SAD SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre, Mekke-i Mükerreme’de Kamer Suresi’nden sonra nâzil olmuştur. Seksen sekiz âyeti kerimeyi kapsar, Saffaf Suresinin tamamlayıcısı gibi bir şekilde indirilmiştir. Çünki bu surede Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâm’ın kıssaları da bildirilmiştir. “Sâd” harfiyle başladığı için kendisine “Sâd” sûresi adı verilmiştir. Bir adı da “Dâvud Suresi”dir. Bu yüce sûre’nin başlıca içeriği de şunlardır:

(1): Müşriklerin pek bâtıl inançlarını açıklayıp reddetmek, kendilerini kınayıp susturmak.

(2): Nuh, Salih, Hud, Şüayb, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, İbrahim, İshâk, Yâkub, İsmail, İlyesa, Zülkifl ve Adem Aleyhimüsselâm’ın kıssalarına işaret etmek.

(3): Hak yolunda yüce peygamberlerin çekmiş oldukları eziyetleri ve nihayetinde galibiyete, ilâhi zafere kavuşmuş olduklarını beyan ile Son Peygamber’e teselli vermek, O’nu da Allah’ın zaferine kavuşmakla müjdelemek.

(4): Müşriklerin, inkârcıların aslı kıyamette de ne kadar müthiş azaplara uğrayacaklarını hatırlatmak.

(5): Adem Aleyhisselâm’a karşı meleklerin secde ile mükellef bulunmuş olduklarını, şeytanın ise böbürlenerek bu secdeden kaçınmış olduğunu ve bu yüzden ne fena bir sapıklığa düşmüş bulunduğunu beyan etmek.

(6): Kur’an-ı Kerim’in nasıl umumi bir ilâhi öğüt olduğuna dikkatleri çekmek ve inkârcıların bilahara nasıl müthiş bir vaziyette kalacaklarını ihtar etmek.

1. Sâd, şeref ve şan sahibi olan Kur’an hakkı için. İş o kâfirlerin dedikleri gibi değildir.

1. Bu mübârek âyetler, Allah’ın birliğini inkâr eden müşrikleri reddediyor ve cahilliklerini ortaya koyuyor. Onların ne kadar kibirli bir vaziyet almış olduklarını teşhir buyuruyor. Onların putlara tapmaya devam edilmesini istediklerini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve O’na Kur’an-ı Kerim’in inişini imkânsız gördüklerini haber veriyor. O müşriklerin böyle cahilce iddialara cür’et etmeleri, onların henüz lâyık oldukları azaba kavuşmamış olduklarından neş’et ettiğine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sâd) Bu lafz; benzerleri gibi müteşabihattandır. Bununla ne kasdedildiğini Allah’ın ilmine havale ederiz. Maamafih deniliyor ki: Bu lafz, bu mübârek surenin ismidir, okunacak âyetlere nazar-ı dikkati çekmektedir. “İşte böyle harflerden müteşekkil olduğu halde Kur’an-ı Kerim’in âyetleri birer mucizedir, nazire mümkün değildir” denilmek istenilmiş gibi oluyor. Bir de deniliyor ki: Bu lâfz, ilk harfleri Sâd olan “Sabur”, “Samed” gibi Allah’ın isimlerine işareti gerektirmektedir. Veyahut Resûl-i Ekrem’in sıdkına işarettir. Bir yemin mahiyetindedir. Evet.. Buyuruluyor ki: (şeref ve şân sahibi olan Kur’an hakkı için) Hz. Muhammed Aleyhisselâm, doğru sözlü bir Peygamberdir. Diğer bir yoruma göre de üzerine yemin edilen şey, şu mealdedir. Hakikatleri beyan eden Kur’an’a yemin olsun ki: İş o kâfirlerin dedikleri gibi değildir, Allah Teâlâ birdir, ortak ve benzerden uzaktır. Hz. Muhammed’in bu husustaki beyanatı da hakikatın ta kendisidir. O Yüce Resûl, doğruluk ve sadakatle hakkıyla vasıflanmıştır. Şüphesiz inanıyoruz.

§ Zikr; Lâfzı, şeref, yücelik, şân, öğüt ve beyan manalarını ifade eder. Kur’an-ı Kerim de, bu yüksek vasıflara sahip olduğu için kendisine “zikr” adı da verilmiştir.

2. Belki o kâfir olanlar, bir gurur ve bir muhalefet içindedirler.

2. (Belki o kâfir olanlar) Kendi cahilce yollarına devam etmek istiyorlar. Onlar (bir gurur) bir böbürlenmek (bir muhalefet) bir düşmanlık (içindedirler) kendilerine büyük bir kıymet veriyorlar, Yüce Peygambere karşı muhalefete cür’et gösteriyorlar, o yüzden böyle küfr içinde yaşıyorlar, başlarına gelecek ilâhi azabı hiç düşünmüyorlar.

§ İzzet; Galebe, kahr manasınadır, burada kibirlenme, şiddetli bir bencillik ve hakka uymaktan kaçınmak manasında kullanılmıştır.

§ Şikak; da ayrılık, Allah’ın dininden ve Resûl-i Ekrem’den uzaklaşmak, bertaraf bulunmak demektir.

3. Onlardan evvel nice kavimleri helâk ettik, çağırışmaya başladılar. Artık kurtuluş vakti değildi.

3. (Onlardan) O Kureyş müşriklerinden (evvel nice kavimleri) küfr ve şirke düşmüş, Peygamberlerini tasdik etmemiş oldukları için (helâk ettik) çeşit çeşit felâketlere uğrattık, başlarına öyle felâketler gelince onlar (çağırışmaya) bağırıp çağırmaya, imdat istemeye (başladılar) Heyhat!. (artık kurtuluş vakti değildi) O pişmanlıkları kendilerine bir faide vermiş olamadı. Çünki, öyle kimselerin kendilerine henüz ilâhi azap gelmeden inançlarını amellerini düzeltmeleri icabeder.

§ Menâs, Firar, kaçıp kurtulmak demektir.

4. Ve kendilerine içlerinden bir uyancının gelmesinden dolayı hayrete düştüler ve o kâfirler dedi ki: Bu, bir yalancı sihirbazdır.

4. (ve) O kâfirler (kendilerine içlerinden bir korkutucunun gelmesinden) kendileri gibi insan nev’inden bir insanın gelip de kendilerini ihahi azaptan korkutanak îmana dâvet etmesinden dolayı (hayrete düştüler) o davetin faidesini takdir edemediler, o gelen zâtın ne kadar yüce vasıflar ile vasıflanmış olduğunu anlayamadılar. (ve, o kâfirler dediki: Bu) Bizi dine davet eden zât (bir yalancı sibirbazdır.) gösterdiği harikalar sihir kabilindendir, O, hakikaten Peygamber değildir, Allah adına gerçek dışı beyanlarda bulunuyor.

5. İlâhları bir ilâh mı kılmış? Şüphe yok bu, elbette pek fazla tuhaf birşey.

5. O kâfirler, kendilerini Yüce Peygamber’e yalan isnadına sevkeden şüphelerini şöyle bildiriyorlardı. (ilâhları bir ilâh mı kılmış) O Peygamberlik iddiasında bulunan, bu kadar putların mâbut olduklarını inkâr ediyor da mabûdunun bir ilaha mahsus olduğunu mu iddia ediyor!. (Şüphe yok ki, bu,) iddia (elbette pek fazla tubaf birşey) nasıl olur da bir ilâhtan başka tanrı bulunmamış olsun?. O kâfirler, öteden beri atalarının öyle birçok putlara tapınıp durduklarını görmüş oldukları için o putların ilahlığa sahip olmadığına dair olan peygamber sözünü tuhaf ve garip görmüşlerdi.

§ Ucâb; Kendisinden çok fazla hayret edilecek şey, ve pek acayip veya kendini beğenmiş kimse demektir.

6. Onlardan ileri gelenler, yürüyünüz ve ilâhlarınızın üzerine sabrediniz, şüphe yok ki, istenilen şey budur. Diye çıkıp gittiler.

6. (Onlardan ileri gelenler) Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden bir gurup, Resûl-i Ekrem’in kendilerini tevhid dinine davetine karşı mâkul bir cevap bulamadıkları için kendileri gibi müşriklere hitaben dediler ki: (yürüyünuz) Haydi O’nun yanından çıkıp gidiniz (ve ilâhlarınızın üzerine sabr ediniz) putlarınızın aleyhindeki sözlere bakmayınız, onlara tapınmaya devam eyleyiniz (şüphe yok ki, istenilen şey budur) yani: Muhammed -Aleyhisselâm- tevhid inancını yaymak istiyor, onun kasdettiği bundan ibarettir. Siz O’nun bu arzusuna bakmayınız, putlarınıza tapmaktan geri durmayınız, o kendi iradesini terk edecekdeğildir. (diye) O gurup meclisten (çıkıp gittiler) Hz. Peygamberin mübârek teklifini kabul etmediler. “Rivayet olunuyor ki: Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri Ebu Talib’in evinde toplanmışlar, Hz. Peygamberin putlar aleyhinde bulunmamasını arzu ediyorlardı. O mecliste bulunan Resûl-i Ekrem de onların arzularını red etmiş ve buyurmuş ki: Ben sizden bir kelime diliyorum, onu kabul ederseniz size Arablar da, Arap olmayanlar da tâbi olur, hürmet eder. O taife de demişler ki: Ne iyi, o kelime nedir?. Resûl-i Ekrem de o kelime “Lailahe illaliah”dır diye buyurmuş. Bunun üzerine o gurup hemen toplanıp dağılmışlar, bu kutsî teklifi takdir edip kabul etmemişler.

7. Biz bunu son dinde de işitmedik. Bu bir uydurmadan başka bir şey değil.

7. O takdirden mahrum gurup diyorlardı ki: (Biz bunu) Böyle yalnız bir Allah’ın varlığını, O’nun vasıflarını (son dinde de işitmedik) Hıristiyan milleti de teslise üç ilaha inanıyor. Arab müşrikleri arasında hıristiyanlık, dinlerin sonuncusu sanıldığı için onu hassaten misal göstermek istemişlerdi. Diyorlardı ki: (bu) Hz. Muhammed’in bize teklif ettiği tevhid dinî (bir uydurmadan başka birşey değil.) bu, bir iftiradan, bir yalandan ibarettir, bunun bir hakikati yoktur.

§ İhtilak; Yalan ve iftira demektir.

8. O Kur’an, bizim aramızda O’nun üzerine mi indirilmiştir? dediler Hayır.. O inkarcılar benim vahy’imden tereddütler içindedirler. Hayır.. Azabımızı henüz tatmadılar.

8. O inkârcılar, kendi iddialarını takviye için ne diyorlardı ki: (O Kur’an, bizim aramızda O’nun üzerine mi indirilmiştir?.) Halbuki, biz insanların reisleriyiz, eşrafından bulunuyoruz. Eğer öyle bir ilâhi kitap olsa idi, bizim üzerimize inmesi lazım gelirdi. O cahiller, kendi maddî mevkilerine, servetlerine güvenerekböyle kibirli tarzda bir iddiada bulunmuşlardı. Allah Teâlâ da onları red için buyuruyor ki: (hayır) O inkârcılar (benim vahyimden) inzâl ettiğim semavi kitaptan (tereddütler içindedirler) eğer onlar güzelce düşünseler, o tereddütleri gider. (hayır.. Onlar azabımı henüz tatmadılar.) Eğer o inkârlarından dolayı lâyık oldukları ilâhi azap onların başına gelmiş olsa idi, elbette o şüpheleri, tereddütleri gidecek, ne kadar cahilce bir gurur ile küfr içinde yaşamış olduklarını anlayacaklardır. Fakat artık, kanaatlarını değiştirerek Resûl-i Ekrem’in beyanlarını tasdik etmeleri kendilerine faideli olmazdı, elbette ki, ümitsizlik halindeki îman makbul değildir.

9. Yoksa onların yanında mıdır, herşeye galip, çokca bağışlayıcı olan Rabbin rahmet hazineleri?

9. Bu mübârek ayetler de peygamberliğin Muhammed Aleyhisselâm’a ihsan buyurulmasını imkânsız gören inkârcıların ne kadar selahiyetleri dışında münasebetsizce söz söylediklerini ortaya koyuyor. Allah Teâlâ’nın dilediği kulunu peygamberlik şerefine kavuşturacağını, O’na kimsenin mani olamayacağını bildiriyor. Peygamberlerini yalanlayan kavimlerin pek fecî felâketlere uğramış olduklarına işaret buyuruyor ve alay etme yoluyla bir an evvel azaba kavuşmalarını isteyen inkârcıların nihayet korkunç bir ses ile helak olup azaba tutulacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Yoksa onların) O inkârcıların (yanında mıdır?.) onların selahiyetleri dahilinde midir (Herşeye galip) bulunan ve (çokça bağışlayıcı olan) dilediği kullarını af ve mağfiret buyuran (Rab’bin hazineleri?.) ki, o inkârcılar, o hazinelerde diledikleri şekilde tasarrufta bulunsunlar, dilediklerine ondan bal bol, versinler ve dilemediklerini de ondan mahrum bıraksınlar, risalet ve peygamberlik makamlarına da dilediklerini getirebilsinler?.

10. Yoksa göklerin ve yerin ve aralarındakilerin mülkü, onlar için midir?, öyle ise sebepler içinde yükseliversinler.

10. (Yoksa göklerin ve yerin ve) Bu ikisinin (aralarındakilerin mülkü onlar için midir?.) onlar böyle bir iddiada bulunabilirler mi?. Eğer faraza öyle ise (Sebepler içinde yükseliversinler.) yükselme vasıtalarile, yollariyle göklere kadar çıkarak arş üzerinde hükme başlasınlar, Rabbanî işler ve ilâhi takdirlen hakkında atıp tutsunlar, bu ne mümkün!. Bütün kâinat, bir Yüce Yaratıcının hâkimiyeti altında bulunmaktadır. O dilediği kullarını risalete, peygamberliğe vesair yüce nimetlere kavuşturur. Buna kim müdahale edebilir?.

11. Onlar burada muhtelif guruplardan hezimete uğramış bir ordudur.

11. Allah Teâlâ o inkârcıların nihayet zarar ve ziyanda kalacaklarını şöylece beyan buyuruyor: (Onlar) O Kureyş topluluğundan olan müşrikler (burada) Mekke-i Mükerreme beldesinde (muhtelif guruplardan) Peygamberlerine karşı muhalefete cür’et etmiş olan eski kavimler kabilinden (hezimete uğramış bir ordudur.) bu şimdiki muhalifler de, öyle yenilmeye mahkum bir guruptan ibaret bulunmaktadırlar. İşte bu haberde Kur’an-ı Kerim’in bir açık mucize olduğuna bir delildir. Çünki bu ayeti celîle, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştu. Oradaki müşrikler ise büyük bir varlık sahibi bulunuyorlardı. Fakat az sonra Bedr ve Hendek gazvelerinde olduğu gibi asıl Mekke-i Mükerreme’nin fethi neticesinde de öyle büyük bir yenilgiye uğramışlardır. Resûl-i Ekrem’in başarısı ve galibiyeti ise gün gibi parlamaya başlamıştır.

12. Onlardan evvel Nûh kavmî ve Ad ve demir kazıklar sahibi olan Firavun Peygamberleri yalanlamıştı.

12. Evet.. Son Peygamberi yalanlayanlar,nihayet öyle bir hezimete uğramışlardır. Nitekim (Onlardan) O Yüce Peygamberi yalanlayan müşriklerden (evvel Nuh kavmi) Nuh Aleyhisselâm’ı yalanlamışlardı. (ve Âd) Kavmi Hûd Aleyhisselâm’ı inkâr eylemişlerdi. (ve demir kazıklar sabibi olan) Yani: Demir dirnekler üzerine kurulmuş bir ikametgâha malik bulunan (Firavn) da Peygamberleri (yalanlamıştı.) İşte Peygamberlerini yalanlayanların hepsi de nihayet en şiddetli felâketlere, azaplara uğramışlardır.

§ Evtâd; Çakılmış kazıklar demektir. Kuvvetli ve sabit bir hâkimiyetten saltanattan kinâye bulunmaktadır. Firavn dilediği kimseleri ağaçlara mıhlayarak cezalandırdığı için kendisine “Evtâd sahibi” denilmiştir.

13. Ve Semûd ve Lût kavmi ve Eyke ahalisi de yalanlamışlardı işte bunlar, o guruplardır.

13. (Ve Semûd) Kavmi de Sâlih Aleyhisselâm’ı dinlememişti (ve Lût kavmi) Lût Aleyhisselâm’a muhalefette bulunmuştu (ve Eyke ahalisi de) Şüayb Aleyhisselâm’a karşı cephe almıştı, bunların hepsi de Peygamberlerini yalanlamıştı. (işte bunlar) Bu adları bildirilen kavimler (o guruplardır.) o Peygamberlerini inkâra cür’et etmiş, dinsiz kavimler cümlesindendirler. Artık asr-ı saadetteki inkârcı kimseler de o eski kavimler kabilinden bulunmaktadırlar.

14. Başka değil, hepsi de Peygamberleri yalanladılar da artık azabım, hak oldu.

14. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Başka değil) O guruplardan (hepsi de Peygamberlerini yalanladılar) zaten bir Peygamberi yalanlamak, bütün Peygamberleri yalanlama hükmündedir. (artık azabım hak oldu) Onların hepsi de, azaba lâyık oldular, başlarına lâyık oldukları azap gelmiş oldu. Nitekim diğer bir kısım sûrelerde o mübârek Peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerinin başlarına gelen felâketler gösterilmiş bulunmaktadır.

15. Bunlar da ancak bir an gecikmesi olmayan korkunç bir sesten başkasını beklemiyorlar.

15. Artık o kadar kuvvetli kavimler, küfrleri yüzünden helâke uğramış olunca Son Peygamber’i inkâr eden guruplar, bir gün büyük bir azaba uğramayacaklar mı? Elbette ki, uğrayacaklardır. Şöyle ki: (Bunlarda ancak, bir an gecikmesi olmayacak) yani: pek âni bir surette vuk’u bulacak (korkunç bir sesten başkasını beklemiyorlar.) bunlar şimdilik yaşıyorlar, hikmet gereği köklerini kazıyacak bir azaba uğramıyorlar. Fakat takdir edilen vakit gelince, yani: İlk yahut ikinci sûra üfürme vuk’u bulunca hepsi de lâyık oldukları vezalara kavuşacaklardır, o günü bekleyip dursunlar!

§ Fevâk; deve veya koyun gibi hayvanı sağarken bir memesini bir kere sağmakla ikinci kere sağmak arasında geçen zaman demektir. Az bir zamandan, fazla beklememekten kinâyedir.

16. Ve dediler ki: Ey Rabbimiz! Bizim için amel defterimizi hesap gününden evvel çabukça ver.

16. (Ve) O Peygamber zamanındaki müşrikler, bir alay yoluyla (dediler ki: Ey Rab’bimiz!. Bizim için amel defterimizi) daha biz dünyada iken (hesap gününden evvel çabucak ver.) bizim ahirette azaba uğrayacağımız iddia ediliyor, şayet öyle bir azap var ise hemen başımıza getir, onu ahirete bırakma. Yahut: Görelim ki, bizim için güzel ameller mi, yoksa çirkin ameller mi yazılmış, bakalım, anlayalım!.

§ Kıt; kitap, delil, yazı, nâsip, hisse mânâsınadır. Çoğulu, kutût’tur.

17. Dediklerine karşı sabr et ve kulumuz kuvvet sahibi Dâvud’u hatırla, şüphe yok ki, O, çok Hak’ka yönelen bir zât idi.

17. Bu mübârek âyetler de Peygamber Efendimize kavminin hoş olmayan lâkırdılarınakarşı sabr etmesini tavsiye buyuruyor. Hz. Dâvud’un da fevkalade nimetlere, meziyetlere kavuşmakla beraber bazı üzüntülere bir imtihan için müptela olmuş olduğunu beyan ile Fahr-i Kâinat Hazretlerine teselli vermiş olmaktadır. Şöyle ki: Ey Resûl-i Ekrem!. Senin hakkında Kureyş müşriklerinin (Dediklerine karşı sabr et) bu senin hakkında bir ilâhi imtihandır bir mükâfat vesilesidir. (ve kulumuz kuvvet sahibi) ibadet ve itaat hususunda büyük bir sebât ve kuvvete sahip bulunan (Dâvud’u hatırla) Onun kıssasını göz önüne al, O’nun da ne kadar kuvvet ve hikmet sahibi iken birçok üzüntülere mâruz kalmış ve Allah korkusu ile titreyerek peygamberlik görevini ne kadar güzelce yerine getirmeye çalışmış olduğunu uyulması gereken bir örnek olarak düşün. (şüphe yok ki, O) Hz. Dâvud, (çok) Hak’ka (dönen) Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan (bir zât idi) geceleri kalkar namaz kılardı, daima bir gün oruç tutar bir gün de iftar ederdi. İmam-ı Buhari’nin tarihinde yazılı olduğu üzere Peygamber Efendimiz, Hz. Dâvud zikredildikçe buyurmuş ki: O, insanların en çok ibadet edeni idi. Allah’ın selâmı üzerine olsun.

18. Muhakkak ki, dağları emrine verdik, O’nunla beraber akşamleyin ve kuşluk vakti tesbîh ederlerdi.

18. Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: (Muhakkak ki, dağları emrine verdik) O kadar kuvvete, kudrete, yüceliğe sahip olan ve görünüşte his ve hareketten mahrum gibi görülen dağları, Allah’ın emrine itaatkâr ve boyun eğici kılmış olduk. (O’nunla beraber) Dâvud Aleyhisselâm’a arkadaş olarak (akşamıeyin ve kuşluk vakti) beraberce (tesbih ederlerdi.) dağların Hz. Dâvud ile beraber tesbihte bulunmaları, O’nun için bir mucizedir. Hikmet sahibi Yaratıcı o yüce dağlarda kendilerine mahsus bir hayat, bir akıl ve bir kudret ve bir konuşma yaratmıştı da, o zaman Hz. Dâvud ile beraber onlar da tesbihe,Allah’ın zatını kutsamaya devam ediyorlardı. Allah’ın kudreti karşısında dağların bu tesbihi imkânsız görülemez, bunu te’vile hâcet yok. Eğer dağların bu tesbihinden maksat, onların o büyük yaratılışları, vaziyetleri bakımından lisan-ı hal ile bir tesbihten ibaret olacak olsa, artık o tesbihi öyle iki vakte tahsis, ve Hz. Dâvud ile beraber göstermek uygun olmayabilir. Çünkü onlar bu itibar ile her vakit tesbih ve tehlilde bulunmaktadırlar. Maamafih şöyle de deniliyor ki: Dâvud Aleyhisselâm’ın sesi pek güzel idi, böyle bir ses ile tevhid ve tesbihte bulunurdu, bu sesi dağlara aksediyordu, onlar da bu sedâyı aksettirerek sanki O’nunla beraber tesbihte bulunmuş oluyorlardı. Fakat Kur’an-ı Kerim’in açık beyanını kesin ihtiyaç olmadıkça böyle yoruma lüzum yoktur.

§ Aşiy; güneşin batışından yatsı vaktine kadar olan zamandır. Bir görüşe göre de güneşin dönmesinden batışına kadar olan müddettir.

§ İşrak; da ışık vermek ve aydınlatmak demektir. Bundan maksat ise, güneşin doğup her tarafa ışığının yayılmaya başladığı zamandır. Hz. Dâvud’un tesbihi bu iki zamana tahsis edilmiş ise, bu zamanlarda ibadet veya itaatin pek makbul olduğuna işaret vardır.

19. Kuşları da toplanmış olarak Ona tâbi kıldık hepsi de O’na yönelmiştir.

19. (Kuşları da toplanmış olarak..) Hz. Dâvud’a tâbi kıldık, onlar da O’nunla beraber tesbihte bulunurlardı. (hepsi de) Dağlar da, kuşları da, (O’na) Dâvud Aleyhisselâm’a (yönelmişlerdi.) O’nun emrine tâbi olarak O’nunla beraber tesbihe devam ederlerdi. Evet.. Hepsi de Allah’ın emrine itaatkâr, beraberce zikr ve tesbihe devam ediyorlardı.

20. Ve O’nun mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O’na hikmet ve davaları, çözme kabiliyeti vermiş idik.

20. Hak Teâlâ Hazretleri şöyle de buyuruyor:(Ve O’nun) Dâvud Aleyhisselâm’ın (mülkünü) devlet ve saltanatını heybet ile, zafer ile, pek fazla bir ordu ile (kuvvetlendirmiştik) düşmanlarına karşı pek üstün bir vaziyette bulunuyordu. (ve O’na) O mübârek Peygamber’e (hikmet) yani: Peygamberlik, eşyanın hakikatlarına vukuf, hak ile bâtılın arasını ayırma gücü (ve davaları çözme yeteneği) davaları güzelce halletme ve çözme kabiliyeti (vermiş idik.) O Yüce Peygamber, öyle yüksek olgunluklarla, faziletlerle vasıflanmış bulunuyordu.

21. Ve sana o davacıların haberi geldi mi? O vakit ki, mâbedin duvarına tırmanıp çıkmışlardı.

21. (Ve) Ey Son Peygamber!. (Sana) Hz. Dâvud’un zamanına ait olan (o davacıların haberi geldi mi?.) o garip tarihi olayı biliyor musun?. Yani: Sen de o olaydan haberdar olmalısın, o pek ibret verici bir olay idi. (O vakit ki,) O davacılar, Hz. Dâvud’a mahsus (ibadetgaha) alışılmamış bir şekilde (tırmanıp çıkmışlardı.) O Yüce Peygamberin ibadetle meşgul olduğu bir zaman, garip bir tarzda huzuruna girmiş, muhakeme zamanı olmadığı halde O’na kendi hallerini arza başlamışlardı.

§ Tesevvür; sur’un, kale duvarının üzerinden aşıp gelmek manasınadır.

§ Mihrap, dan maksat da “Ğurfe” kendisinde ibadet olunan bir mahaldir.

22. O vakit ki, Dâvud’un karşısına girmişlerdi de, onlardan korkuya düşmüştü. Dediler ki: Korkma, iki davacı ki, bazımız bazısı üzerine tecavüz etmiş oldu. Artık sen aramızda hak ile hükmet, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına sevk et.

22. Evet.. (O vakit ki,) O davacılar öyle ansızın (Dâvud’un karşısına girmişlerdi de) Hz. Dâvud (onlardan korkuya düşmüştü) çünkü onlar izinsiz yukarıdan aşağıya birden bire inmiş bulunuyorlardı. O mübârek Peygamberinibadet ve istirahat vaktini ihlâl etmişlerdi. O gelen zâtlar (dediler ki:) Ey Dâvud Aleyhissetam bizden (Korkma) biz (iki davacı) bulunuyoruz (ki, bazımız bazısı üzerine tecavüz etmiş oldu) bu tecavüzün hükmü nedir?. (artık sen aramızda hak ile hükmet) Vereceğin hükmde (haksızlık etme.) hak’tan ayrılıp uzaklaşma, (ve bizi doğru yolun ortasına sevket) adaletin gereği ne ise onu bize bildir, sonra o şekilde hükmet, bir tarafı tercih etme..

§ Feza’; Korku, feryat, nefret, keder, insana ârız olan heyecan.

§ Teşeddüd; Hak’tan uzaklaşmak, haksızlık ve zulmde bulunmak, yalanı tercih etmek demektir.

23. Muhakkak ki, şu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu vardır. Benim için ise bir dişi koyun var. Öyle iken “onu bana bırak” dedi ve beni konuşmada mağlûp etti.

23. Hz. Dâvud’un huzuruna giren iki şahıstan biri şöyle dedi: (Muhakkak ki, şu benim kardeşimdir) Yani: Din, meslek veya iyilikseverlik itibariyle aramızda bir kardeşlik vardır, bir bağ mevcuttur. (O’nun doksan dokuz dişi koyunu vardır) yani: O, kadar kadına sahiptir. (benim için ise bir dişi koyun var) Ben yalnız bir kadına sahibim (öyle iken) bu kardeşim (onu) o bir koyunu da (bana bırak dedi) yani: Ondan alâkanı kes de onu bana bırak diye teklifte bulundu (ve beni konuşmada mağlup etti) o daha güzel konuşan ve daha ziyade mücadeleye, münakaşaya güç yetiren biri olduğu için bana galip geldi, ona karşı, kendi hakkımı müdafaaya kâdir olamadım, sen bu hususta ne buyurursun, ey yüce hükümdar!..

§ Na’ce; dişi koyun demektir, fakat Arap lisanında bu, çok kere kadından kinaye bulunur.

§ İkfâl; kefil etmek, kabul ettirmek, veripbaşkasından alâkasını kesmek gibi bir manada kullanılmaktadır.

§ İzz; galip olmak, yağmur fazlaca yağmak manasını ifade eder.

24. Dâvud Aleyhisselâm dedi ki: Elbette senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulüm etmiş oldu. Ve muhakkak ki, mal ortaklarından birçokları mutlaka bazıları bazısı üzerine tecavüz etmektedir. Ancak, imân edenler ve sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ. Onlar da ne kadar az! Ve Dâvud sandı ki: Muhakkak biz onu bir imtihana tâbi tutmuş olduk. Hemen Rabbinden af dileğinde bulundu ve rukû edici olarak yere kapandı ve Hak’ka yöneldi.

24. Bu mübârek âyetler de Dâvud Aleyhisselâm’ın kendisine müracaat eden davacılara karşı olan açıklamalarını bildiriyor ve o davacıların öyle ansızın gelmelerini kendi hakkında ilâhî bir imtihan kabul ederek hemen af dileyip kulluk secdesine kapanmış olduğunu beyan buyuruyor. Ve Hak Teâlâ Hazretlerinin o Yüce Peygamberine hilâfet ihsan buyurduğunu ve O’nun nefsin arzularına tâbi olmaktan men ederek hakkaniyet dairesinde hükm ile mükellef kıldığını beyan ve nefsin arzusuna tâbi olanların hak yolundan ayrılmış, büyük bir azaba mâruz kalmış olacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Dâvud Aleyhisselâm, öyle ansızın huzuruna giren şahısların ifadelerini aldı ve kendi beyanatını yemin ile kuvvetlendirerek (Dedi ki: Elbette) andolsun ki, (senin koyununu kendi koyunlarına) alıp ilave etmek (istemesiyle) o ortağın (sana zulm etmiş oldu) onun o arzusu, bir insafsızlık eserinden başka birşey değildir (ve muhakkak ki, mal ortaklarından birçokları) şirket hukukuna lâyıkiyle riayette bulunmuyorlar (mutlaka bazıları bazısı üzerine tecavüz etmektedir) aralarında çoğu defa çekişmeler, mücadeleler meydana geliyor. Halbuki, herkes kendi arkadaşının, kendi ortağının hakkınariayet etmedir, insaniyet bunu icabeder. (ancak imân edenler) Allah’ın dinî ile vasıflanmış olanlar (ve sâlih sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ) onlar, dinî bir terbiyeye sahip, güzel ahlâk ile donatılmış bulundukları için herkesin hukukuna riayet ederler, kendi menfaatleri için başkalarının zararına sebebiyet vermezler. Fakat maalesef (onlar da ne kadar az!.) pek hayret edilir ki, öyle yüksek bir insani terbiyeye sahip olanlar, cemiyetler arasında nisbeten pek az bulunmaktadır. (Ve Dâvud) aleyhisselâm, o davacıların çıkıp gitmelerini müteakip, onların maksatlarını ve davalarında samimi olup olmadıklarını biraz düşününce onların vaziyetlerinden şüpheye düştü, sandı ki: (muhakkak biz O’nu) Hz. Dâvud’u (bir imtihana) bir denemeye tâbi tutmuş olduk.) öyle adete aykırı bir hâdisenin, öyle meçhul kimselerin huzurma ansızın girmelerinin ani bir imtihan olduğunu sanıverdi. (Hemen Rab’binden af dileğinde bulundu) Yarabbi!. Eğer bu hususta bir kusurum bulundu ise beni af et diye rica ve niyâza başladı. (ve rükü edici olarak yere kapandı) Yani: Kulluk secdesine vardı. Allah’ın himayesine sığınmak istedi. (Ve) Hak’ka (yöneldi) Şayet kendisinden en küçük bir günah çıkmış ise ondan dolayı tövbekâr olarak Allah’ın affına sığındı. Bu âyeti kerime, İmam-ı Azam’a göre bir secde ayetidir.

25. Artık bunun için O’nu bağışladık ve şüphe yok ki, onun için bizim katımızda elbette yüksek bir makamı ve bir âkıbet güzelliği vardır.

25. Cenab-ı Hak da o Yüce Peygamber’inin o pek samimi niyâzını kabul buyurmuş olduğunu şöylece beyân buyuruyor. (Artık bunun için) O Yüce Peygamber’in bu niyâzından dolayı (O’nu) o Dâvud Aleyhisselâm’ı (bağışladik) o zannından veya zelle kabilinden olan bir muamelesinden dolayı O’nu mes’ul tutmadık. (ve şüphe yok ki, O’nun için) Hz. Dâvud’amahsus (bizim katımızda) yanımızda (elbette bir yakınlık vardır) o mânevi bir yakınlığa, ebedî bir saadete adaydır ve onun için (bir âkibet güzelliği) de (vardır.) O’nun için cennette yüce makamlara ulaşmak da takdir edilmiştir.

26. Ey Dâvud! Şüphe yok ki, biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar arasında hak ile hükmet ve hevâya tâbi olma, sonra seni Allah’ın yolundan şaşırtır. Muhakkak o kimseler ki, Allah yolundan saparlar, onlar için hesap gününü unutmuş oldukları için şiddetli bir azap vardır.

26. Dâvud Aleyhisselâm kusurlardan beri ve Allah katında pek büyük bir fazilete sahip olduğunu şu ilâhi hitab da kesin bir şahittir. (Ey Dâvud!. Şüphe yok ki, biz seni yeryüzünde halife kıldık) Sana mülk ve saltanat ihsân buyurduk, senin ahali arasındaki hükmlerin geçerlidir, sana itaat etmeleri lazımdır. (artık) Sen de (insalar arasında hak ile hükmet) sana Allah tarafından bildirilmiş olan dünya ve ahirete ait hükmlere riayet eyle, içtimai kurtuluş onunla mümkündür. (ve hevaya tâbi olma.) Gerek hükümet etme hususunda ve gerek diğer dinî ve dünyevî işlerde nefsin hevasına uyma (Sonra) öyle nefsin hevasına uymak (seni Allah yolundan şaşırtır.) sapıklığa düşürür, yüceltme rehberi olan hükümlere riayetten seni mahrum bırakır, bütün dünyevî ve uhrevî istekler bozulmuş olur. Bunun mes’uliyeti ise elbette ki, Allah katında pek büyüktür. Evet.. (Muhakkak o kimseler ki, Allah yolundan saparlar) Hak’kı bırakarak bâtıla sarılırlar (Onlar için hesap gününü unutmuş oldukları için) kıyamet gününün mes’uliyetini düşünmeyip gafilce yaşadıklarından dolayı (bir şiddetli azap vardır.) Binaenaleyh istikbaldeki bu müthiş mes’uliyet düşünülmelidir. Elbette insanlığın yaradılışı boş yere değildir, hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır, hayatın gayesini dikkate almayanlar, elbette ki, uhrevîmes’uliyetten kurtulmayacaklardır. Yüce Peygamberler, masum ve Allah’ın emnine her yönüyle riayetkar oldukları için onlara yönelen bu gibi ilâhi beyanlar onların asıl ümmetlerine yöneliktir, onların uyanmalarına vesile olmak hikmetine dayanmaktadır. “Bu ayetlerın Dâvud Aleyhisselâma işaret ettiği kıssa hakkında muhtelif rivâyetler vardır ki, onların hiç de doğru rivâyetler olmadığını Fahri Razî gibi araştırmacı müfessirler açıklamışlardır. Kısacası denilmiştir ki: Dâvud Aleyhisselâm’ın birçok eşleri var idi. Buna rağmen “Uryâ” adında bir kumandanının eşine de aşık olmuş o kumandanı birkaç defa savaşlara göndermiş, onun öldürülmesinin ardından o eşiyle evlenmiş, o öldürülmeden dolayı mahzun olmamıştır. Bunun üzerine iki melek insan suretinde görünerek Hz. Dâvud’un huzuruna gelmişler, O’nun yaptığı muamelenin ahlâka uygun olmadığına işarette bulunmuşlardır. Bu iki meleğin Cebrâil ile Mikâil Aleyhimesselâm’dan ibâret olduğu da kaydedilmektedir. Halbuki, bu rivâyet boştur, bir asıla dayanmamaktadır. Dâvud Aleyhisselâm’dan böyle bir muamelenin çıkışı pek uzaktır. Böyle bir muamele vuk’u bulmuş olsa öyle iki meleğin gelmesine ne hâcet var?. Cenab-ı Hak, o Peygamberini ilâhi vahiyle irşad ve ikâz etmiş olurdu. Hatta, İmam-ı Ali Radiallâhü Anh buyurmuştur ki, Dâvud Aleyhisselâm hakkında kim öyle bir isnatta bulunursa kendisine yüzaltmış kırbaç vururum, Peygamberler hakkındaki iftiranın cezası budur. Maamafih Hz. Dâvud’un huzuruna gelenlerin ikiden fazla olduğunu Kur’an-ı Kerim’deki beyanlar göstermektedir. Çünki: “Dehalû” içeri giriverdiler, “Münhüm = onlardan, Kalü = dediler” kelimeleri çoğul sigalarıdır, gelenlerin ikiden ziyade olduğunu gösteriyor.

§ Hasm; tâbini ise bir cins isim olduğundanbire de, birden fazlaya da kullanılır. Binaenaleyh “Hasmâni” “iki hısım” denilmesi, o gelenlerin herhalde iki şahıstan ibâret olduğunu göstermiş olmaz. Bu hâdise hakkında en muvafık görülen rivâyet şöyledir: Her hükümdarın olduğu gibi Hz. Dâvud’un da düşmanları var idi. Onlardan bir gurup o mübârek zat’ın hayatına kastetmek için pencere gibi bir yerden huzuruna girmişlerdi. Fakat Hz. Dâvud’un şahsiyetindeki heybetten veya yanında bazı zâtların bulunmuş olmalarından dolay sui’kasta cür’et edememişler, öyle gerçek dışı bir dava ileri sürmüşlerdi. Dâvud Aleyhisselâm da, onları ifâdelerine nazaran bir tarafın zulmkar bulunmuş olduğunu söylemiş, onlar gittikten sonra haklarında kötü bir zanda bulunmuş, onlardan intikam almak istemiş, maamafih onların iddialarında samimi olmaları ihtimalini de nazara almış olduğu için o zannından dolayı af dilemeye lüzum görmüştür. Hz. Dâvud’un bu muamelesi, büyük zatların en cüz’i bir kusurlarından dolayı bile af dilemeye lüzum görmekte olduklarını göstermekte bulunmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

27. Ve göğü ve yeri ve bunların arasında olanları boş yere yaratmadık. Bu, küfre düşenlerin zannıdır. Artık küfre düşmüş olanlara ateşten, büyük bir helâk vardır.

27. Bu mübârek âyetler de bir mükâfat ve ceza âleminin varlığına bir delil olmak üzere bu kâinatın boş yere yaratılmamış olduğunu bildiriyor. Böyle bir zanda bulunan sapıtmış kimselerin ne kadar azap göreceklerini ihtar ediyor. Mü’minler ile kâfirlerin, takva sahibi olanlar ile isyan içinde bulunanların eşit olamayacaklarını ve Kur’an-ı Kerim’in ne gibi bir hikmet ve fayda için indirilmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Bir haşr ve neşr, bir ahiret âlemi vardır. Bütün gözlere çarpan kudret eserlteri O’na birer delildir. İşte Cenab-ı Hak O’na işaret için buyuruyor ki: (Vegöğü ve yeri ve bunların arasında olanları) Sonsuz küreleri, mahlûkları (boy yere yaratmadık) bu görülen kudret eserleri, elbette ki, birer muazzam gâyeye yöneliktir. Bu hakikat gözlere çarpıp durmaktadır. Artık şüphe yok ki, insanların varlığı da bir gayeye, bir hikmete dayanmaktadır. (bu) çeşitli varlıkların boş yere yaratılmış olması (küfre düşenlerin zannıdır) Cenab-ı Hak’kın varlığını, O’nun görünen ve görünmeyen âlemdeki sonsuz kudret eserlerini takdir edemeyen inkârcıların kuruntularından ibârettir. Yoksa bütün gözlere çarpan kudret eserleri, bir hikmet sahibi Yaratıcının varlığına ve O’nun hiçbir şeyi boş yere yaratmamış olduğuna güzelce şahitlik etmektedir. (artık küfre düşmüş olanlara) öyle boş yere yaratılmış olduklarını iddia eden inkârcılara (âteşten) ibâret pek (büyük bir helâk vardır) onlar cehennem âteşine atılacaklardır. Dünyada iken inkâr etmiş oldukları o ebedî cezaya uğratılmış olacaklardır. İşte küfrün ebedî cezası!.

28. Yoksa imân edenleri ve sâlih sâlih amellerde bulunanları yeryüzünde fesada çalışıp duranlar gibi mi kılacağız? Veya korunanları günahkârlar gibi mi sayacağız?

28. Kâinatın Yaratıcısının bütün yaratılış eserleri gösteriyor ki: O’nun her yarattığı şey bir gâyeye yöneliktir. Binaenaleyh insanların yaradılışları da, bir kısım vazifeler ile mükellef bulunmaları da birer hikmete dayanmaktadır. Bu hikmeti, bu yaratılış gâyesini bilip takdir edenler ile etmeyenler elbette ki, aynı olamaz, herkes kendi inancına, kendi amellerine göre ya mükâfata, veya cezaya kavuşacaktır. İşte bu hakikatı beyan etmek için de buyuruluyor ki: (Yoksa biz imân edenleri ve sâlih sâlih amellerde bulunanları) Mümin, itaatkar kulları (yeryüzünde fesâda çalışıp duranlar) kendileri îmansız itaatsiz oldukları gibi başkalarını ola öyle yapmaya çalışanlar (gibi mi kılacağız?) elbette ki, kılmayız, ilâhi adalet ve hikmet,yaratılışın gayesi buna terstir. Binaenaleyh o ahiret âleminde elbette ki, îman ve takva sahibi olan zâtlar, nimetlere, saadetlere kavuşacaklardır. İnkârcılar ve isyankârlar da lâyık oldukları cezalara çarpılacaklardır. Bu nasıl inkâr edilebilir?. Hiç bu kadar sonsuz eserleri, muntazam âlemleri yaratmış olan bir Yüce Yaratıcı, öyle birbirine zıt iki zümreyi aynı âkibete erdirir mi?. Elbette ki, erdirmez. Artık muhakkak ki, bir ahiret âlemi vardır, orada herkes dünyada hal ve davranışlarına göre mükâfat veya cezaya kavuşacaktır. İşte Cenab-ı Hak’kın kitabı da bu hakikati bize bildirmiş bulunuyor.

29. Bu bir kitaptır ki, O’nu sana indirdik, mübârektir. Âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsınlar diye.

29. Evet.. (Bu) Kur’an-ı Kerim (bir kitaptır ki, O’nu) O hakikatı beyan eden kitabı, Ey Peygamberlerin sonuncusu (sana indirdik) Levh-i mahfuzdan Cibril-i Emin vasıtasiyle sana göndermiş olduk. O kitap, şüphe yok ki, (mübârektir) hayr ve menfaati pek çoktur, bütün insanlığı aydınlatmaya ve dünyevî, uhrevî birnice hallerden haberdar etmeğe bir vesiledir. O mübârek kitap, böyle lütfen indirilmiştir. İnsanlar, O’nun (âyetlerini düşünsünler) O’nun lâtif mânâlarını, işaret buyurduğu enteresan sırları tefekkür etsinler (ve akıl sahipleri ibret alsınlar) O’ndan bir öğüt alıp hayatlarını güzelce tanzim eylesinler. Dünyaya da ahirete de meşru surette çalışsınlar, gafletten uyanıp temiz bir inanç ile yaşasınlar (diye) işte Kur’an-ı Kerim’in bizlere ihsan buyurulmuş olması, bu gibi büyük gayelere, hikmetlere dayanmaktadır. O’nun haber verdiği kıssalardan birer ibret dersi almaya çalışılmalıdır. O ilâhi kitabı gaflette okumamalıdır, O’nun yüce açıklamalarını anlamaya gayret etmelidir. O’nun gösterdiği yolu tâkibetmelidir ki, insan dünyevî ve uhrevî selâmet ve saadete kavuşabilsin

“Nûr-i imân ile vicdanını tenvir etsin”

“Nail olmak dileyen bir ebedî kurtuluşa”

30. Ve Davud’a Süleyman’ı verdik. Ne güzel kul, şüphe yok ki, O daima Hak’ka yönelir idi.

30. Bu mübârek âyetler de Süleyman Aleyhisselâm’ın muhterem pederi için ilâhî bir bağış olduğunu ve o mübârek peygamberin cihat vasıtalarına ne kadar ehemmiyet verdiğini ve kendisinin daima Hak’ka yönelik bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kerem sahibi Yaratıcı, Dâvud Aleyhisselâm’a olan diğer bir lûtfunu beyan için buyuruyor ki: (Ve Dâvud’a Süleyman’ı verdik) O’nu Süleyman adındaki pek mümtaz, pek ziyade mükemmelliklere sahip olan bir oğula kavuşturduk. (ne güzel kul) O Süleyman veya Dâvud (şüphe yok ki, O) Hak’ka (yönelici idi) daima Cenab-ı Hak’ka yönelir, tevhid ve tesbihte bulunurdu.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN