ve haksız yere insan öldürmemeleri ve zina rüsvaylığından sakınmalarıdır.

(7)inci özellik, yalan yere şâhidlik etmekten kaçınmaları ve faidesiz, terkedilmesi gerekli şeyler ile meşgul olmamaları ve fenalıklara karşı kendi haklarında soylu bir vaziyet almalarıdır.

(8)inci özellik, kendilerine âyetler ile öğüt verilince onu tam bir saygı ve şuur ile dinleyip pek hürmet edici bir vaziyet almalarıdır.

(9)uncuözellik de, zevceleri, âile fertleri haklarında hayırlı dualarda, temennilerde bulunarak kendilerinin de muttakiler için birer uyulacak önder olmalarını istemeleridir. İşte bu üstün vasıfların böyle beyan buyurulması, bütün müslümanlar için bir uyarı ve aydınlatma hikmetini taşımaktadır. Artık her müslüman bu gibi yüksek vasıflar ile bezenmeye çalışmalıdır ki, yüce yaratıcının övgüsüne, şefkatine lâyık olabilsin bu gibi üstün vasıflardan yoksun kalan kimselerin ise gelecekleri pek dehşetlidir.

77. Deki: Sizin ibadetiniz olmayınca Rabbim size ne kıymet verir. Halbuki, siz yalanladınız, artık bu yalanlamanın cezası size yakın bir zamanda gelecektir.

77. Bu mübârek âyetler de iyi kullara aykırı bir durumda bulunan ibadet ve itaaten yoksun, dinî gerçekleri inkâr eden kimselerin Allah yanında hiçbir mevkii olmayıp ebedî hüsrana uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey Şânı Yüce Resûl!. Mekke-i Mükerreme’deki kâfirlere ve benzerlerine (deki: Sizin ibadetiniz olmayınca) Siz Allah Teâlâ’ya îman ve ona ibadet ve itaatle meşgul olmadıkça, o Kerim yaratıcıya muhtaç olduğunuzu bilerek daima ona dua ve yalvarışta bulunmadıkca (Rabbim size ne kıymet verir.) İnsanların Allah yanında makbul, iltifata lâyuk olabilmeleri için îman ile, güzel ameller ile bezenmiş olmaları lazımdır. Cenab-ı Hak cinleri de, insanları da ancak kulluk vazifelerini ifa etmeyen, yaratılış gayelerine aykırı hareketlerde bulunan kimselerin hayyanlardan ne farkları olabilir?. Hatta öyle kimseler, hayvanlardan daha aşağı bulunmaktadırlar. Çünkü hayvanlar zaten mükellef değildirler, insanlar ise mükelleftirler. Artık ey inkârcılar, ey ibadet ve itaatten kaçınanlar!. Siz nasıl bir kıymete sahip, iltifata lâyık olabilirsiniz?. (halbuki siz yalanladınız) Size sunulan ilâhî hükümleri tasdik etmediniz, Allah’ın Peygamberini inkâra yeltendiniz, hakkıkabulden kaçındınız. (artık) bu yalanlamanızın, bu kötü hareketlerinizin cezası, size (yakın bir zamanda gelecektir) o cezanın size gelmesi gereklidir, tesbit edilmiştir. Evet.. Öyle inkârcılar, ergeç felâketlere, azaplara maruz kalacaklardır. Nitekim bir kısmı Bedir savaşında öldürülerek cezalarına kavuşmuşlardı, bir kısmı da dünyada bir cezaya uğraması da ölür-ölmez ebedi cezaya kavuşmuş olacaktır. Artık öyle kendi irâdelerini kötüye kullanarak küfre düşen, o sebeple ebedî olarak felâkete maruz kalan kimseler, kendi korkunç geleceklerini düşünsünler. Resûl-i Ekrem, Sallallahu Aleyhi Vesellem efendimiz, peygamberlik vazifesini hakkiyle yerine getirmiş olduğu için kendisi mesul değildir, üzülmesine gerek yoktur. Ebedi mutluluk o Peygambere ve ona uyanlara aittir. Nitekim “Şuara Sûresinin” ilk âyetleri de bu gerçeği beyan ederek yüce Peygamberimize teselli vermiş olmaktadır. Ve hamd ancak Allah’a mahsustur.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN