NEML SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur, doksanüç âyetten ibarettir. Bu âyetler, Şüara sûresinin sonunda beyan olunan zalimlerin, inkârcıların gelecekte ne korkunç değişikliklere uğrayacaklarını izah ediyor, bu müthiş hâdiselerin imkânına işarette bulunuyor, vuku bulacağını kuvvetlendirmek için geçmişe ait bir kısım müthiş olayları birer misâl olarak göstermiş oluyor. Bu sûrei celîlede Hz. Musa’nın, Hz. Davut ile Hz. Süleyman’ın Hz. Salih ile Hz. Lût’un kıssalarını beyan ederek Allah’ın kudretiyle ne kadar garip, harikulade hâdiselerin meydana gelmiş olduğunu gösteriyor. Haşr ve neşre, kıyametin kopmasına ait vuku bulacak harikulade hadiseleri dikkat nazarlarına sunmaktadır. Bunları inkâr edenlerin bâtıl iddialarını red eyliyor. Nihayet kimlerin selâmet ve hidayete ereceklerini, kimlerin de inkârları yüzünden sapıklıkta kalarak lâyık oldukları cezalara kavuşacaklarını beyan buyurmaktadır. Süleyman Aleyhisselâm’ın bir hârika olmak üzere vahşi hayvanların ve kuşların lisanlarını bilen ve “Neml” denilen karıncaların bulunduğu vadiye gittiği vakit karıncaların neler söyleyip ne kadar bir vaziyet almış olduklarını hikâye buyurduğu için bu mübârek sûreye “Neml Sûresi” adı verilmiştir.

1. Ta, Sin, bu sana Kura’nın ve pek açıkça beyan eden bir kitabın ayetleridir.

1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini bildiriyor, dinî vazifelerini yerine getiren salih müminler için ne büyük bir hidayet ve müjde vesilesi olduğunu haberveriyor. Ahirete îman etmeyenleren de ne kadar aldanmış, fena bir azaba aday bulunmuş en çok ziyana uğramış kimseler olduklarını ihtar ediyor. Kur’an-ı Kerim’in de hâkim ve alim olan Allah tarafından vahy ve telkin buyurulmakta olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ta, Sin) Bu mübârek kelime, müteşabihattandır. Maamafih bu kelimenin, bu surenin bir ismi olduğunu kabul edenler de vardır. İbni Abbas Radiallahu Anh’tan rivayet edildiğine göre de Allah’ın isimlerinden bir isimdir. (bu) Bu sûrei celîle, yahut bu yüce, ve nazmı eşsiz beyanlar, Resûlum!.. (sana Kur’an’ın) O dinî hakikatları içeren, hak ile bâtılın arasını ayıran, mucize bir Mushaf-ı Şerif’in âyetleridir. (ve pek açıkça beyan eden) İnsanlığın dünyevî ve uhrevî selâmet ve saadeti için lâzım gelen hükümleri, vazifeleri, ahiret hallerini, kısacası sevaba ve azaba vesile olan şeyleri açıkça bildiren (bir kitabın) pek yüce hükümleri bir ilâhi mecmuanın veya Levh-i Mahfuz’un (âyetleridir) Evet.. Bu âyetler, o kadar yüce, o kadar kutsidir.

2. Müminler için hidayettir ve bir müjdedir.

2. Evet.. Bu Kur’an-ı Kerim, bu ilâhi kitap (Müminler için) samimi surette İslâmiyeti kabul etmiş olan zatlar hakkında (bir hidayettir) onları bir selâmet ve saadet sahasına kavuşturur (ve bir müjdedir) o müminlerin Allah’ın rahmetine, nice nimetlere ulaşacaklarını kendilerine müjdelemektedir.

3. Öyle mümîn kimseler ki: Namazı doğruca kılarlar ve zekâtı verirler ve onlar ahirete de evet onlar kat’i surette inanırlar.

3. Samimi surette îman sahipleri kimlerdir?. İşte onu da izah etmek ve o zatların vasıflarını beyan için buyuruluyor ki: Onlar (öyle) mümin, îman ile hakkıyla vasıflanmış (kimseler) dir (ki) en büyük kulluk vazifelerinden olan (namazı doğruca kılarlar) namazların şartlarına, rükularına riayette bulunurlar, Cenab-ı Hak’ka kulluk etmek için o kutsî ibadeti tam birsamimiyetle, bir gönül ferahlığı ile yerine getirmeye çalışırlar. (ve zekatı verirler) fakir olan din kardeşlerine yardımda bulunurlar, bu hususta Allah’ın emrine itaatlerini ve ruhlarındaki cömertliği göstermiş olurlar. (ve onlar) O hakiki müminler (ahirete de) kıyametin vukuuna, insanlığın başka bir âleme sevkedileceğine, o âlemde mükâfat ve ceza görüleceğine de evet.. (onlar) O mümin zatlar (kat’i surette inanırlar) itikatlarında büyük bir sağlamlık vardır, bu husustaki dinî haberlere, şüpheden tereddütten uzak bir şekilde inanmış olurlar. İşte uhrevî saadet, bu zatlar için takdir edilmiştir, kendileri de bununla müjdelenmiş bulunmaktadırlar.

4. Şüphe yok, o kimseler ki, ahirete inanmazlar, onlar için yaptıklarını süslemişizdir. Artık onlar şaşkın bir halde bulunurlar.

4. (Şüphe yok) öyle samimi bir îman ile vasıflanmış olmayanlar, Evet.. (o kimseler ki, ahirete inanmazlar) Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği o âlemi, oradaki sevap ve cezayı inkâr eder dururlar, artık (onlar bir yaptıklarını) çirkin, felâket getiren amellerini, hareketlerini o kötü inançlarının bir cezası olmak üzere (süslemişizdir) o çirkin şeyleri, nefsani arzuları için uygun görmüşlerdir, onlardan hoşlanmışlardır, onları seve seve işlemekte bulunmuşlardır.. Evet. Nice kimseler vardır ki; kendi dinsizliklerinin, zararlı hareketlerini bir hüner sanırlar, kendilerini o çirkin hallerinden dolayı aydın sayarlar, başkalarını da aldatmaya çalışırlar (Artık onlar) o küfür içinde yaşayıp duranlar (şaşkın bir halde bulunurlar) sapıklık vâdisinde şaşkın tereddütlü bir halde dolaşırlar, hiç ilerisini düşünmeksizin o fenalıklara kapılmış, onlar ile uğraşıp durmakta bulunmuş olurlar.

5. Onlar öyle kimselerdir ki, azabın en kötüsü onlar içindir ve onlar ki, ahirette en çok ziyana düşenler onlardır.

5. (Onlar) öyle sapıklıkta kalmış olanlar (öyle kimselerdir ki) dünyada (azabın en kötüsü) öldürülme gibi, esir düşmek gibi, bir takım facialara uğramak gibi felâketler, korkunç musibetler (onlar içindir) onların haklarında takdir edilmiştir. Nitekim Resûl-i Ekrem’e karşı düşmanlıkta bulunmuş olanlar, Bedir gazvesinde bu gibi felâketlere uğramışlardır. (ve onlar ki) O kâfirler ki, o küfürleri yüzünden (ahirette) de (en çok ziyana düşenler onlardır) onlar sevaba erişme kabiliyetini zâyi etmiş, cezaya lâyık bulunmuş oldukları için insanların en zarar ve ziyana uğrayan gurubunu oluşturmuş bulunacaklardır.

6. Ve muhakkak ki, Kur’an, bir hakîm, Alîm olan Allah Teâlâ, tarafından sana ulaştırılmaktadır.

6. (Ve) Ey mahlûkatın en şereflisi olan son peygamber!.. (muhakkak ki, Kur’an) bütün insanlığı Allah’ın dinine davet eden, bütün insaniyet âlemine hidayet yollarını gösteren o apaçık kitap (Bir hikmet sahibi, her şeyi bilen tarafından) yani: Bütün kâinattaki tasarrufları, kullarına yönelik olan bütün yükümlülükleri birer hikmet ve faydaya dayanan ve ilâhî zatında bütün dinî mükemmellikleri tecelli eden yüce bir zat tarafından (sana ulaştırılmaktadır) sana âyetleri vakit vakit vahyedilerek buyurulmaktadır. Binaenaleyh, o Kur’an-ı Kerim’deki akaide, şeri hükümlere ait beyanlar, birer hikmetten, birer kurtuluş vesilesinden ibarettir. Yine o yüce kitaptaki kıssalar, gayba ait haberler, birer hakikattır, insanları uyanmaya, hayatı tanzime muvaffak olarak güvenilir bir geleceğe kavuşmalarına birer vesiledir. Ne mutlu onlardan istifade edenlere!.

7. Hani Musa ailesine demişti ki: ben muhakkak bir ateş gördüm, ondan size bir haber getireceğim veyahut size bir parlak ateş koru getiririm. Belki ısınırsınız.

7. Bu mübârek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın ailesiyle beraber sefer durumunda ikenmazhar olduğu nurlu bir tecelliyi tasvir ediyor. O mübârek Peygamberin ilâhi kitaplara kavuştuğunu, âsa mucizesinin meydana geldiği ve Peygamberin korkudan emin olup kimlerin korkmaları icabedeceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Habibim!. Musa Aleyhisselâm’ın kıssasını hatırlat (Hani) o vakti ki, (Musa ailesine) eşine, Şüayb Aleyhisselâm’ın kızı olan hanımına Medyen’den Mısır’a gittikleri zaman (demişti ki: Ben muhakkak bir ateş gördüm) karşıda parlayıp duruyor ben onun bulunduğu tarafa gidip (ondan size bir haber getireceğim) biraz bekleyiniz. (veyahut size parlak ateş koru getiririm) Bu soğuk havada belki) ondan (ısınırsınız) Hz. Musa, eşi ile beraber takip edecekleri yol hakkında tereddüde düşmüştü, bir taraftan da hava pek soğuk imiş. Binaenaleyh o ateş tarafında bulunacak kimselerden yol hakkında bilgi almak istemiş hiç olmazsa o ateşin bulunduğu yerden bir ateş parçası getirip ısınmalarını temin etmek arzusunda bulunmuştu.

8. Ne zaman ki oraya vardı, kendisine şöyle seslenildi ki: Bu ateşte olan da ve bunun etrafında bulunan da mübarek kılınmıştır ve âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ münezzehtir.

8. (Vaktaki) Musa Aleyhisselâm, eşinin yanından ayrılıp (oraya) o ateş bulunduğunu zannettiği mevkie (vardı) Turi Sina tarafından (kendisine seslenildi ki, Bu ateşte olan da) yani: Bu ateş sandığı mahalle gelmiş olan Musa da (ve bunun) ateş mahalli sanılanın (etrafında bulunan da) yani: Melekler de (mübârek kılınmıştır) bu nidâ, Hz. Musa hakkında ilâhi bir iltifat idi, onun hakkında bereketle yapılmış olan bir selâmlama, bir müjdelemeden ibaret bulunuyordu. O ateş sanılan şey ise, çoğu müfessire göre bir nur idi ki: Etrafında bulunanlar, tesbih etmek ve kutsamakla meşgul bulunuyorlardı. Diğer bir yoruma göre de o nur içinde bulunanlar,melekler idi, etrafında bulunan da Hz. Musa’dan ibaret idi. Başka bir görüşe göre de o ateşin içinde görülen “mübârek yer” idi. Onun etrafında bulunan da Şam-ı Şerif arazisidir ki, bunlar mübârek kılınmıştır. O havalide nice Peygamberler ortaya çıkmış, ahalisi nice nimetlere kavuşmuştur. (Ve) O yüce nidânın Allah tarafından olduğunu hissettirmek içinde şöyle buyuruldu: (âlemlerin Rabbi olan) Allah Teâlâ (münezzehtir) bir mekânda bulunmaktan, bütün noksanlardan, ihtiyaçlardan uzaktır. Yani Ya Musa!.. Bu karşılaşıp hayretler içinde kaldığın nidâ da o Yüce Yaratıcı tarafındandır, başka nidâlar kabilinden değildir. Gerçekte bu kutsal nidâ, Hz. Musa’ya her taraftan yönelmiş, onu bütün kuvvetleriyle işitmekte bulunmuştu.

9. Ey Musa! Şüphe yok ki, o seslenen ben mutlak galip ve, hikmet sahibi olan Allah’ım.

9. Hak Teâlâ Hazretleri, bir büyük iltifat olmak üzere de buyurdu ki: (Ey Musa!.. Şüphe yok ki o) işittiğin nidâyı yapan, senin berekete ulaşmanı sana müjdeleyen kutsal varlık (ben aziz) her şeye kâdir olan, seni mucizeler göstermeye kudretli kılan ve (hâkim olan) her emri, her eseri bir hikmete, menfaata dayalı bulunan (Allah’ım) sen benim en kutsal nidâma kavuşmuş bulundun.

10. Ve âsânı bırak. Ne zaman ki, onu sanki küçük bir yılanmış gibi deprenir gördü, geriye dönerek kaçtı ve arkasına bakmadı, buyruldu ki: Ey Musa: Korkma, şüphe yok ki, ben bir kerim mabudum ki benim huzûrumda Peygamberler korkmaz.

10. (Ve) Allah Teâlâ, kudretini başka bir hârika vücude getirmekle de göstermek için şöylece nidâ buyurdu: Ya Musa! (Asanı bırak) o da hemen yere bırakıverdi. (vaktaki) Hz. Musa (onu) o âsayı yeryüzünde (sanki küçük) hafif, süratli hareket eden (bir yılanmış gibi çalkalanır) titrer bir halde (gördü, geriye dönerek kaçtı) korku içinde kaldı (ve arkasınadönmedi) o yılanın ne yolda harekete devam etmekte olduğunu bakıp takib etmedi. Hak Teâlâ Hazretleri de o mübârek Peygamberine ârız olan bu korku ve dehşeti gidermek için yine nidâ buyurarak dedi ki: (Ya Musa!. Korkma) O gördüğün hârikalar vesaireden dolayı korkup durma, ilâhi zatıma itimat et. (şüphe yok ki, ben) kerem sahibi bir mabûdum ki, (benim huzurumda Peygamberler korkmaz) yani: Benim korumama ve himayeme kavuşan Peygamberler, öyle yılanlardan vesaire felâketlerden korkmazlar. Onlar masum oldukları için kendilerinden bir günah çıkmaz ki, ondan dolayı azap göreceklerini düşünerek korksunlar. İşte ilâhi nidâya mazhar oldukları vakit de Allah’ın işlerinin hikmet ve yüceliğini mütalâaya dalacaklarından dolayı yine kaplerine korku ve dehşet âriz olmaz. Bununla beraber diğer vakitlerde Peygamberlerin kalplerinde de Allah’ın zatının büyüklük ve heybetini düşünme neticesi olarak iradesiz en büyük bir ilâhi korku tecelli eder.

11. Ancak diğer insanlardan olup da zulmeden korkmalıdır, fakat sonra kötülüğün arkasından zulümü güzelliğe çeviren kimseler başka onlar da korkudan kurtulabilirler artık şüphe yok ki, ben mağfiret, rahmet ediciyim.

11. (Ancak) Diğer insanlardan olup da (zulmeden) kimseler müstesna, onlar konkmahdinlan. Fakat (sonra kötülüğün arkasından) o yaptıklan zulmü müteakip tövbe ederek o zulmü (güzelliğe çeviren) kimseler (başka) onlar da korkudan kurtulabilirler. (artık şüphe yok ki, ben) Kerem sahibi yaratıcı (mağfiret, rahmet ediciyim) öyle tevbe edip af dileyen kullarımın günahlarını affeder ve bağışlarım, haklarında ilâhi rahmetim tecelli etmiş olur. Bazı müfessirlerin beyanına göre bu âyeti kerime, Musa Aleyhisselâm’a diğer bir bakımdan da teselli verici olup onun korkusunu gidermektedir. Şöyle ki: Hz. Musa, vaktiyle bir kıptiye sille vurup bir kaza eseriolarak onun ölümüne sebebiyet vermişti. Bunu bir zulüm telâkki ederek korkmuş, hemen af dileğinde bulunmuştu. İşte bu hâdiseden dolayı da artık korkuya lüzum kalmadığına işaret buyurulmuştur.

12. Ve elini koynuna sok, bembeyaz, kusursuz olarak çıkıversin. Dokuz mucize ile Firavun’a ve kavmine git şüphe yok ki, onlar yoldan çıkan bir kavim oldular.

12. Bu mübrek âyetetler de Hz. Musa’nın diğer bir ilâhi nidâya kavuşarak “yadibeyza” mucizesine erişmiş bulunduğunu bildiriyor. Firavun ile adamlarını ise bu gibi mucizeleri, -vicdani kanaatlerine aykırı olarak- sırf bir zulüm ve kibir sebebiyle sihir kabul ettiklerini beyan ve bu gibi kimselerin müthiş âkibetlerine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Allah Teâlâ Hazretleri Peygamberi Musa Aleyhisselâm’a diğer bir mucizesini, bir kudret eserini göstermek için buyurdu ki: Ya Musa!. (elini koynuna sok) Yakandan içeriye sok, o el (bem-beyaz) güneş gihi ışıklı olarak ve (kusursuz olarak) “beras” gibi vücuda alacalık lekesi düşüren bir hastalıktan uzak bulunarak müşahede meydanına (çıkıversin) bu mübârek el, âsa gibi, cevheri ve mahiyeti, başka bir cevhere ve mahiyete dönüşmeksizin bizzat kendisi, güneş gibi her tarafa ışık saçıcı bir hale gelmiş bulundu. Ve yine Hz. Musa’ya şöyle de emir olundu: (dokuz mucize ile Firavun’a ve kavmine) git. Zira (şüphe yok ki, onlar yoldan çıkan bir kavim oldular) onları küfür ve isyan hususunda haddi aşmış bir vaziyette bulunmaktadırlar. Onlara Cenab-ı Hak’kın kudret ve azametine şahitlik eden hârikaları gösterilir de onlar yine ilâhi dinî kabul etmez, küfürlerinde devam ederlerse artık ilâhi delil tamam olmuş olur, cehaletlerini bahane ederek bir mazeret ileri sürmelerine imkân kalmaz. Bu dokuz âyetten, hârikalardan maksat ise şunlardır: Asa, Yeddibeyzâ, Tufan, Kuraklık, Çekirge, Kene, Kurbağa, Kan, Kıtlıkseneleri. Bazı zatlara göre bir de ekinlerin noksaniyeti ve denizin yarılması alâmeti vardır. Buna göre bu hârikaların sayısı onbire ulaşır. Bu görüşe göre âyeti kerime, şu meâlde bulunmaktadır. Ya Musa!. Asa ve yedibeyza mucizesinden başka dokuz mucize ile de Firavun’a ve kavmine git. Araf sûresine de bakınız!.

13. Ne zaman ki, onlara mucizelerimiz, açık olarak hidayet yolunu gösteri bir halde geldi. Dediler ki: Bu bir apaçık sihirden ibarettir.

13. (Ne zaman ki, onlara) Firavun ile kavmine (âyetlerimiz) o çeşitli harikalar, mucizeler, hâdiseler, Hz. Musa’yı desteklemek için (açık olarak) hidayet yolunu gösterir bir halde açıkca (geldi) gözlerinin önünde tecelli edip durdu, o inkârcı herifler (dediler ki: Bu) görülen fevkalâde şeyler (bir apaçık sihirden ibarettir.) bunlar binen hayaldir, bunların bir hakikati yoktur, bunların birer hayal olduğu aşikare bulunmaktadır.

14. Ve bu âyetleri, vicdanları da tam bir kanaat getirdiği halde bir zulüm ve kibirden dolayı inkâr ettiler. Artık bak, o bozguncuların akibeti nasıl oldu.

14. (Ve bu âyetleri) Öyle açık, yoruma ihtiyaç kalmadan gördükleri (vicdanları da) bunların birer hârika, birer mucize olduğuna (tam bir kanaat getirdiği halde) yine onu tasdik edip, hareketlerini değiştirmediler, o muazzam alametlere karşı (bir zulüm ve kibirden dolayı) onları (inkâr ettiler) o hârikaların ilâhi kudret ile meydana gelmiş birer mucize olduklarını vicdanen bildikleri halde yalnızca bir zulüm ve gurur tesiriyle Hz. Musa’nın Peygamberliğini kabule yaklaşmadılar, yine inkâra devam edip durdular. (artık) ey mahlûkatın en şereflisi olan Son Peygamber!. (bak o bozguncuların âkibeti nasıl oldu) Onlar nihayet dünyada pek korkunç bir şekilde boğularak helâke uğradılar, ahirette ise cehennem azabı içinde ebedî olarak kalacaklardır. İşte EyPeygamberlerin en faziletlisi!. Seni inkâr edenler de senin gösterdiğin mucizeleri kabul etmeyenler de senin gerçekliği, yüceliği apaçık olan dinini, sırf bir gurur, dinsizlikte bir ısrar neticesi olarak inkâra cür’et gösterenler de elbette bir gün öyle müthiş bir âkibete uğrayacaklardır. Hz. Musa’ya ait birinci kıssa, burada nihayete ermiştir. Bütün insanlık için ne büyük bir ibret muamelesi!. Hz. Dâvud ile Hz Süleyman’a ait olan ikinci kıssaya sıra gelmiştir.

15. And olsun ki, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik ve dediler ki: Hamd o Allah’a olsun ki, bizi mümin kullarından bir çoğu üzerine üstün kılmıştır.

15. Bu mübârek âyetler, Hz. Dâvud ile Hz. Süleyman’ın eriştikleri nimetlerden dolayı Allah Teâlâ’ya hamd ve senâda bulunmuş olduklarını bildiriyor. Süleyman Aleyhisselâm’ın ne kadar muhterem bir zata mirasçı, ne kadar çeşitli mahlûkattan meydana gelen ordulara kavuşmuş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in hikmet sahibi ve her şeyi bilen zatı tarafından telâkki edilmekte olduğunu bir başka delil ile de bildirmek için iki büyük Peygambere ait mühim bir kıssa pek edebi bir şekilde beyan ediyor ve bu kıssanın ehemmiyetine işaret için yüce zatına yemin ederek şöyle buyuruyor: (And olsun ki, Dâvud’a) Ve oğlu (Süleyman’a bir ilim verdik) onları dinî hükümlere ait, bir nice hakikatlara dair, şânlarına lâyık bir bilgiye kavuşturduk. Onlar da bu ilâhi ihsana şükür ettiler, ilimlerinin gerektirdiği şekilde amelde bulundular (ve dediler ki: Hamd o Allah’a olsun ki:) O Kerem sahibi Yaratıcı (bizi mümin kullarında bir çoğu üzerine) peygamberliğe, ilim ve hikmete, hükümdarlığa kavuşma sebebiyle (üstün kılmıştır) bu iki muhterem Peygamberin eriştikleri nimetlerden dolayı Cenab-ı Hak’ka hamdetmeleri, bütün insanlıkiçin uyulması gereken bir örnek olmak, bir kulluk dersi vermek hikmetini içermektedir. Evet.. Her hangi bir eriştiği bir nimetin, bir ilim ve marifetin değerini bilmelidir, onu kendisine ihsan buyuran kerem sahibi yaratıcıya ve şükürde bulunmalıdır. Böyle bir hamd ve şükür, nimetin artmasına ve Allah’ın rızasının kazanılmasına bir vesile olmuş olur.

16. Ve Süleyman Davud’a vâris oldu ve dediki: Ey insanlar! Bize her kuşun dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Şüphe yok ki, bu, elbette bu, apaçık bir lütuftur.

16. (Ve Süleyman) Aleyhisselâm, babası (Dâvud’a) o muhterem zata peygamberlik, ilim ve hükümdarlık itibariyle (mirasçı oldu) Davut Aleyhisselâm’ın on dokuz oğlu varmış, içlerinden yalnız Hz. Süleyman o muhterem babası gibi peygamberliğe erişmiş ve büyük bir hükümdarlığa sahip bulunmuştur. (ve) O mübârek Süleyman Aleyhissâm, nimeti anmak için ve sahip olduğu mucizeleri yadederek halkı hak dine davet için (dedi ki: Ey insanlar!. Bize) yani: Birçok nimetler ile seçkin kılınan bana, hükmeden zatıma (her kuşun dili öğretildi) her kuşun kendine muhsus bir konuşması, bir işareti, maksadını anlatmaya ait bir kabiliyeti, bir ötüşü vardı. Zaten bütün hayvanat, görülüyor ki: Muhtelif vaziyetlerinde başka başka sesler çıkarıyorlar. Kendi maksatlarını, ihtiyaçlarını başkalarına anlatmak istiyorlar. İşte kuşların ötüşleri, nameleri de kendilerine mahsus birer konuşma demektir. Hz. Süleyman da bütün kuşların bu kabil lisanlarını bir mucize olarak bilirdi. Bu kâinatta sürekli olarak tecelli eden eşsiz kudreti görüp takdir edenler, kuşların da birer lisana sahip olduğunu ve bu onların lisanlarını bir yüce Peygamberin mucize olarak bilmesini asla uzak görmezler. Hz. Süleyman da böylece bir ilme erişmenin ilâhi bir lütuf olduğunu takdir ederek bunu etrafında bulunanlara bildirmiş (ve bize her şeyden verildi) demiştir.Yani: Cenab-ı Hak, bizi peygamberliğe, ilme, hâkimiyete kavuşturdu: Cinleri, insanları, rüzgârları emrimize verdi. (şüphe yok ki, bu) eriştiğimiz çeşitli nimetler (elbette bu) büyük ilâhi lütuflar, (apaçık bir inayettir) Allah Teâlâ tarafından ihsan buyurulmuş pek açık bir ihsandır. Bu, kimseye karşı gizli kalacak bir hal değildir. Süleyman Aleyhisselâm, bir şükür ve hamd maksadiyle böyle buyurmuştur.

17. Ve Süleyman için cinlerden ve insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Artık onlar bir düzen, üzere sevkolunuyordu.

17. Evet.. Hz. Süleyman hakikaten pek çok ve benzersiz nimetlere erişmiştir. İşte buyuruluyor ki: (Ve Süleyman için cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları topladı.) O, zat böyle çeşitli kuvvetlerden meydana gelen, hârikulâde bir askeri kuvvete sahip bulunuyordu. (artık onlar) O orduyu meydana getiren kuvvetler (bir intizam üzere sevkolunuyordu) bu orduların başları ile sonları arasında güzel bir irtibat vardı, bunların bir ara kolaylıkla toplanabilmeleri mümkün bulunuyordu. Böyle bir vaziyet, selâmetin, zaferin ve düşmana karşı heybetin görünmesine pek elverişli bulunmuştur.

18. Ne zamanki, karınca vadisi üzerine geldiler, bir karınca dedi ki: Ey Karıncalar! Yuvalarınıza giriniz, Süleyman ve onun askerleri farkında olmadıkları halde sizi ezmesinler.

18. Bu mübârek âyetler de Süleyman Aleyhisselâm’ın bir muzice olarak bir karıncanın diğer karıncalara olan ihtarını anlamış olduğunu bildiriyor ve bu ihtara vakıf olmaktan dolayı tebessüm ve Cenab-ı Hak’ka hamd ve şükrederek pek lüzumlu teminatta bulunmış olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Süleyman Aleyhisselâm bir kısım ordusiyle (Ne zamanki, karınca vadisi üzerine geldiler) burası Şam veya Taif tarafındabulunan bir vadidir ki, karıncaları pek çok olduğu için kendisine böyle “karınca vadisi” adı verilmiştir. (bir karınca) O muhteşem ordunun gelişini görünce diğer karıncalara hitaben (dedi ki:) Ey Karıncalar!. (yuvalarınıza giriniz) Yoldan savuşunuz, (Süleyman ve onun askerleri farkında olmadıkları halde sizi ezmesinler) böyle bir şeye sebebiyet vermek sizin zamanında yuvalarınıza çekiliveriniz. “Bu karıncadan maksat, hakikatleri bilinen karınca hayvanıdır. Cenab-ı Hak, hayvanlara da maksatlarını hemcinslerine anlatabilecek derecede bir nevi konuşma kuvveti ihsan buyurmuştur. Evet.. Hayvanların kendilerine ait birer lisanı, kendi dileklerini hemcinslerine anlatabilecek birer hususi işaretleri bulunduğunu bugün bir çok araştırıcı da kabul ve iddia etmektedirler. Hatta Amerika’lı “Gazner” gibi lisan alimleri tavuk, kaz, maymun gibi hayvanların lisalanını foğoğraf yardımiyle tetkik etmişler bunların lisanlarına dair dilbilgisi kitaplarının bile yazılacağını ümit edilmekte bulunmuştur. Tutu ve papağan gibi bazı kuşların öğretme sayesinde insanlar gibi birçok sözleri söyledikleri de daima görülmektedir”. Şu da şüphesizdir ki: Allah Teâlâ Hazretleri, dilediği kuşlara lisan ve anlayış ihsan edeceği gibi dilediği bir kuluna da kuşların lisanlarını öğretir ve anlatır. İşte Hz. Süleyman da böyle bir ilâhi öğretime erişmiştir. Bu, o Peygamber hakkında bir mucize demektir nice mucizelere muvaffak olan bir yüce Peygamber, bu mucizeye de kavuşabilir. Bunu imkânsız görmeye, o vadideki karıncadan maksat, insanlardan meydana gelen bir kabileden ibarettir demeğe lüzum yoktur. Öyle bir iddia, Hz. Süleyman’ın eriştiği mucizeleri kısmen inkârdan, Kur’ani beyanları keyfi bir şekilde değiştirmekten başka birşey değildir.

19. Hz. Süleyman Artık onun sözünden gülercesine tebessüm etti ve dediki: Yarabbi! Bana ilham buyur, bana ve anama babamavermiş olduğun nimetine şükredeyim ve senin razı olacağın iyi amelde bulunayım ve beni rahmetinle iyi olan kullarının arasına kat.

19. Hz. Süleyman, karıncanın bu pek hayırlı ihtarını işitince hayrete düştü. (Artık onun sözünden) O şefkatli, takdir edici ifadesinden dolayı (gülercesine) yani: Fazlaca (tebessüm etti) çünkü bir karınca olduğu halde kendisine mahsus fasih bir lisan ile arkadaşlarına hitab ettiği, onların haklarında şevkat gösterdiğini ve Hz. Süleyman ile ordusunun zulmen ve kasden değil, bilmeden bir zarar verebileceklerini karıncalar ihtar eylediğini görünce Cenab-ı Hakk’ın dilediği mahlûklarına ne kadar mühim kabiliyetler vermiş olduğunu düşünerek bir gönül ferahlığına kavuştu. (ve) Kendisinin de hârikulâde bir bilgiye, hayvanların sözlerini anlamak kabiliyetine erişmiş bulunduğundan dolayı (dedi ki: Yarabbi!.) ey bana lütuf ve ihsant bol olan Kerem sahibi yaratıcım!. (Bana ilham, buyur) Muvaffakiyet ver (bana ve anama babama vermiş olduğun nimetine şükür edeyim) yani: İhsan buyurduğun nimetin kadrini, kıymetini bileyim, o nimeti, ona olan ihtiyacımı göstermek suretiyle kabul edeyim ve o nimetten dolayı hakiki nimet verici olan Cenab-ı Hak’ka, cömertlik ve keremini hatırlayarak övgüde ve hürmette bulunayım. İşte şükür vazifesi bu üç şeye riayetle meydana gelmiş olur. Hz. Süleyman’ın bu duasğ şunu da gösteriyor ki: Bir kimsenin anasğna, babasına ait bir nimet de, kendisine ait bir nimet durumundadır. Binaenaleyh ondan dolayı da Cenab-ı Hak’ka şükür etmelidir. (ve) Süleyman Aleyhisselâm, duasına devam ederek dedi ki: Ey Allah’ım!. (senin razı olacağın iyi amelde bulunayım.) Bazı güzel ameller vardır ki, samimiyete iyi niyete bağlı olmasa haddızatında övgüye ve Allah’ın rızasına lâyık olamaz. Gösteriş için yapılan ibadetler, sadakalar gibi. İşte o Yüce Peygamber bunu da işaret için Allah’ın rızasınauygun olan iyi işler yapmak niyâzında bulunmuştur. Ve buna muvaffakiyetin ise ancak ilâhi bir lütuf sayesinde mümkün olacağına işaret için buyurdu ki: (Ve beni rahmetle iyi olan kulların arasına kat.) Yani: beni de İbrahtm, İshak, Yakup Aleyhimmüselâm gibi ve diğer Peygamberler gibi gerçekten iyi hal ile, günahsızlıkla vasıflanmış bulunan zatların zümreleri arasında cennetine kavuştur. İbni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğine göre Süleyman Aleyhisselâm bu duasiyle bunu kastetmiştir. Hz. Süleyman’ın bu duası, şunu da gösteriyor ki: iyi hale kavuşmak da, cennete girmekde ancak Hak Teâlâ’nın bir fazlı ve rahmeti ile mümkündür, yoksa kulların hak etmeleri ile değildir. Deniliyor ki: Peygamberler, mâsum oldukarı için onların dereceleri iyi kimselerin derecelerinden üstündür. O halde neden böyle bir temennide bulunmuşlardır. Cevaben de deniliyor ki. Bundan maksat, olgunluk sahibi kimselerdir ki, onlar, Allah Teâlâ’ya isyan etmezler, bir günah, işlemek kasdında da bulunmazlar. Bu ise, yüce bir derecedir ki, ancak Peygamberlerde görülür. Binaenaleyh böyle bir duada bulunan zat, Peygamerler zümresi arasında bulunmayi niyâz etmiş olur ve o zümrenin makamının yüceliğine işaret etmiş bulunur. Ve bu mübârek dua gösteriyor ki: Bir zat, mâsum olsa da yine Cenab-ı Hakk’ın korumasına ihtiyaçtan uzak kalamaz.

20. Ve kuşları gözden geçirdi de dediki: Bana ne oldu? Hüdhüd’ü göremiyorum, yoksa kayıplara mı karıştı?

20. Bu mübârek âyetler de Süleyman Aleyhisselâm’ın saltanat işlerinde Hüdhüd kuşunun kullanıldığını gösteriyor. Bir müddet kaybolan Hüdhüd’ün gelip de mâzeretine dair bir delil getirmediği takdirde şiddetli bir azaba uğrayacağını bildiriyor. Hüdhüd’ün ise bilâhara gelip Seba melikesine ve halkına dair bilgiverdiği, onların şeytana uyup güneşe taptıklarını birliğine sahip, kâinatın bütün sırlarını bilen, büyük arşın Rabbi olan Kerem sahibi yaratıcıya secde etmemek istediklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Rivayete göre Süleyman Aleyhisselâm muhterem pederi Davut Aleyhiselâm’ın vefatı üzerine henüz oniki yaşinda iken onun yerine geçti, o da Peygamberlikle hükümdarlığı kendisinde topladı, dört sene sonra pederinin vasiyeti üzerine Beytülmukaddesi, yâni: Mescid-i Aksayı yaptırdı, sonra da kudsi şerifte büyük bir hükümet sarayı yaptırmış oldu. Sonra doğuda ve batıda bulunan hükümdarlar, kendisine hürmet ve itaat gösterdiler. Bir aralık Mekke-i Mükerreme’ye, oradan da Yemen’e gitmişti. Beraberinde insanlardan, cinlerden, kuşlardan meydana gelen bir ordu bulunuyordu. Bu kuşlar arasında Hüdhüd, büyük bir kabiliyete sahip idi, yerlerin altındaki suları görür, haber verirdi. Yolculuk esnasında susuz bir yere gelinmiş, suya ihtiyaç görülmüş idi. Nerelerde su bulunduğunu haber vermesi için Hüdhüd’ün gelmesi istenilmişti. Binaenaleyh Hz. Süleyman bakıp Hüdhüd’ü göremedi (Ve kuşları teftiş etti) onların hallerini, vaziyetlerini anlamak istedi (dedi ki: Bana ne oldu?.. Hüdhüd’ü göremiyorum) o da kuşlar arasında hazır bulunmuyor mu?. Onu görmeye bir şey mi engel oluyor. Sonra onun kaybolduğunu anlayınca buyurdu ki: (yoksa) Hudhüd, (kayıplara mı karıştı?..) öyle görülüyor, siz ne dersiniz?.

21. Herhalde ona şiddetli bir azap ile azap ederim, veya onu boğazlarım, yahut bana apaçık bir delil getirir.

21. Hz. Süleyman, Hüdhüd’ün ordudan ayrılmış olduğuna kanaat getirince buyurdu ki: (Herhalde ona şiddetli bir azap ile azap ederim) O gibi kuşların cezalandırılmaları, tüylerinin yoldurulması, kendilerinin sıcakgüneşe mâruz bırakılması veya kendilerinin zıtları olan kuşlar ile beraber bir kafese konulması veyahut kendi arkadaşlarından ayrı düşürülmeleri gibi bir şekilde yapılırdı. Hz. Süleyman, (veya onu) Hüdhüd’ü (boğazlarım) diyerek başkaları için ibret numunesi olmak üzere Hüdhüd’ü daha ağır bir cezaya uğratacağını söylemiş oldu. Bunda şuna da işaret vardır ki, bu orduyu meydana getiren erlerden, kuvvetlerden herhangi birinin kesin bir özre dayanmaksızın ve kumandanından müsaade almaksızın orduyu terketmesi, büyük bir isyan demektir, ordunun kuvvetini azaltmak mahiyetindedir. Binaenaleyh böyle bir hareket, büyük bir cezayı gerektirir. Süleyman Aleyhisselâm, Hüdhüd’ün bir mâzeretinden dolayı ayrılmış olduğunu da dikkate alarak buyurdu ki: (yahut bana apaçık bir delil getirir) özrüne dair kanaat verecek bir delil getirir, o zaman cezadan kurtulur. Çünkü özür, Allah katında ve müsamahakâr olan insanların yanında.

22. Derken Hüdhüd çok geçmeden geldi de dediki: Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Seb’edan muhakkak bir haber ile geldim.

22. Hz. Süleyman, böyle söylemişti (Derken) Hüdhüd, aradan daha (çok) zaman (geçmeden geldi) Süleyman Aleyhisselâm huzuruna tam bir saygı ile vardı, kendisini, faideli bir haber getirmek suretiyle mazur göstermek için (dedi ki: Ben senin bilmediğin bir şeyi) bir memleketin her tarafını, olanca varlığını ben (öğrendim) her vaziyetinden haberdar oldum, sana mühim bir hizmette bulunmak istedim (ve) binaenaleyh (sana Seb’adan) o kabileden (muhakkak) kesin ve mühim (bir haber ile geldim) “seb’a” Yemen’de senanın doğu tarafında, üç günlük bir mesafede bulunan bir eski ülkenin ismidir. Merkezi bütün Yemen diyarının eski başşehri olan “Ma’rib”şehri idi. Bu şehire de bu isim verilmiştir. Bu âyetikerimedeki Seb’adan maksat, oranın ahalisidir, siyasi teşkilatıdır. Oradaki bir kabileden ibarettir. Deniliyor ki: Hüdhüd, Süleyman Aleyhisselâm’ın namaz ile, yemek ile meşgu1 oduğunu görünce uçup havaya yükselmiş, dünyanın her tarafını seyretmiş. Belkıs adındaki bir kadın hükümdarın başkenti olan Sebâ şehrini görmüş, o kadının büyük bir taht ve ihtişam sahibesi olduğunu görüp bilmişti.

23. Muhakkak ben, bir kadın buldum ki, onlara hükümdarlık ediyor ve kendisine her şeyden verilmiş ve onun için pek büyük bir taht da var.

23. Hüdhüd, getirdiği haberi Hz. Süleyman’a ayrıntılı olarak arz etmek için dedi ki: (Muhakkak ben) Seba kavmi arasında (bir kadın buldum ki, onlara) o kavme (hükümdarlık edlyor) onların hükümet başkanlığında bulunuyor. (ve kendisine) o kadına (her şeyden verilmiş) hükümdarların muhtaç oldukları her şey kendisinde mevcut (ve onun için pek büyük bir taht da var) altun ile gümüş ile yapılmış, her tarafı cevherler ile süslenmiş bir saltanat tahtı. “Bu kadının adı Belkıs idi. Babası, “Şerahil” adında bir hükümdardı. Onun baba ve dedeleri arasında kırk kadar hükümdar bulunmuş idi. Şerahil’in ise oğlu bulunmadığından kızı Belkıs yerine hükümdar olmuş idi. Bütün Yemen kıtasına sahip bulunuyordu. Bunların zamanlarında Yemen ve Hazremevt tarafları Yagreb bin İkah’ın neslindendir. Bu Yagberin oğlu “Himyer” Yemen kızasında “Himyerîler” ismiyle meşhur devlet kurmuştu. Bunlar vaktiyle Arap devletlerinin en büyüğü bulunuyorlardı. İşte Belkıs da bu Himyerîlerdendir.

24. Onun ve kavminin Allah’tan başka güneşe secde ettiklerini gördüm ve şeytan onlara amellerini süslemiş, artık onları yoldan sapıtırmış, binaenaleyh onlar hidayete eremezler.

24. Hüdhüd Belkıs’a ve kavmine dair bilgivererek dedi ki: Ben (Onun) o kadının (ve kavminin Allah’tan başka) Cenab-ı Hak’ka ibadeti bırakarak (güneşe secde ettiklerini gördüm.) Öyle mabutluk mertebesine sahip olmayan bir mahlûka tapınmakta bulunuyorlar (ve şeytan onlara amellerini süslemiş) öyle güneşe tapınmayı, öyle kâfirce hareketleri onlara güzel bir ibadet gibi göstermiş artık (onları yoldan sapıttırmış) onları hak ve savab olan Allah yolundan mahrum bırakmış (binaenaleyh onlar) o müşrik olan kavim, (hidayete eremezler) doğru bir yolu takibedemezler.

25. Allah’a secde etmemeleri için böyle yapmış o Allah’a, ki göklerdeki ve yerdeki her gizliyi meydana çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.

25. Evet.. Şeytan (Allah’a secde etmemeleri için) o kavmi böyle yapmış, Allah yolundan uzaklaştırmış, onlara çirkin amellerini güzel göstermiş. Evet.. (O Allah’a) Secde yapmaktan menetmek istemiş (ki,) O Yüce Yaratıcı (göklerdeki ve yerdeki bir gizliyi) meydana (çıkarır) nice, yüce, ışık saçan gök cisimlerini ve yerlerdeki nice muazzam hâdiselerin, yaratılış eserlerini yaratır, müşahede alanına koyar. (ve) Sizin de ey insanlar!. (neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.) Artık böyle ilim, ve hikmete, yüce bir kudret sahip bir yaratıcı var iken öyle bir takım müşrikler, ne cehalettir ki, şeytanların sözlerine aldanıyorlar da öyle mahlûk olan güneşe vesaireye tapınıp duruyorlar?.. Bu âyeti kerime bir secde âyetidir.

26. Allah, o büyük arşın Rabbi dir ki, ondan başka ilâh yoktur.

26. Evet.. (Allah) O kâinatın yaratıcısı (o büyük arşın) bütün gök cisimlerini başı ve büyüğü bulunan o yüce âlemin (Rabbldir ki, ondan başka ilâh yoktur,) bu apaçık bir hakikat iken maalesef öyle bir takım kavimler, güneşe aya, o gibi mahlûkata tapmak cehaletinde,alçaklığında bulunmuşlardı, hâlâ da bulunanları vardır. ‘Bu (25, 26) ncı âyetlerdeki beyanat, Hüdhüd’e ait olduğuna göre o mübârek kuş, bu husustaki ilim ve bilgiyi Hz. Süleyman’dan aldığını göstermiştir ve temiz bir itikat sahibi olduğunu Hz. Süleyman’a karşı göstererek onun sevgisini kazanmak istemiş ve mazaretinin kabul edilmesini temennide bulunmuş olmalıdır. “Deniliyor ki: Bir Hüdhüd bu hakikatları nasıl bile bilir? Çünkü Cenab-ı Hak herhangi bir mahlûkuna böyle bir kabiliyet verebilir, Hüdhüd’ün böyle bir kabiliyete erişmesi, Hz. Süleyman için bir mucize demektir. Evet Hak Teâlâ Hazretleri: Dilediğini ilm ve mârifeti dilediği bir mahlûkuna ilham buyurabilir. Bir demir parçası bile insanların vesairenin bütün konuşmalarını, nağmelerini zaptederek sürekli olarak nakledip duruyor, nice uzaklardaki manzaraları zaptederek halka gösteriyor. Bu da bir yaratılış harikası değil mi? Halbuki, böyle bir hârika keşfedilmeden evvel söylenilse idi birçok kimseler bunu mümkün görmezlerdi. İşte Cenab-ı Hak, vakit vakit böyle hârikaları meydana getiriyor, artık Allah’ın kudreti ile daha bunların üstünde de nice harikaların da meydana gelebileceğini hangi akıl sahibi ve düşünen bir insan inkâr edebilir?.. “Şu da denilemez ki: Hz. Süleyman, o kadar büyük bir saltanata sahip iken neden Sebâ melikesi hakkında bilgileri Hüdhüd’den almıştır?. Çünkü Kur’an-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın bunlara dair hiç haberi yok idi diye buyurmuyor. Ayeti kerimede tam kavrayış yoluyla olan bilginin bulunmadığı zikredilmiştir. Tam bir kavrayışın olmaması ise şüphe yok ki, tamamen bilgisizliği gerektirmez. Caizdir ki, o sözkonusu Peygamber o vakite kadar zikredilen hükümetin büyüklüğünden ve saltanatının derecesinde ve idaresine bir kadının bulunduğundan haberdar olmamıştı. Sonra bir hârika suretiyle onu öğrenmiştir. Zaten ilk zamanlarda muhabere vasıtaları bilinmiyordu, kavimler arasında siyasî, iktisadîmünasebetler sınırlı idi, hemen hemen de yoktu. Süleyman Aleyhisselâm’ın bu gibi hususları vaktiyle manevî vasıtalar ile vesaire ile tamamen bilmesi ise zaruri bir iş değildir. O Peygamberini takdir edilen bir zamanda onlardan haberdar buyurmuştur.

27. Hz. Süleyman Hüdhüd’e dedi ki: Bakacağız, doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mı oldun?.

27. Bu mübârek âyetler, Hüdhüd’ün ifadesindeki doğruluğunu meydana çıkarmak için onun vasıtasiyle Hz. Süleyman’ın, Sebâ kavmine bir mektup gönderip onları İslâm dinine davet buyurmuş olduğunu bildiriyor ve Sebâ hükündarı olan Belkıs’ın da o mektubu alıp mahiyeti hakkında kavmine bilgi verdiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hüdhüd, gelip de Sebâ kavmine, hükümdarına dair Süleyman Aleyhisselâm’a haber verince Hz. Süleyman, Hüdhüd’e (dedi ki: Bakacağız) seni tecrübe etmiş olacağız (doğru mu söyledin) ki seni mâzur görelim (yoksa yalancılardan mı oldun) öyle yalancılığı alışkanlık edinen kimselerden mi bulundun ki, bizim huzurumuzda yalana cür’et etmiş olasın.

28. Şu mektubumu götür, hemen onlara bırak, sonra onlardan çekil de bak ki, neye varacaklar?

28. Hz. Süleyman, hemen bir mektup hazırlayarak Hüdhüd’e hitaben buyurdu ki: (Şu mektubum ile git) Durmaksızın koş, bu mektubu (onlara bırak) o güneşe taptıklarına dair haber verdiğin kimselerin üzerine at (sonra onlardan çekil) onlara karşı saklanarak hallerine dikkat et (bak ki, neye varacaklar?.) düşün, anlaki birbiriyle ne yolda konuşmada, istişarede bulunacaklar, neye karar verecekler?.

29. Hükümdar olan kadın dedi ki: Ey ileri gelenler: Şüphe yok ki bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.

29. Hüdhüd, aldığı emirden dolayı yıldırım gibi süratle Belkıs’ın sarayına varmış, götürdüğü mektubu oradakilerin yanlarına münasip bir suretle atıvermiş, onların hükümdarı olan kadın da bu mektubu alıp okuyunca Hz. Süleyman’mn mührünü, imzasını görmüş, onun pek muazzam bir hükümdar olduğunu anlayarak titremeye başlamıştı. Yanında bulunan ileri gelenlere hitaben (Dedi ki: Ey Ulular, beyler!.) Ey kavmimin eşrafı ve ileri gelenleri (şüphe yok ki, bana çok şerefli bir mektup) Evet.. (bana bırakıldı) Yani: Kerem, şeref ve şân sahibi, pek büyük bir hükümdar tarafından gönderilmiş bulunmakta.

30. O muhakkak ki, Süleyman tarafından ve şüphe yok ki o: “Rahman, Rahîm olan Allah’ın ismiyle” başlanarak yazılmıştır.

30. Evet.. (O) Mektup (muhakkak ki, Süleyman tarafından) öyle muazzam bir hükümdarın katından gelmiş (ve şüphe yok ki, o) mektup (Rahman, rahim olan Allah’ın ismiyle) başlanılarak yazılmış.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN