SEBE SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Elli dört âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Yemen’de “Sebe”‘ adındaki bir beldenin ve ahalisinin tarihi hâllerini ibret maksadiyle gözler önüne serdiği için kendisine “Sebe’ Sûresi” ünvânı verilmiştir. Bu mübârek surenin başlıca konuları şunlardır:

1- Hamd ve övgünün Cenab-ı Hak’ka ait olduğunu ve onun muazzam dinî ve diğer yüce vasıfları ve ilâhi hükmün dünyada da ve ahirette de geçerli olduğunu ve kıyametin kopma zamanına ait bilginin Cenab-ı Hak’ka mahsus bulunduğu.

2- Ehli imânın, ne gibi yüce vazifelerle mükellef oldukları, ilâhi vazifelerin ve büyüklüğü ve ehemmiyetm ve bunlara riayetin büyük mükâfatı.

3- Kafirlerin Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmeleri ve onların ne kadar gafilane bir halde bulunmuş oldukları.

4- Allah’ın hükmünün milletler arasında cereyanına ve buna muhalefetin kötü neticesine dair Süleyman Aleyhisselâm ile Sebe’ hâkimiyetine ait iki misâl.

5- Müşriklerin bâtıl ilâhlarından bir fâide göremeyeceklerini ve hak ile bâtılın ayırt edileceğini ihtar ve ehli imânın muzaffer olacağını müjdelemek ve İslâm dinî sayesinde büyük bir ümmetin teşekkür edeceğine işaret.

6- Eski milletler gibi ahlâk dışı ve inkârcı hareketlerde bulunmaktan insanları men ve sakındırmak.

1. Hamd o Allah’a ki, göklerde ne varsa veyerde ne varsa ona âittir ve ahirette de hamd ona’dır. Ve o hikmet sahibidir, haberdardır.

1. Bu mübârek âyetler, hamd ve övgünün bütün kâinata sahip olan Yüce Yaratıcıya âit olduğunu bildiriyor. Ve onun ezeli dinî âlemlerdeki bütün açık ve gizli işleri kuşatmış bulunduğunu ve o Kerem Sahibi Mâbudun yüce vasıflarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (hamd) Meth ve övgü, şükr ve saygı (Allah’a ki,) o kudret ve büyükle vasıflanmış ve ululuk ve güzellik sahibi olan Yüce Yaratıcı’ya ki (göklerde ne varsa ve yerde ne varsa) bütün bunlar ve bunlardaki çeşitli yaratılış eserleri (ona âittir) o Yüce Yaratıcı’ya mahsustur, hepsini de Âdem’den vücude getirmiş olan o âlemlerin ilâhıdır. Bütün bu varlıklar, yaratılış, tasarruf ve mülkiyet bakımından o Yüce Yaratıcıya ait bulunmaktadır. (ve ahirette de hamd o’nadır.) Dünyevi olduğu gibi uhrevî medh ve övgü, şükür ve saygı da yine o Yüce Yaratıcı’ya mahsustur. O âlemi de yaratan, oradaki sonsuz kudret eserlerini hikmetinin gereğine göre vücude getiren ve getirecek olan ancak o eşsiz Yaratıcıdır. (ve o) âlemlerin Rabbi (hikmet sahibidir) bütün dinî ve dünyevî işleri hikmetin gereğine göre tedbir ve tanzim buyurmaktadır ve o ezeli mâbud (haberdardır) bütün mahlûkatının açık ve gizli hallerinden tamamen haberdardır.

2. Yere ne giriyor ve ondan ne çıkıyor ve gökten ne iniyor ve onda ne yükseliyor, hepsini de bilir ve o râhimdir, gafurdur.

2. Evet.. O Yüce Yaratıcı, bütün kâinatın işlerini tamamen bilmektedir. (Yere ne giriyor)sa, ne gibi yağmurlar yağarak yere nüfuz ediyorsa ne gibi mallar, ölüler topraklar altında bulunuyorsa (ve ondan ne çıkıyor) sa yer altından ne gibi sular, mâdenler, bitkiler, hayvanlar meydana geliyorsa, ne gibi tarihi eserler keşfedilerek harice çıkarılmış oluyorsa onlarıın cümlesi o Kâinatın Yaratıcısı Hazretlerince malûmdur. (ve gökten neiniyor)sa melekler gibi, semavî kitaplar gibi, yıldırımlar gibi neler yeryüzüne nâzil oluyorsa (ve onda ne yükseliyorsa) melekler gibi, temiz sözler gibi, iyi ameller gibi neler o göklere yükseliyorsa (hepsini de) o Yüce Yaratıcı (bilir) hiçbiri onun ilminin kuşatmasından hariç bulunamaz. (ve o) Yüce Mâbud, (rahimdir) kulları hakkında rahmeti pek ziyâdedir. Onlara dinî vazifelerini bildirmek için, onları hidayet ve saadete kaşruşturmak için lütfen Peygamberlerini göndermiş, kitaplarını indirmiştir, ve o Yüce Yaratıcı (çok bağışlayandır) mümin kullarının bir kısım günahlarını af eder ve örter, tövbe ve istiğfar eden kullarını da cezalandırmayıp bağışlar.

3. Ve kâfir olanlar dedi ki: Bize o kıyamet gelmeyecektir. Deki, hayır gaybı bilen Rabbime andolsun ki, elbette size gelecektir. Ondan ne göklerde ve ne de yerde bir zerre miktarı ve ondan daha küçük ve daha büyük birşey uzaklaşamaz hepsi de ancak apaçık gösteren bir kitaptadır.

3. Bu mübârek âyetler, ahiret âlemini kâfirlerin inkâr ettiklerini, halbuki, o âlemin mutlaka meydana geleceğini bildiriyor. Yüce Yaratıcının ilminden hiçbir zerrenin hariçc kalamayacağını, hepsinin de Levh-i Mahfuzda yazılmış bulunduğunu haber veriyor. Kıyametin kopmasındaki hikmete işaret buyuruyor. Allah Teâlâ’nın âyetlerıne karşı düşmanca vaziyet alanların dehşet verici bir şekilde azap çekeceklerini ihtar ediyor. Kur’an-ı Kerim’in de nasıl bir hidâyet rehberi olduğunu ilim sahiplerinin bildiğini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve kâfir olanlar) Cenab-ı Hak’kın birliğini, büyüklüğünü inkâr eden ve nimetlerine karşı hamd ve şükrden kaçınanlar (dedi) ler (ki: Bize o kıyamet gelmeyecektir.) kıyamet âlemi adına birşey yoktur. Resûlüm!. O inkârcılara (de ki: Hayır.) öyle sizin inkâr ettiğiniz gibi değildir. (Gaybı bilen) Bütün açık ve gizli âlemin işlerini ilmiyle kuşatmış olan(Rabbime andolsun ki, elbette o) kıyamet günü (size gelecektir) o güne kavuşacaksınızdır. (ondan) O Kâinat’ın Yaratıcısının ilminden, onun kudret elinden (ne göklerde ve ne de yerde bir zerre miktarı) bir karıncadan daha küçük birşey (ve daha büyük birşey uzaklaşamaz) kaçıp gaip olamaz (hepsi de) bütün geçmişe, şimdiki hale ve geleceğe ait hadiseler (ancak apaçık gösteren) herşeye ait malûmatı, tafsilâtı kapsamış bulunan (bir kitapta) levh-i mahfuzda yazılmış, korunmuş bulunmakta (dır) İşte kıyamete ait geniş bilgi de o hakikatları açıklayan kitapta tesbit edilmiştir.

4. Tâki, imân eden ve güzel güzel amellerde bulunanları mükâfatlandırsın. İşte onlar için bir bağış ve bir şerefli rızk vardır.

4. Evet.. O Hikmet Sahibi Yaratıcı, bütün âlemin işlenin ve özellikle bütün kullarının fill ve amellerini o levh-i mahfuzda tesbit buyurmuştur. (Tâki imân eden ve güzel güzel amellerde bulunanları mükâfatlandırsın.) onları o güzel hareketlerinin mükâfatına kavuştursun. (İşte onlar için) Öyle iyi hal sahibi müminlere mahsus (bir mağfiret) vardır. Onların insanlık hali meydana gelmiş olan kusurlarını af edecek ve örtecektir. (ve) O müminler için (bir şerefli rızk vardır.) o da cennetlerdeki ebedî nimetlere kavuşmaktır.

5. Ve o kimseler ki, ayetlerimiz hakkında bizi acze düşürmeleri için koşup durmuşlardır. İşte onlar için de pek fena, pek elem verici bir azap vardır.

5. (Ve) Bilâkis (o kimseler ki) îmandan mahrum kalmış (âyetlerimiz hakkında) Kur’an-ı Kerim hususunda (bizi) kendi bâtıl iddialarınca (âcze düşürmeleri için) o Kur’an’ın beyanlarını ibtâl etmek, kıymetini düşürmek maksadiyle (koşup durmuşlardı) lâyıksız sözler söyleyerek onları kabulden başkalarını men’e çalışmışlardır. (işte onlar için de) öyle kâfir, bozguncu kimselere mahsus da (pek fenâ, pek elemverici bir azap vardır.) onlar o kötü hareketlerinden dolayı öyle ebedî bir azap içinde kalacaklardır.

6. Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar görüyor ki, sana Rabbinden indirilmiş olan o Kur’an sırf hakikattir ve azîz, hamîd olanın yolunu göstermektedir.

6. (Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar) ise öyle câhil kimseler gibi birnice hakikatları inkâr etmezler. O kalpleri imân nuru ile, irfan feyzi ile, süslenmiş olan zâtlar (görüyor ki) güzelce anlamış oluyorlar ki, ey Son Peygamber!. (sana Rabbinden indirilmiş olan o) Kur’an-ı Kerim (sırf hakikattir) o bir ilâhi kitaptır, onda bir kuşku ve şüphe yoktur. (ve) O Mukaddes kitap (azîz, hamît oların) herşeye kâdir, galip ve bütün fiilleri ve sözleri methe, övgüye lâyık olan Kâinatın Yaratıcısı Hazretlerinin (yolunu göstermektedir) bütün insanlığı selâmet ve hidayet yoluna sevketmek istemektedir. Evet.. Hakkıyla ilm ve irfana kavuşmuş olan zâtlar, Kur’an-ı Kerim’in nasul Yüce, hidayet vesilesi olan bir ilâhi kitap olduğunu bilir, yüceltirler, bu nezih itikatlarının pek yüksek mükâfatına da elbette ki, nâil bulunurlar. Bu muhterem zatların başlıcaları ashab-ı kiramdır ve vaktiyle İslâm şerefine nâil olan Abdullah bir Selâm gibi ehli kitaptan olan zâtlardır. Allah onların hepsinden razı olsun!.

7. Ve kâfir olanlar dedi ki: Size bir adam gösterelim mi ki, size haber veriyor ki: Siz büsbütün darmadağın olduğunuz vakit muhakkak siz yeni bir yaradılışta bulunacaksınızdır.

7. Bu mübârek âyetler, kıyameti inkâr edenlerin Resûl-i Ekrem hakkındaki alay edici, ahlâksızca lakırdılarını teşhir ediyor, o inkârcıların nasıl bir azaba mâruz kalacaklarına işâret buyuruyor. Onların Allah’m kudreti ile kıyametin kopmasına delalet ve şahitlik eden yaratılış eserlerini görmez bir halde bulunduklarını bildirerek kendileriniuyanmaya dâvet için onların pek şiddetli felâketlere mâruz kalabileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve kâfir olanlar) Kureyş müşrikleri gibi ahireti inkâr eden-len birbirleriyle konuşarak alay eden bir edâ ile (dedi) ler (ki: Size bir adam gösterelim mi ki?.) öyle bir kimseyi tanitalım mı ki, o (size haber veriyor ki,) pek acayip bir iddiada bulunuyor ki, (siz büsbütün darmadağın olduğunuz vakit) ölüp de cesetleriniz çürüyüp parça parça olduktan sonra (muhakkak siz yeni bir yaradılışta bulunacaksınızdır) öyle mahvı perişan olduktan sonra yeniden cisim haline gelip yeni bir hayta kavuşacaksınız. Bu nasıl olabilir?.

8. Allah’a karşı iftira mı etmiş oluyor? Yoksa onda bir cinnet mi var? Hayır.. O ahirete inanmayanlar, azap içinde ve pek uzak bir sapıklık içindedirler.

8. Böyle yeni bir hayat iddiasında bulunan (Allah’a karşı iftira mı etmiş oluyor?.) böyle yalan yere kasden bir iddiada mı, bulunuyor?. (yoksa onda bir cinnet mi var?.) kendisini böyle, gerçek dışı bir iddiaya sevkediyor. Cenab-ı Hak’da o inkârcı, câhil topluluğun bu isnâdını red için buyuruyor ki: (hayır..) Onların kıyameti inkârları, o Yüce Peygamber hakkındaki edepsizce lakırdıları doğru değildir, (o âhirete inanmayanlar) öyle inkârcı olup Yüce Peygamber’i yalanlayanlar, ahirette (azap içinde) kalacaklardır. Onlar dünyada da doğruluktan (pek uzak bir sapıklık içindedirler) çünkü o muhterem Peygamberi tekzib ettikleri için böyle bir azaba lâyık olmuşlardır. Ve öyle bir hidayet rehberine delilik yakıştırdıkları için de kendileri delice harekette bulunmuşlar, doğru yolu kaybetmişler, felâket çukuruna düşmüşlerdir.

9. Bakmazlar mı, gökten ve yerden önlerinde neler ve arkalarında neler olduğuna! Eğer dilesek onları yere geçiririz yâhut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphe yok ki,bunda Hak’ka dönen her kul için elbette açık bir alâmet vardır.

9. O inkârcılar, ne kadar cehalet ve ahmaklık gösteriyor, onlar hiç (bakmazlar mı, gökten ve yerden önlerinde neler ve arkalarında neler olduğuna) onlar öyle çevrelerindeki kudret eserlerini bir dikkat gözüyle seyr etmezler mi?. Bütün gözlere çarpan o yaratılış hârikaları, Allah’ın birliğine şahitlik ediyor, onun yüce kudretini gösteriyor, bunları yaratan o Yüce Yaratıcı, artık insanlığı öldürdükten sonra tekrar iâdeye, yeniden hayata kavuşturup başka bir âleme sevketmeş kâdir olamaz mı?. Evet.. O Hikmet Sahibi Yaratıcı buyuruyor ki: (eğer dilesek onlar) o inkârcıları muazzam ilâhi kudretimle (yere geçiririz) yerleri yararak onları içerilerine atarız. Nitekim Karun böyle bir felâkete uğratılmıştır. (yâhut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz) Onlar ile o inkârcıları helâk ederiz. Nitekim ‘Eyke’ ahalisi böyle bir felâkete maruz bırakılmıştı. Ne müthiş bir ilâhi tehdit!. (şüphe yok ki, bunda) Böyle göklere ve yere dair vuk’u kalben yüce beyanda veya bunlara bir dikkat gözüyle bakmakta hakka (dönen) kalben sapıklıktan kurtulup âlemlerin Rabbini tasdike yetenekli bulunan (her kul için elbette açık bir alâmet vardır.) Evet.. Bu yaratılış eserlerinden herbiri, ilâhi kudrete ait ve pek açık bir alamettir. Bunları güzelce göz önüne alanlar, artık bunları yoktan var etmiş olan bir Yüce Yaratıcının insanları da öldürdükten sonra tekrar hayata kavuşturmaya fazlasıyla kâdir olduğuna kesin şekilde hükmeder, bu hususta asla, bir şüphe, bir tereddüt gösteremez.

10. Şanım hakkı için biz Davud’a tarafımızdan bir fazilet vermiştik, ey Dağlar! Onunla beraber tesbihte bulunun dedik? kuşlara da böyle emrettik ve O’nun için demiri yumuşattık.

10. Bu mübârek âyetler, Allah Tealâ’yayönelen, onun emrlerine boyun eğmiş olan iki zâtı, Hz. Dâvud ile Hz. Süleyman’ı bir örnek olarak gösteriyor, o iki zâtın ne kadar hârikulâde kuvvetlere nimetlere nâil bulunmuş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Şanım hakkı için) Muhakkak bir ilâhi lütuftur ki, (biz Dâvud’a tarafımızdan bir fâzilet vermiştik) yani: Ona bir peygamberlik, bir kitap veya bir mülk ve hâkimiyet veyahut kendisine mahsus güzel bir ses, güzel bir mucize ihsan buyurmuştuk, onu üstün bir vaziyette bulundurmuştuk. Bu cümleden olanak (ey dağlar!. Onunla beraber tesbihte bulunun) dedik. Zikir ve tesbih ile seslerinizi yükseltin diye dağlara da emr etmiş olduk (kuşlara da) böyle emrettik, onları da Hz. Dâvud’un emrine verdik, onunla beraber tesbih ve tehlilde bulunmalarını istedik (ve onun için) Dâvud Aleyhisselâm için (demiri yumuşattık) demirlere istediği şekli verebilirdi, bir âteşe, fenni bir vasıtaya müracaat etmeksizin demirden zırhlar diğer şeyler yapabilir olmuştu. Bütün bunlar birer ilâhi lfituftur, birer kudret eseridir, birer açık mucizedir. Yüce Yaratıcı Hazretleri dilediği mahlûkuna böyle tesbih ve hamdetme yeteneğini ihsan buyurur. Nitekim bizim mübârek Peygamberimizin avucu içindeki ufak taş parçaları da tesbihte bulunmuştur. Bu gibi hârikaları uzak görmeye, te’vile lüzum yoktur. Meselâ “Dağların muntazam varlıkları, Hz. Dâvud’u tesbih ve hamd etmeğe sevkettiği için bu bakımdan dağlar da tesbihte bulunmuş demektir.” Diye tevile kalkışmak yersizdir. Nitekim diğer bir âyeti kerimede Cenab-ı Hak’kın herşeyin tesbih ve tehmitte bulunduğunu fakat insanların bunu anlamadıklarını beyân buyurmaktadır.

11. Geniş, uzun zırhlar yap ve zırh halkalarını güzelce tanzim et ve iyi amel işleyin. Şüphe yok ki, ben ne yapar olduklarınızı görücüyüm.

11. Evet.. Hak Teâlâ Hazretleri, DâvudAleyhisselâm’a öyle bir kuvvet, bir kabuliyet vermiş ve şöyle de emr etmiş idi ki: Ey Dâvud!. (Geniş uzun zırhlar yap) Onları giyineceklerin vücutlarını bolca setretmiş olsun (ve zırh halkalarını güzelce tazim et) onlar ne pek kalın ve ne de pek hafif olmasın, her bakımdan uygun olup güzelce dokunmuş, yapılmış bir halde bulunsun. (ve iyi amel işleyin) hepiniz de güzel, Allah rızasına uygun amellere devam ediniz. Cihat için hazırlanan zırhlar da bu güzel amellerden sayılır. Kulların zâten vazifeleri de güzel amellerde bulunmaktan ibârettir. (şüphe yok ki: Ben) Yüce Yaratıcı (ne yapar olduklarınızı görücüyüm) ona göre hakkınızda muamele olunacaktır. Evet.. Güzel amellerde bulunanlar mükâfatlara nâil olacaklardır. Kötü işleri yapalar da lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.

12. Süleyman’a da rüzgârları Musahhar kıldık sabahtan öğleye kadar gidişi bir aylık ve öğleden akşama kadar gidişi de bir aylık yol kadar idi. Ve onun için bakır madenini sel gibi akıttık. Ve onun önünde Rabbinin izniyle çalışan bazı cinler de var idi ve onlardan her kim bizim emrimizden sapmış olursa ona da âteş azabından tattırmış olduk.

12. Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Süleyman’a da rüzgarı) emrine verdik. Şöyle ki: (sabahtan öğleye kadar) Gidişi, böyle bir müddet içinde aldığı yol miktarı (bir aylık) yol kadar idi. Hz. Süleyman, bütün ordusuyle beraber bir harika olmak üzere bu kadar uzak bir mesafeye rüzgâr vasıtasiyle gitmiş olurlardı. (öğleden akşama kadar) Gidişi de (bir aylık) yol kadar (idi) bütün ordusu ile beraber gündüzün ortasından güneşin batmasına kadar bir aylık mesafeye değin gitmiş bulunurlardı. Kısaca bir gün içinde iki aylık bir mesafeyi katetmiş oluyorlardı. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri bizim Peygamberimize de Ahzâb savaşında rüzgârları hizmetçi kılmıştı, düşmanların kuvvetleri rüzgârların şiddetiçarpmaları neticesinde büyük bir mahv ve bozguna uğramıştı. Bununla beraber Resûl-i Ekrem Efendimiz Mir’ac gecesi az bir zaman içinde tâ göklere kadar yükselmişti. Allah’ın kudretine göre bu gibi harikalar asla istibad edilmez. (ve onun için) Süleyman Aleyhisselâm için diğer bir hârika olarak (bakır madenini sel gibi akıttık) bakırlar, eritilmiş ve su gibi akmaya başlaşmış bir halde bulunmuştu. Bu hârika da Yemen’de vâki olmuş, şehir içinde üç gün cereyan edip gitmiştir. Hz. Dâvud’a demir musahhar olduğu gibi Hz. Süleymana da böylece bakır musahhar olmuştu. (ve onun önünde) Hz. Süleyman’ın yanında (Rab’binin izniyle ilâhi emri ile çalışan bâzı cinler de var idi) bunlar o Yüce Peygamber’e boyun eğmiş bulunmuşlardı. (ve onlardan) o cin tâifesinden (her kim bizim emrimizden sapmış olursa) Süleyman Aleyhisselâm’a itaatten kaçınmak istemiş, onun tekliflerine muhalefet göstermiş bulunursa (ona da âteş azabından tattırmış olduk.) o isyan edenler, ahirette cehennem azabına mâruz kalmış olacaklardır veyahut daha dünyadalarken Hz. Süleyman tarafından harikulade bir şekilde cezaya çarpılmışlardır. Süddî’den rivayet olunuyor ki: O Yüce Peygamber’in elinde ateşin bir kamçı, bir silâh var idi, kendisine karşı isyân gösteren hangi bir cine onu çarpar, onu öylece cezalandırırdı.

13. Onun için pek yüksek binalardan ve heykellerden ve büyük havuzlar gibi çanaklardan ve sâbit sâbit kazanlardan ne isterse onu yapıverirlerdi. Ey Davud’un hanedan! Şükür için çalışın ve benim kullarımdan şükreden azdır.

13. Bu mübârek âyetler de Süleyman Aleyhisselâm’ın emriyle cinlerin ne gibi muhteşem şeyler meydana getirmiş olduklarını bildiriyor ve Hz. Süleyman’ın vefâtını cinlerin ne şekilde anlamış ve nasıl bir pişmanlıkta bulunmuş olduklarını beyân ediyor ve ölümden hiçbir kimsenin kurtulamayacağına işaretbuyurmaktadır. Şöyle ki: Cin tâifesi (onun için) Süleyman Aleyhisselâm için (yüksek binalardan) pek metin, savaşlara elverişli kal’alardan veya şerefli mescitlerden dilediğini yaparlardı (ve heykellerden) bakır, mermer ve cam gibi şeyler ile muhtelif şekillerden dilediğini tasvir ve teşkil ederlerdi. (ve) Yine cinler Hz. Süleyman için (havuzlar gibi) pek büyükçe (çanaklardan ve sâbit sâbit) büyüklüklerinden dolayı yerlerinden kımıldatılmayacak derecede büyük (kazanlardan ne isterse) cinler onu (yapıverirlerdi.) hatta deniliyor ki: O büyük çanaklardan birindeki yemeği, bir kişi yermiş. Ve Cenab-ı Hak buyurmuştu ki: (Ey Dâvud’un hanedanı) yani: Hz. Dâvud ile Hz. Süleyman ve onların ehli beytleri (şükr için çalışın) nâil olduğunuz nimetlerden dolayı Kerem Sahibi Yaratıcınıza ibadet ve itaatte bulunun ki, şükran vazifesini ifa etmiş olasınız. (ve benim kullarımdan şükr eden azdır.) Nail oldukları nimetlerden dolayı gerektiği gibi kalben ve lisanen şükr eden kimseler az bulunmaktadır. Sizler öyle şükran vazifesini ifâ etmeyenler gibi olmayınız. Şükredebilmek de ayrıca bir nimettir.

§ Mihrâb, yüksek bina demektir. Çoğulu meharibtir. Mescitlerin ön tarafında bulunan mevkie de mihrâp denilmiştir.

§ Timsâl de suret, resim, nümune demektir. Çoğulu temasil’dir. Bu âyeti kerimedeki timsallerden maksat, câiz ki, binalar, ağaçlar gibi hayat sahibi olmayan şeylerden veya başları terkedilen hayvanlardan ibâret idi. Bununla beraber Hz. Süleyman şeriatına göre mutlak olarak heykellerin haram bulunmamış olması düşünülebilir. Essirac-ül-Münîr’de ve Ebussuud tefsirinde deniliyor ki: Bu heykelden maksat, meleklerin, Peygamberlerin ve sâlih zâtların suretleri idi. Bu heykeller mescitlerde bulunduruluyordu ki, onların nasıl ibâdetlerde bulunmuş olduklarını insanlar görsün de onlargibi ibadetlerini arttırsınlar. Fakat daha sonra seytanın aldatmalarından dolayı insanlar bir takım tasvirlere tapmaya başlaşmış oldukları için Peygamberimizin zamanı saadetinden beri hayat sahiplerine âit tasvirler yasak bulunmuştur.

14. Sonra vaktaki, onun üzerine ölüm ile hükmettik, onun vefat etmiş olduğuna asâsından yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası onlara delâlet etmiş olmadı. Ol vakit ki, yere düşüverdi, cin taifesi anlamış oldu ki, eğer gaybı bilmiş olsalar idi o ihânetli azap içinde kalmış olmazlardı.

14. (Sonra) Hz. Süleyman’ın o hâkimiyetini müteakip (vaktaki onun üzerine ölüm ile hükmettik) artık dünyevî hayatı son bulmuş oldu (onun vefât etmiş olduğuna) etrafında çalışan cin tâifesi derhal vâkıf olamadılar, çalışmalarına devam edip durdular. Sonunda onun vefât etmiş olduğuna (bir ağaç kurdundan başkası onlara) o cin tâifesine (delâlet etmiş olmadı) deniliyor ki: Süleyman Aleyhisselâm çok kere tam bir gece, tam bir gün ve bazan daha fazla asâsına dayanarak namazda, niyâzda bulunurdu. Yine öyle bir vaziyette iken vefât etmiş bir müddet o asâya dayanık bir halde kalmış, cinler ise onu ibâdete devam ediyor sanmışlar, Beyt-i Mukaddesin binasına çalışıp durmuşlar. Aradan bir müddet gecince o asa’yı altından bir ağaç kurdu kemire kemire yere düşmesine sebebiyet vermiş, ona dayanan Hz. Süleyman da yere düşünce o zaman cinler onun vefat etmiş olduğunu anlamışlar. Bu müddetin ne kadar olduğu kesin bir şekilde malûm değildir. İşte (ol vakit ki, yere “düşüverdi, cin tâifesi anlamış oldu ki, eğer gaybı bilmiş olsalar idi) Hz. Süleyman’ın da vefatını anlamış olurlardı. Artık (o küçültücü azap içinde kalmış olmazlardı.) öyle pek meşakkatli inşaat vesaire ile uğraşıp durmazlardı. Çünki cin tâifesi, kendilerinin gayb bilgisine sahipolduklarını sanıyorlardı, böyle bir hâdise, onların nazarı dikkatlerini çekmiş, gaybı bilmediklerini anlamalarına sebep olmuştu. Rivâyete göre Dâvud Aleyhisselâm, Beytülmukaddesin binasını yapmaya başlamış, daha tamam olmadan vefât etmiş, onun tamamlanmasını Hz. Süleyman’a vasiyet eylemişti. Süleyman Aleyhisselâm da onu tamamlamaya gayret etmiş, bu inşa işlerinde cinleri çalıştırmıştı. Bu inşaatın tamam olmasına az kalmıştı ki, vefatı gerçekleşmiş, cinlen onun vefatından bir hikmet gereği bir müddet haberdar olmamış, çalışıp inşaatı ikmal eylemişlerdi, sonra o mübârek zâtın vefâtından haberdar olunca gaybı bilmediklerini anlamışlar, onun âhirete irtihâlinden sonra da öyle bir müddet meşakkatli bina işlerinde bulunduklarını söylemişlerdi. Bilgi Allah katındadır.

15. Celâlim hakkı için Sebe’ kavmi için ikametgâhlarında bir alâmet var idi. Sağdan ve soldan iki cennet ile çevrilmişti. kendilerine denilmişti ki: Rabbinizin rızkından yeyin ve ona şükredin. Tertemiz bir belde ve yarlıgayan bir Rab.

15. Bu mübârek âyetler de Cenab-ı Hak’kın kendilerine ihsan buyurmuş olduğu muazzam nimetlere şükretmeyip de isyanda bulunmuş olan Sebe’ kabilesinin nasıl fecî bir değişime mâruz kalarak lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olduklarını beyân ve insanlar o gibi nankörlükten sakındırmaktadır. Şöyle ki: (Celâlim hakkı için) Muhakkak, ibret verici bir tarihi olaydır ki: (Sebe’) Kabilesi (için ikametgâhlarında) Yemen’de Sen’a ile arasında üç günlük bir mesafe bulunan ve “Me’rib” denilen beldelerinde (bir alâmet var idi) oraların geçmiş ve şimdiki tarihi hallerinde Cenab-ı Hak’kın varlığına, kudretine ve büyük tasarruflarına delâlet eden bir mahiyet mevcut bulunmuştu. Şöyle ki: O gönül alıcı beldeleri (sağından ve solundan iki cennet ileçevrilmişti) yani o beldeler, öyle bir vadide bulunuyordu ki, onun her tarafıni mükemmel başlar, bostanlar cevrelemişti. O kabileye Peygamberlerinin diliyle veya lisanı hşl ile denilmişti ki: (Rab’binizin rizkindan yeyin) Bu cevrede sizin için vücude getirdiği çeşitli urunlerinden vesâireden istifade edin (ve ona şükr edin) size pek büyük nimetleri ihsan eden yaratanınıza hamd ve övgüde bulunur kulluk vazifenizi ifaya çalışır. İşte yurdunuz (tertemiz bir belde) her tarafı güzel, havası sağlam, suları bol, zararlı hayvanattan boş (ve) sizi besleyen, bu nimetlere nâil eden yaratıcınız, rızık vericiniz ise (yarlıgayan bir Rab)dir. Kullarını tövbelerini kabul eden, günahlarını af edip örten buyuran bir Yüce Yaratıcıdır. Artık bu kadar muazzam nimetlere karşı şükretmek icabetmez mi?.

§ Sebe’; Arab kabilelerinden biridir, Yemen beldelerinde ikamet etmekte idiler. Bunlardan Arap yarımadasında birçok kabileler meydana gelmiştir. “Sebe”‘ Esasen Araplardan bir şahsın adıdır. Babasının adı “Yeşcüb” onun babasının adı da Yağrub Bini Kahtandır. Deniliyor ki “Sebe”‘ Yemen’deki ilk hükümdardın, adı “Abdüşems” idi, ilk esir olan bir hükümdar olduğu için kendisine “Sebe”‘ denilmişşir. Çünki “Seb” esir almak demektir. Dört yüz seksen dört sene hükümdarlıkta bulunduğu rivâyet olunuyor. Bütün Araplar başlıca iki kısma ayrılmıştır. Birine “Kahtaniyye” diğerine de “Adnaniyye” denilir. “Sebe”‘ için Neml sûresindeki (21)’inci âyeti kerimenin izahına da müracaat!.

16. Fakat onlar kaçındılar. Artık onların üzerlerine Arim selini gönderdik. Ve onların cennetlerini iki cennet ile değiştirdik ki, bu iki cennet pek acı meyve ağaçlarını ve acılığını ve biraz da Arabistan kirazı ağaçlarını içermiş bulunuyordu.

16. (Fakat onlar kaçındılar) Yemen’deki o beldeler ahalisi o kadar nimetlere nâiloldukları halde şükür vazifesini ifâda bulunmadılar. Hatta deniliyor ki: Kendilerine on üç Peygamber gönderilmiş, onlara lâzım gelen vazifeleri tebliğ etmeye ve öğretmeye çalışılmıştı. Onlar ise o Peygamberleri tekzib edip nimete kanş nankörlükte bulunup durmuşlardı. (artık onların üzerlerine Arim selini gönderdik) vadilerindeki suları veya pek şiddetli yağmurları göndererek beldelerini, mallarını perişan bir hale getirdik (ve onların cennetlerini) o pek bayındır, güzel bağlarını, bahçelerini (iki cennet ile) alelâde cennet denilen viranelik iki yer ile (değiştirdik ki, bu iki cennet, pek acı meyve ağaçlarını ve acı ılgını ve biraz da Arabistan kirazi ağaçlarını) içermiş bulunuyordu. Yani: Onların asıl yurtlarını, bağlarını, bostanlarını böyle zararlı, fâidesiz şeyler ile mahv-ı perişan ediverdik. O güzel yerlerden eser kalmamış oldu. Onlardan biraz kimse kalıp diğer beldelere dağılıp gittiler. Bu hadise, rivâyete göre fetret devrinde, yani Hz, İsa ile Son Peygamber Hazretlerinin aralarındaki müddet içinde vaki olmuştur.

§ Ârim; Irmak kenarı, Sedd, su bendi, dere ve fazla şiddetli yağmur demektir. “Ükül” mekül = yiyilmiş şey manâsınadır. “Hemt” Ekşi, veya acı şey, dikenli ağaç ve erak ağacı ki, Arabistan’da bulunup ondan misvâk yapılırmış. “Esl” meyvesiz ot ki, kurusundan istifâde edilir ve ılgın denilen bir ağaç “Sidr” Arabistan kirazı ağacı denilen “Nebik ağacı” demektir. Trabzan hurması denilen de bu nevidendir.

17. İşte onları böyle nankörlükleri sebebiyle cezalandırdık ve biz nankör olanlardan başkasını cezalandırır mıyız?, elbette cezalandırmayız.

17. (İşte onları böyle nankörlükleri sebebiyle cezalandırdık) Nimetlerinin kadrini bilmedikleri ve isyâna devam ettikleri için kendilerini felâketlere mâruz bıraktık, yurtları harap, kendileri de mahv ve perişan bir hale gelmişoldular. (ve biz nankör olanlardan başkasını cezalandırır mıyız?.) Elbette cezalandırmayız. Böyle bir cezaya ancak küfrlerinde ısrar edip duran, nimete nankörlük etmekten ayrılmayanlar lâyık bulunmaktadırlar. İşte o kabilede nâil oldukları nimetlere rağmen öyle kâfirce bir vaziyet almış oldukları için o kötü felâkete uğramışlardı.

18. Ve onların aralarında ve kendilerinde bereket vermiş olduğumuz beldeler arasında birbirine bitişik kasabalar meydana getirmiştik. Ve onlara seyri seferi takdir eylemiştik. Geceleri ve gündüzleri korkusuz olarak yürüyünüz. demiştik.

18. Bu mübârek âyetler de vaktiyle Sebe’ kabilesinin nasıl güzel, birbirine yakın kasabalara ve bunların aralarında ne mükemmel seyrüsefere nâil bulunmuş olduklarını bildiriyor. Sonra bu nimetlerin kadrini bilmeyip şeytani vesveselere uydukları, nefslerine zulm ettikleri için nasıl felâketlere mâruz kalmış olduklarını ve tarihi hayatlarının başkaları için bir ibret örneği bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onların aralarında) O Sebe’ kabilesinin Yemen’deki beldeleri arasında (ve kendilerinde) sular ile, ağaçlar ile, ve ticarete elverişli sahalar ile feyz ve (bereket vermiş olduğumuz) şam diyârına âit (beldeler arasında birbirine bitişik kasabalar meydana getirmiştik) bunlar Yemen ile şam arasında birbirine pek yakın bir hâlde bulunuyorlardı. (ve onlara seyriseferi takdir eylemiştik) aralarında birer belirli mesafe bulunuyordu. Yolcular yanlarına yiyecek ve içecek birşey almaya muhtaç olmaksızın bunların arasında kolaylıkla yürüyüşlerine devam edebiliyorlardı. Ve o kabilelere hal lisanı ile veya Peygamberleri vasıtasiyle bu kasabalar arasında (geceleri ve gündüzleri korkusuz olarak yürüyünüz.) demiştik. Yani: Buralardaki seyahatlar, her vakit emniyet içerisindegerçekleşecektir. Açlıktan susuzluktan, düşman hücumundan emin olarak yürümenize devam edebilirsiniz, sizin için bu sahalarda pek kolaylık, pek emniyet mevcuttur.

19. Fakat onlar: “Ey Rabbimiz. Bizim seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Artık biz de onları dillere destan ettik ve onları büsbütün parçalamakla parçaladık. Şüphe yok ki, bunda her bir sabreden, şükür eyleyen için elbette ibretler vardır.

19. (Fakat onlar) O Sebe’ ahalisi haklarındaki bu ilâhi lütfu takdir edemediler, dualarda bulundular: (Ey Rab’bimiz!. Bizim seferlerimizin arasını uzaklaştır) dediler, Şam’a kadar olan mesâfeyi kasabalardan boş kıl, ova ve çöl hâline getir, taki, oralarda yaya bir hâlde yürünülemesin ve yanlarında yiyecek ve icecek bulunmayan kimseler müşkül bir vaziyette kalsınlar (ve) onlar, bu dilekleriyle kendi (nefslerine zulm ettiler) nimetlerinin kadrini bilmeyerek kendi şahsiyetlerini tehlikeye mâruz bıraktılar. (Artık biz de onları dillere destân ettik) kendilerinden sonraki milletler için birer ibret vesilesi kıldık, onların o nankörlükleri, kötü âkibetleri insanlar arasında hararetle söylenip durdu, bir darbımesel haline gelmiş oldu. (ve onları büsbütün parçalamakla parçaladık) onların kasabaları sel suları içinde kalarak harab olunca kendileri muhtelif yerlere çıkıp gitmeğe mecbur oldular. Onlardan Gassan kabilesi Şam’a, Azd kabilesi, Ummân’a, Huzae kabilesi, Tehâme’ye, Huzeyme kabilesi Irak’a, Evs ve Hazrec kabileleri de Medine-i Münevvere’ye göç etmişlerdir. (şüphe yok ki, bunda) Bu anlatılan kıssada (herbir sabr eden) günahlardan kaçınıp ibadet ve itaatte bulunan ve (şükreyleyen) nâil olduğu nimetlerinin kadrini bilip Cenab-ı Hak’ka şükr etmekten ayrılmayan zat (için elbette ibretler vardır.) Yüce Yaratıcının kudretine ve mahlûkatıhakkındaki tasarrufatına dair delaletler vardır, uyanmayı icabeden alâmetler mevcuttur.

20. Andolsun ki, şeytan onların aleyhindeki zannını tahakkuk ettirmiş oldu. Artık ona tâbî oldular. Ancak müminlerden bir zümre müstesnâ.

20. (Andolsun ki, şeytan onların aleyhinde zannını tahakkuk ettirmiş oldu.) O gibi nankör kimseleri saptıracağı hususundaki şeytani zannı doğru çıktı, onları hakikaten aldatmış bulundu. (artık ona tâbi oldular) O Sebe’ kabilesi, tabiatları bakımından şeytana meyilde bulundular, onun aldatmalarına kapıldılar. (Ancak müminlerden bir zümre müstesnâ) Onlar hakkiyle samimi imân sahipleri oldukları için şeytana uymadılar, onlar kulluk vazifesini ifâya devam edip durdular.

21. Halbuki, onun onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur. Fakat âhirete imân eden kimseyi onda şek içinde bulunan kimseden ayırt edelim diye öyle şeytan musallat kılınmış ve senin Rabbin herşey üzerine bir koruyucudur.

21. (Halbuki, onun) O şeytanın (onlar üzerinde) saptırmaya çalıştığı kimselere karşı (hiçbir nüfuzu yoktur) o şeytan da âciz bir kuldur ve zillete, ilâhi kahra uğramıştır. Bir insan güzelce düşünürse, hareket çizgisini Allah’ın dirinin beyâni üzere tanzime çalışırsa şeytanın vesveselerinden emin olabilir. (fakat âhirete imân eden kimseyi onda şüphe içinde bulunan kimseden ayırt edelim diye) ezeli ilmin teallük etmiş olduğu bir olayın ortaya çıkması için öyle şeytanı insanlara musallat kılmıştır, ona karşı mukavemet edip de onun vesveselerine kapılmayanlar büyük mükâfatlara nâil olacaklardır. (ve senin Rab’bin herşey üzerine bir koruyucudur) O Hikmet Sahibi Yaratıcı, dilediği kullarını o şeytanın aldatmalarından muhafaza buyurur. İblis’i engellemeye ve kovmaya kâdirdir, kullarının bütün fiillerini ve amellerinibilmektedir, bütün iradeleri, yaradışları birer hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Buna inanmışızdır.

22. Deki: Allah’tan başka o iddia ettiklerinize yalvarınız. Göklerde ve yerde bir zerre miktarına sahip olamazlar ve onlar için bunlar da bir ortaklık yoktur ve onun için de onlardan bir yardımcı yoktur.

22. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in müşriklerin hallerine hayret edip kendilerini susturmak için ne şekilde hitap buyuracağını gösteriyor, onların tapındıkları şeylerin ilâhlık evsafına sahip, şefaate selâhiyetli olmadıklarını ihtar ediyor. Cenab-ı Hak’kın izniyle şefaat edecek zatlar ile şefaat olunacak müminler arasında cereyan edecek konuşmayı beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. O müşriklere inançlarının bâtıl olduğunu göstermek için (De ki: Allah’tan başka o) ilah (iddia etdiklerinize) birtakım putlarınıza (yalvarınız) dua ve niyâzda bulununuz, sizden isâbet eden zararları, felâketleri uzaklaştırsınlar ve sizin için faideli şeyleri sağlasınlar. Onlar için bu mümkün mü, ne gezer!. Onlar (göklerde ve yerde bir zerre miktarına) bile (mâlik olamazlar) onları bir hayra veya bir şerre asla sahip, kâdir değildirler. Artık onları nasıl ilâh edinilerek kendilerinden bir fâide beklenilebilir?. Veya onların bir zarar vermesinden korkulabilir?. (ve onlar için) O ilâh edinilen putlar için (bunlarda) bu göklerde ve yerde (bir ortaklık yoktur) o putlar, ne yaratmak ve ne sahip olmak ve ne de tasarrufta bulunmak itibariyle Cenab-ı Hak’kın hâşa ortağı değildirler. (ve onun için de) o Yüce Yaratıcı Hazretleri için de (onlardan) o putlardan (bir yardımcı yoktur) o putlar, bu âlemlerin yaradılışı, idaresi veya muhafazası hususunda hâşâ Allah Teâlâ’ya bir yardımcı bulunmuş değildirler. Onlar birer âciz mahlûktan ibâret bulunmuşlardır.

23. Onun huzurunda şefaat fâide vermez,kendisine izin vermiş olduğu kimse müstesnâ. Sonunda kalplerinden korku giderilince derler ki: Rabbiniz ne buyurdu? Hakkı buyurdu derler ve o, çok yüce, çok büyüktür.

23. Ey müşrikler!. Taptığınız mahlûklardan şefaat mi bekliyorsunuz?. Bu da sizin için mümkün değildir. Çünki (Onun huzurunda) Yüce Yaratıcının manevî katında hiçbir (şefaat fâide vermez.) azabı hak etmiş olanları o azaptan kurtaramaz. Ancak (kendisine) şefaat etmesi için (izin vermiş olduğu kimse müstesna) Cenab-ı Hak Peygamberlere, meleklere ve diğer şefaat makamına lâyık zâtlara şefaat etmeleri için izin verir, onlar da yine Hak Teâlâ’nın müsaade buyurduğu kulları hakkında şefaatte bulunabilirler. Putlar ise cansız varlıklar türünden olup akıldan ve konuşmaktan mahrum şeylerdir, bunlar şefaat edebilecek bir kabiliyette değildirler. Zâten kâfirlerin hakkında ise; hiçbir kimseye şefaate izin verilmeyecektir. O müşrikler, meleklere, Hz. İsa gibi insanlara tapmış oldukları takdirde de bir şefaate nâil olamayacaklardır. Zira kâfirler, müşrikler hakkında şefaat edebilmek için hiçbir zât, izinli olamaz. Şefaat edecek ve şefaat olunacak zâtlar, mümin Allah’ı birleyen olan zatlardan başkası değildir. (Sonunda) Bu gibi mümin, Allah’ı birleyen zâtların (kalplerinden korku giderilince) yani: Bir takım zâtlara şefaat edilmesi için ilâhi izin çıkıp da şefaat bekleyen ehli imânın kalplerinden korku, heyecan giderilince öyle şefaati bekleyen zatlar (derler ki, Rab’biniz ne buyurdu?.) şefaat hususunda ilâhi emir ne şekilde tecelli etti?. Şefaat edecek zâtlar da: Rabbimiz (hakkı) buyurdu, râzı olduğu kulları hakkında şefaat edilmesine izin ve müsaade verdi, bunu sabit, uygulanması muhakkak bir durum kıldı (derler) ve o şefaat edecek zatlar, Yüce Yaratıcı Hazretlerine şöyle de övgü ve saygı sunmada bulunarak derler ki: (o) Şanı Yüce Mâbud (çok yüce) dir ve O (çok büyüktür) yücelik ve azamet, büyüklük ve ululuk anamahsustur. Onun yüce müsaadesi bulunmadıkça kimsenin şefaate ve söz söylemeğe selâhiyeti olamaz. Buna inancımız tamdır.

24. De ki: Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırıyor? De ki: Allah ve muhakkak bizler mi, yoksa sizler mi bir hidâyet üzerindeyiz veya apaçık bir sapıklıktayız?

24. Bu mübârek âyetler, Yüce Peygamberimizin müşrikleri susturmak ve onları Allah’ın birliğini tasdike sevk için kendilerine ne şekilde hitabda bulunmakla memur olduğunu gösteriyor. Ahirette herkesin kendi fiillerinden sorumlu olacağını ve daha sonra araları açılarak haklarında adaletin gerektirdiğine göre muamele yapılacağını haber veriyor. Cenab-ı Hak’ka ortak koşanların bu husustaki cehâletlerini göstererek ilâhlığın güçlü ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’ya mahsus olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. O müşriklere (deki: Sizi göklerden) yayılan ışıklardan, havalardan, bol bol yağmurlardan (ve yerden) meydana gelen çeşit çeşit bitkilerden, ekinlerden (kim rızıklandırıyor?.) bunu hiç düşünmüyor musunuz?. O taptığınız putlar mı sizi rızıklandırabiliyor ki, onlar bir zerre miktarına bile sahip ve hiçbir şeye kâdir değildirler. O cahil inkârcılar elbette ki, bir cevap vermeğe muktedir olamayacaklardır. Onların inatları, yanlış inançları onların hakikatı itirafta bulunmalanına engel olacaktır. Artık Ey Yüce Peygamber!. Sen (deki:) bizleri rızklandıran ancak (Allah)dır. Eğer insaflıca düşünür, asıl yaratılışınıza muhalefette bulunmamış olursanız bunu itirafa vicdânen mecbur olursunuz. (ve) Bir kere düşününüz ki: (muhakkak bizler mi, yoksa sizler mi bir hidayet üzerindeyiz?.) Kâinatı yaratanın birliğini tasdik eden, onun âlemin rızkını verici olduğunu bilip itiraf eyleyen ehli islam mı doğru bir yolu takibediyor, yoksa mahlûkata,cansız varlıklara yaratıcılık, rızık vericilik sıfatını isnât eden sizin gibi müşrik kimsler mi?. (veya) Hangimiz (apaçık bir sapıklıktayız?.) şüphe yok ki, böyle bir sapıklık içinde yaşayanlar, öyle cansız varlıklara, mahlûkata yaratıcılık, rızık vericilik sıfatlarını isnât etmekte bulunanlardır. Bir kere insaflıca düşünüp de bu hakikatı itiraf etmeli değil misiniz?. Ehli imânın hidayet üzere olduğu kesin olarak bilinen bir hakikattir. Müşriklere karşı böyle bir soru sorulması ise bir konuşma ve tartışma usulünden bulunmuştur, böyle halimce, hikmetlice, bir hitap, inkârcıları insafa sevke bir vesiledir ve kendilerini korkmadan tartışmaya davet alâmetidir.

25. Deki: Bizim işlediğimiz günâhlardan siz sorulmazsınız, biz de sizin yapar olduğunuz şeylerden mes’ul olmayız.

25. Ey Yüce Resûl!. O inkârcılana şunu da (Deki: Bizim işlediğimiz günahlardan siz sorulmazsınız) bizden bir günâh, bir küçük hata meydana gelince onun sorumluluğu yalnız bize yönelir, size yönelecek değildir. (biz de sizin yapar olduğunuz şeylerden mes’ul olmayız) sizin küfr ve isyanınızdan dolayı da bize bir sorumluluk yönelmeyecektir. Binaenaleyh biz öyle şahsi bir menfaat düşüncesiyle sizi îmana dâvet etmiş bulunmuyoruz. Sırf Allah rızası için, yalnız insanlığa hizmet için, iyi niyetli bir hareket olmak üzere sizi irşada, hidayet yoluna sevke çalışıyoruz. Bizim bu muamelemizi güzelce düşünmeli değil misiniz?. Ne kadar insaflıca, mütevâzice bir hitap!.

26. Deki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızı hak ile açacaktır. Ve O, öyle hakîmdir, öyle hakkıyla alîmdir.

26. Ve ey kadri yüce Peygamber!. Onlara (Deki:) Yarın ahiret âleminde (Rab’bimiz hepimizi bir araya toplayacak) bir muhasebeye tâbi tutacak (sonra aramızı hak ile açacaktır.) bir sâbit emr olan adalet ve lütuf ileayıracaktır ki, buna muhalefete hiçbir kimse kâdir olamayacaktır. (ve O) Hikmet Sahibi Yaratıcı (öyle hâkimdir) kullarına âit hükümleri verip, muameleleri halletmeğe kâdirdir. (ve o) Yüce Mâbud (öyle hakkiyle alimdir) kullarının gerek açık ve gerek gizli bütün fiillerini ve amellerini hakkiyle bilir. Ona karşı hiçbir şey gizli kalamaz ve ona haşâ, hiçbır ortak ve benzer olamaz.

27. Deki: Ona ortaklar olarak kattığınız kimseleri bana gösteriniz, hâşâ, ancak herşeye galip, yegâne hakîm olan Allah’tır.

27. Ve ey şânı Yüce Peyamber!. O inkârcılara şunu da (Deki: O’na) o Kâinatın Yaratıcısına (ortak olarak kattığınız kimseleri bana gösteriniz) ne cür’ettir ki, bir takım mahlûkatı o Yüce Yaratıcıya ortak ediniyorsunuz?. Onlara da ibâdette bulunuyorsunuz. Onlar, hiç bir şey yaratabiliyorlar mı?. Onlar bir kimseye bir rızk verebiliyorlar mı?. Ne mümkün!. Müşriklere karşı böyle bir teklif, onların bu husustaki cehâletlerini, pek büyük hatalarını teşhir, onları uyanmaya dâvet hikmetine mebnidir. (hâşâ) Allah Teâlâ’dan başka bir mabûd, bir yaratıcı yoktur. (ancak herşeye galip) üstün bir galibiyete sahip ve (yegâne hâkim) açık bir hikmetle hakkiyle vasıflanmış (olan) ancak (Allah)dır. Ondan başka yaratıcılık ve mâbutluk sıfatını sahip bir zat yoktur. Artık bu gibi yüce vasıflara sahip olmayan şeylere ilahlık sıfatı nasıl yakıştırabiliyorsunuz?. Bu ne kadar cahillik ve sapıklık!. Bütün insanlığı irşada memur olan Yüce Peygamber’in gösterdiği hidayet yolunu takib etmeli değil misiniz?. Artık gafletten, cehâletten uyanmalıdır.

28. Ve seni göndermedik, ancak bütün insanlar için bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak gönderdik. Fakat insanların pek çoğu bilmezler.

28. Bu mübârek âyetler, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın bütün insanlığa bir müjdeleyici ve uyanicı olarak gönderilmiş olduğunubildiriyor ve Yüce Peygamberden kıyametin kopacağı zamanı bir alay yoluyla soranlara karşı verilen tehdit dolu cevabı beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey Son Peygamber!. (seni) Yalnız kavmine, yalnız bir kavme, bir zamana özel olarak (göndermedik) seni (ancak bütün insanlar için) bütün insanlık fertleri için kıyamete kadar (bir müjdeleyici) dindar olanları, ibadet ve itaatte bulunanları sevaba, dünyevî ve uhrevî mükâfatlara nâil olmakla müjdeleyici (ve bir korkutucu) isyankar olanları da ilâhi azap ile tehdit edici ve korkutucu (olarak gönderdik) seni öyle bir umumi peygamberliğe nâil buyurduk, seni bütün insanlık için bir hidayet rehberi kıldık. (fakat insanların pek çoğu bilmezler.) Senin o pek yüksek cihanşümül peygamberliğini bilip tasik etmezler, senin gibi bir din güneşinden nur iktibas ederek kalplerini aydınlatmaya çalışmazlar, bilakis muhalif bir cephe alarak ebediyyen küfr ve cehâlet karanlıkları içinde kalırlar.

“Başlar Lemean etmeğe bir neyyiri irfan”

“Her lâhza ufulûn gözetir şeppere taban”

“A’dasının alçaklığı ettikçe tevâli”

“Eyler O ziyâ küsteri âfak teâli”

“Fahr etmelisin ey şerefi nâmütenâhi”

“Zirâ sanamazhardır O mahbudi ilâhi”

Muallim Naci

29. Ve derler ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz ne vakit bu vaad?

29. (Ve) O inkârcılar sıkılmazlar da bir alay yoluyla (derler ki: Eğer siz) Ey Peygamberlik iddiasında bulunan zât ile sana tâbi olanlar (doğru sözlü kimseler iseniz) haber verdiğiniz şeyler gerçeğe uygun ise (ne vakit bu vâd?) böyle kendisiyle müminleri müjdelediğiniz, inkârcıları sakındırıp tehdit etmekte bulunduğunuz kıyamet ne zaman kopacaktır?.

30. Deki: Sizin için vaad edilmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz ve ne de ileri geçebilirsiniz.

30. Ey Yüce Resûl!. Öyle alay eder bir tarzda senden kıyamet gününü soranlara (Deki: Sizin için vaad edilmiş) Allah katında takdir edilmiş bir (gün vardır ki) o mutlaka sizin başınıza gelecektir. O geldi mi artık siz (ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz) onu ne bir dakika tehire bırakabilirsiniz, bu sizin için asla mümkün değildir (ve ne de) o günü (ileri geçebilirsiniz) daha takdir edilmiş vakti gelmeden o kıyamet gününü meydana getiremezsiniz. Binaenaleyh sizin için lâzımdır ki, henüz o gün gelmeden uyanıp tövbe ve istiğfar edersiniz, o meydana gelecek müthiş günde ilâhi azaba maruz kalmamak için henüz fırsat var iken imân dairesine can atarak geleceğinizi temin etmiş olasınız.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN