FUSSİLET SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre de Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Elli dört âyet-i kerîmeyi içermektedir. Bir adı da “Secde Sûresi”dir. Diğer bir adı da “Mesabîh Sûresi”dir. Hâ, Mim harfleriyle başlayan sûrelerin ikincisi olduğu için ismi de “Hamim sûresi”dir. Başlıca konuları şunlardır:

1. Mü’min Sûresinin âhirinde kâfirlere karşı yapılan tehdîdi diğer bir nevi tehdit ile kuvvetlendirmek ve ayrıntılara inmek.

2. Yüce vasıfları açıklanan Kur’an-ı Kerim’i kabulden kaçınan müşriklerin hak etmiş oldukları cezaları ve bâzı kavimlerin başlarına gelmiş olan felâketleri ihtar etmek.

3. Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve kudretine, ilminin genişliğine dâir dış ve iç âlemdeki çeşitli delilleri zikretmek.

4. İnsanların varlıkları zamanındaki kibirli durumlarına ve bir mûsibet ânındaki yalvarış ve yakarışlarına işâret etmek.

5. Kur’an-ı Kerim hakkındaki yanlış telâkkileri red etmek, O’nun nasıl bir şifâ ve rahmet vesîlesi olduğunu beyân ve nüzulûndeki hikmet ve menfaate dikkatleri çekmek.

6. Kâfirlerin kıyamet hakkındaki inkârlarını reddetmek ve âlemde mü’minlerin nâil olacakları kerametleri ve nîmetleri beyân etmek.

7. Kâinatın yaratıcısının kudret eserlerine dikkatleri çekmek, doğru yolda olan müminlerin ahlâkını ve dünyevî ve uhrevî mevkilerini övmek ve inkârcıların uğursuz hâllerini gözler önüne sermek.

1. Hâ, Mim.

1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in insanlığı ıslâh etmek ve yüceltmek için inmiş olan hikmetli bir kitap olduğunu bildiriyor. Öyle ayrıntılı âyetleri içeren yüce bir kitaba karşı birçok kimselerin nasıl muhalif bir cephe aldıklarını teşhir buyurmaktır. Şöyle ki: (Hâ, Mim) bu kelimeye dâir bilgiler, bundan evvelki sûrenin sonunda verilmiştir. Maamafih bir görüşe göre buyurulmuş oluyor ki: Bu ismi içeren bu sûre veya bu sûreyi içine alan Kur’an-ı Kerim.

2. Esirgeyen, merhamet buyuran zât tarafından indirilmiştir.

2. (Esirgeyen, merhamet buyuran) Yâni: Kulları hakkında himâyesi, merhameti bol bulunan (zât tarafından) Kerem Sâhibi bir Yaratıcı tarafından (indirilmiştir) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a vahyen ihsân buyurulmuştur.

3. Bir kitaptır ki, bilen herhangi bir kavim için Arapça bir Kur’an olmak üzere âyetleri açıklanmıştır.

3. O indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim, (Bir kitaptır ki, bilen) O’nun beyânatını anlayıp takdir eden, ilm ve irfâna sâhip bulunan (herhangi bir kavim için arapça bir Kur’an olmak üzere) en geniş en edebî olan arap lûgatiyle (âyetleri açıklanmıştır.) O’nun o mübârek âyetleri, dinî vazifelere, hükümlerden, öğütlere ve sâireye âid birçok açıklamayı içine almıştır.

4. Müjdeleyici ve korkutucu olarak indirilmiştir. Fakat, onların çoğu yüz çevirmişlerdir. Artık onlar dinlemezler.

4. Evet.. O’nun o pek fâideli âyetleri (Müjdeleyici ve korkutucu olarak) indirilmiştir. Müminler cennetler ile, Allah’ın lütuflarına erişmekle müjdelemektedir. Dinsizleri, ilâhî hükümlere muhalefet edenleri de şiddetli bir azap ile korkutmaktadır, insanlığı uyandırmak bir selâmet ve saadet yoluna sevk etmek için öyle bir nice teşvik etmeye ve uyarmaya âid âyetleri içermiş bulunmaktadır, (fakat onlarınçoğu) İnsanların bir nice gâfil, küfr ve şirke müptelâ gurubu, O Kur’an-ı Kerim’in beyânatını kabul etmeyip O’ndan (yüz çevirmiştir) O pek fâideli beyânları takdir edememişlerdir. (artık onlar dinlemezler.) O ilâhî kitabın o sırf hikmet olan beyânlarını akıllıca, insaflıca, mütefekkir bir şekilde dinleyip anlamak istemezler, kendi cehâletlerinde devam edip durmak isterler.

5. Ve dediler ki: Kendisine bizi dâvet ettiğin şeye karşı bizim kalplerimiz örtüler içindedir. Ve bizim kulaklarımızda bir ağırlık vardır. Ve bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen kendi dinine göre âmel et. Şüphe yok ki, biz de kendi dinimize göre âmel edicileriz.

5. Evet.. Onlar o apaçık kitabın beyânlarını dinlemediler (Ve) bilâkis (dediler ki:) Ey Peygamberlik iddiasında bulunan zâtı (kendisine bizi dâvet ettiğin şeyden) Allah’ın birliğine inanmaktan, atalarımızın yollarını ter etmekten (bizim kalblerimiz örtüler içindedir) biz senin o husustaki beyânlarını güzelce kabul edecek bir durumda değiliz, (ve bizim kulaklarımızda bir ağırlık vardır) Senin sözlerini işitip kabul etmemize bir engel teşkil ediyor (Ve bizim aramızda ve senin aranda bir perde vardır.) her iki tarafta birer perde vardır ki, sana kavuşmuş olmamıza, senin dâvetine icâbet etmemize mâni olmaktadır. O müşriklere, bir alaycı maksatla böyle üç türlü engel ileri sürmüşlerdi ve kendi muhalefetlerini göstererek demişlerdir ki: Ey Peygamber!, (artık sen) Kendi dinine göre (amel et) dilediğin gibi harekette bulun (bizde) kendi dinimize, kendi arzumuza göre (amel edicileriz.) biz kendi yolumuzu terk ederek sana tâbi olmayız.

§ Ekinne; Örtü, kılıf mânasına olan “Kinan” lâfzının çoğuludur.

§ Vakr: da kulaktaki ağırlık, sağırlık demektir. Deniliyor ki: Bu âyet-i kerîme’de iddiaları beyân olunan kimseler, Ebû Cehl ve O’nunlaberaber olan Kureyş’ten bir cemaat idi. Resûl-i Ekrem onlara demişti ki: Ne için İslâmiyeti kabul etmiyorsunuz ki, araplara efendilikte bulunasınız?. Onlar da demişlerdi ki: Yâ Muhammed!. -Aleyhisselâm- biz senin ne dediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, bizim kalblerimizin üzerinde perdeler var. Ebû Cehl bir bez parçası almış, onu kendisiyle Resûl-i Ekrem arasına uzâtmış da demiş ki: Ey Muhammed!. -Aleyhisselâm-bizim kalblerimiz, senin dâvet ettiğinden örtüler içindedir. Kulaklarımızda da sağırlık vardır ve aralarımızda bir örtü vardır. Fakat Ebû Cehl’in bu iddiasına rağmen ertesi gün onlardan yetmiş zât gelerek Yâ Resûlullâh!. Bize İslâmiyeti telkin et demişler. Resûl-i Ekrem de, İslâmiyeti telkin edince hemen müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz tebessüm buyurmuş, Elhamdülillâh, dünkü gün kalblerinizin örtülü olduğu iddia ediyordunuz, bugün ise müslüman oldunuz, demiş, onlar da demişler ki: Yâ Resûlullâh!. Bizler dünkü gün vallah yalan söylemiştik, eğer öyle olsa idi biz aslâ hidâyete eremezdik velâkin Allah Teâlâ doğru sözlüdür hiçbir şeye ihtiyacı yoktur kullar ise yalan söylerler, o Kerem Sâhibi Yaratıcıya muhtaç bulunurlar. Alusî Tefsiri. İşte İslâm dini, düşmanlarına rağmen dâima böyle yer yüzünde yayılıp duracaktır. O ilâhî nûru hiçbir kuvvet söndüremez, bilâkis ona karşı düşmanlık eden söner giderler.

6. De ki: Şüphe yok ben sizin gibi bir insanım, bana vahy olunuyor ki: Sizin ilâhınız muhakkak ki, bir tek ilâhtır. Artık O’na yönelin ve ondan mağfiret dileyin ve müşrikler için helâk kararlaştırılmıştır.

6. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in alçak gönüllülüğünü ve kavmine karşı kendi insanlığını itiraf edip ancak Allah’ın birliğine âid vahye eriştiğini beyân ve doğruluktan ve af dilemekten uzaklaşıp şirke düşmüş olanlarıazab ile tehdit buyurduğunu bildiriyor. Müşriklerin ne kadar cimri ve inkârcı kimseler olduklarını, îmana ve güzel amellere muvaffak olanların da ebedî mükâfatlara nâil olacaklarını haber vermektedir. Şöyle ki: Ey yüce Peygamber!. Kavmine (De ki: Şüphe yok, ben sizin gibi bir insanım) cinsen sizden farklı değilim ki, benim sözlerimi anlayamayasınız. Ben de bir insanım, bir cin, bir melek değilim ancak (bana) Allah tarafından (vahy olunuyor ki: Sizin ilâhınız) sizin bütün Kâinatın Yaratıcısı, mâbudu (bir tek ilâhtır) birden çok ilâhlar yoktur. Bu bir hakikattir ki, buna bütün yaratılış eserleri şâhitlik etmektedir. Bunu bütün aklî ve naklî deliller isbat edip durmaktadır, (artık O’na) o ortak ve benzeri olmayan Kâinatın Yaratıcısı’na (yönelin) dosdoğru bir itikatta bulunun, Allah’ın birliğinden ayrılmayın, samimi amellere devam edin. (ve O’ndan mağfiret dileyin) Geçmiş günâhlarınızdan dolayı o kerîm mâbudunuzdan aflar rica eyleyin (ve) şunu da biliniz ki, (müşrikler için helâk) ebedî azap, hüsrân kesindir.

§ Veyh: Bir azap kelimesidir, veya cehennemde bir vâ’didir. Fenâ şeylerden korkutmak nefret ettirmek için kullanılır.

7. O müşrik kimseler ki, zekâtı vermezler ve onlar ahireti inkâr ederler, onlar.

7. Evet.. Helâk, azap (O müşrik kimseler) hakkında kesinleştir (ki) onlar pek cimri bulunmaktadırlar (zekâtı vermezler) fakirlere karşı şefkatte bulunmazlar, bu husustaki ilâhî emre riâyet göstermezler (ve onlar âhireti inkâr ederler) Evet.. (onlar) ilâhî dinin haber verdiği şekilde bir kıyametin, bir haşr ve neşrin, bir muhakemenin varlığına inançlı değildirler. İnsanlar, mallarına karşı büyük bir alâka gösterirler, o mallarını kendi varlıklarının birer parçası sanırlar, böyle olduğu hâlde sırf Allah’ın emrine uymak için zekât veren birmümin, dininin hükümlerine olan riâyetini ve insanlık niyet hakkındaki iyilik severliğini ve Hak yolundaki doğruluğunu, iyi niyetini pek güzel göstermiş olur.

8. Şüphe yok o kimseler ki, iman etmişlerdir ve sâlih amellerde bulunmuşlardır, onlar için minnetsiz bir mükâfat vardır.

8. (Şüphe yok, o kimseler ki, îman etmişlerdir) Allah Teâlâ’nın birliğini ve O’nun Resûlünü, kitabını tasdik eylemişlerdir (ve sâlih sâlih amellerde bulunmuşlardır) mükellef oldukları namaz gibi, zekât gibi vazifelerini yerine getirmeye çalışmışlardır, yasak olan şeylerden kaçınmışlardır. (Onlar için) de âhirette, Allah katında (minnetsiz bir mükâfat vardır) öyle minnete bağlı olmayan veya kesilmeyen veya noksana uğramayan bir ecir ve sevap kararlaştırılmıştır. İşte ilâhî dine uymanın ebedî mükâfatı!. Deniliyor ki: Bu âyet-i Kerîme, hasta ve yaşlı olan mü’minler hakkında nâzil olmuştur. Onlar öyle bir ârızâdan dolayı dinî vazifelerini yerine getirmekten âciz bulunsalar yine amel defterlerine sıhhatli zamanlarında yaptıkları güzel amellerin mükâfatı gibi mükâfatlar yazılır. Onlar, güzel niyetlerine, itikatlarına göre böyle sürekli sevaplara nâil olurlar. Ne büyük bir ilâhî lütuf!.

9. De ki: Hakikaten siz mi yeri iki günde yaratmış olan zâtı inkâr ediyorsunuz? Ve O’nun için ortaklar ediniyorsunuz? İşte, o, âlemlerin Rabbidir.

9. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın birliğine, kudret ve büyüklüğüne şâhitlikte bulunan göklerin ve yerin muayyen günlerde, muhtelif tavırlar ile yaradılışını bildiriyor. Onların ilâhî emre tam olarak boyun eymelerini ve onlarda parlayıp duran ışıklı, sâbit ve seyyar yıldızları dikkat nazarlarına sunuyor. Artık öyle her şeye hakkıyla kaadir, sonsuz ilm ve hikmeti açık olan bir Yüce Yaratıcı’nın ortakve benzerden uzak olduğunu ifâde etmekte ve müşriklerin cehâletlerini teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey mahlûkatın en şereflisi!. Cenab-ı Hak’kın varlığını, kudretini, insanları öldürdükten sonra tekrar dirilteceğini inkâr eden câhilleri kınamak için (de ki: Hakikaten siz mi) ey kendi yaradılışlarını düşünmeyen gâfil insanlar!. Siz mi (yeri iki günde yaratmış olan zâtı) o Yüce Yaratıcıyı (inkâr ediyorsunuz?.) onun ölüleri tekrar hayata kavuşturacağına inanmıyorsunuz?, (ve onun için ortaklar ediniyorsunuz) onun için meleklerden, cinlerden, putlardan eş ve benzer bulunduğuna inanıyorsunuz?. Öyle câhilce bir kanaatte bulunuyorsunuz (işte o) yerleri ve gökleri yaratan Allah Teâlâ (âlemlerin Rab’bidir) bütün âlemleri yoktan var eden, terbiye eden, olgunluğa eriştiren yalnız O’dur. O’ndan başka Yaratıcı ve mâbud yoktur. Bunu ne için takdir etmiyorsunuz?. Bir takım mahlûklar O’na ortak edinmek cehâletinde bulunuyorsunuz?.

§ Endâd; Eş, benzer, eşit mânasına olan “Nedîd” lâfzının çoğuludur.

10. Ve orada, O’nun üstüne sâbit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler vücuda getirdi, araştıranlar için müsavî olmak üzere onun azıklarını dört gün içinde takdir buyurdu.

10. (Ve) o eşsiz yaratıcı (orada) yer yüzünde (onun üstünden) herkesin görüp ibret alacağı, istifâde edeceği bir şekilde açık ve parlak bir sûrette (sâbit dağlar yaptı) nice yüksek varlıklar meydana getirdi, onlardan çeşit çeşit istifâde olunabiliyor (ve orada) yer yüzünde (bereketler vücuda getirdi) nice denizler, ırmaklar, madenler, hayvanlar, fâideli ürünler yaratmış oldu. Ve o Kerem Sâhibi Yaratıcı (araştıranlar için) kendi geçimlikleri olan şeyleri elde etmek talebinde bulunanlar için (eşit olmak üzere) her biri de kendisine âid rızkını elde edebilmek üzere (O’nun) yâni: O yer yüzündeki ahâlinin (azıklarını dört güniçinde takdir buyurdu.) her nevi hayat sâhibi mahlûka münâsip, hâline uygun olan şeyleri yeryüzünün yaradılışından itibaren dört gün içinde varlık alanına getirmiş oldu.

11. Sonra göğe, o bir duman halinde iken yöneldi, sonra ona ve yer için buyurdu ki: İsteyerek ve istemeyerek geliniz. Onlar da isteyiciler olarak geldik, dediler.

11. (Sonra) Yüce Yaratıcı kudret ve irâdesiyle (göğe) o yüksek âlemi meydana getirmeğe (o) gök (bir duman hâlinde iken yöneldi) Yâni: Dumana benzer bir gaz maddesi hâlinde veya bulutla tarzında veya karanlık bir şekilde bulunan gök âlemini yaratmak, bir hikmet gereği olduğundan O’nun Allah’ın takdiri doğrultusunda vücuda gelmesini emr ve irâde buyurdu (sonra O’na) o göğe (ve yer için buyurdu ki:) sizler (isteyerek veya istemeyerek) vücuda (geliniz) artık sizin varlık alanına gelmeniz takdir edilmiştir, siz râzı olsanız da olmasanız da her hâlde meydana geleceksinizdir. (onlar da isteyiciler olarak) vücuda (geldik dediler) yâni: Yüce Yaratıcı her neyi irâde buyurursa o şey herhâlde vücuda gelir, ilâhî kudret, o kadar tesir edicidir ki, ona hiçbir kimse muhalefet edemez. Binaenaleyh ilâhî irâdenin mahlûkat üzerindeki tesiri böyle misâl yoluyla beyân buyurulmuş oluyor. Maamafih Cenab-ı Hak, semâları, yerleri yaratıp kendilerine yönelecek bir ilâhî kitabı anlamak kabiliyetini de onlara vermiş olabilir. Onlar da o kavuşmalarından dolayı ilâhî emre tam bir itaatle boyun eğeceklerini kendilerine mahsus bir lisân ile arz etmiş olabilirler. Allah’ın kudreti ile nice eşsiz eserlerin hârikaların meydana gelmekte olduğu aslâ imkânsız görülemez.

12. Artık onları yedi gök olmak üzere iki günde tamamladı ve her göğe O’na ait emri vahy eyledi ve dünya göğünü de kandiller ile süsledik ve muhafaza ettik. İşte o, azîz, alîm olan Allah’ın takdiridir.

12. (Artık) Kâinatın Yaratıcısı (onları) o gök âlemlerini (yedi gök) yedi muazzam tabaka (olmak üzere iki günde tamamladı) yer yüzünün yaradılışına mahsus olan dört günden başka iki günlük bir müddet içinde de bütün gökler vücuda getirilmiş, gökler ile yerin yaradılışı altı günlük bir müddet içinde tamam olmuş oldu (ve) Cenab-ı Hak (her gökte ona âid emri) onun müsâid, olduğu şeyleri, onda yaradılışı hikmetin gereği olan eserleri, melekleri, ay ve güneş gibi nûranî küreleri (vahy eyledi) yâni: İrâde buyurup varlık alanına getirdi, (ve) O Yüce Yaratıcı buyuruyor ki: (dünya göğünü de kandiller ile süsledik) o gökte parlayan ışık dolu yıldızlar ile birer misbaha, yâni: Birer aydınlatma vasıtası olan kandillere benzeyen o parlak cisimler ile süslü kıldık (ve) onları (muhafaza ettik) yürüyüşlerinde birbirine çarpmaktan, muntazam bir harekete muhalefet etmekten koruduk, kıyamete kadar onlara öyle bir intizam ve bir ihtişam nâsip buyurduk (işte o) beyân olunan çeşitli, muhteşem yaratılış eserleri (azîz) her şeye kaadir, galip olan ve her şeyi hakkıyla (bilici) olan Allah(ın takdiridir.) bütün bu eserler, o Yüce Yaratıcı’nın kudretiyle, irâdesiyle vücuda gelmiştir. Binaenaleyh bütün bu pek büyük eserler, o Kerem Sâhibi Yaratıcı’nın birliğine, kudret ve büyüklüğüne pek parlak bir şekilde şâhitlik ve işâret edip durmaktadırlar. Yüce Yaratıcı dilese idi gökleri de, yerleri de bir anda yaratâbîlirdi. Fakat öyle altı günde yaratması, bir hikmet gereğidir ve ihtimâl ki, bu, insanlık için bir teennî (yavaş hareket etme) dersi vermektedir ve sabrı tavsiye buyurmaktadır. İbn,i Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere yer yüzü göklerden evvel yaratılmıştır. Fakat yeryüzündeki dağların, denizlerin, ağaçların yaradılması, göklerin yaradılışından sonradır. Binaenaleyh bu hususa dâir olan âyetler arasında ihtilâf yoktur.

“Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyadı”

“Dolu, boş cümle yed-i kudretinin icadi”

“İzzet-ü şânını takdis kılar cümle melek”

“Eğilir secde eder piş-i celâlinde felek”

“Emr-i vech üzere yer eyler gece gündüz hareket”

“Değişir tazelenir mevsim-i feyz-ü bereket”

ŞİNASİ

13. İmdi onlar eğer yüz çevirirlerse o vakit de ki: Ben sizi Âd ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım ile korkutmuş bulunmaktayım.

13. Bu mübârek âyetler, o kadar kudret eserlerine rağmen Allah’ın birliğini tasdikten kaçınmakta devam eden kâfirleri Âd ve Semud kavimlerinin başlarına gelen azab âteşi ile tehdît ediyor. O eski kavimlerin de Peygamberlerini inkâra nasıl cür’et göstermiş olduklarını bildiriyor. Sonra Âd kavminin nasıl bir azab rüzgâriyle helâk olduklarını ve onların âhiretteki azablarının daha şiddetli olacağını bir ibret dersi olmak üzere beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Muhammed!, (imdi) senin açık beyânlarını, zikrettiğin âyetleri, delilleri düşünmezler de (onlar) o inkârcılar (yüz çevirirlerse) hakkı kabul etmeyip inkârlarında devam ederlerse (o vakit) onlara (deki: Ben sizi Âd ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım ile) o sizce malûm olan eski kavimlerin üzerlerine yönelmiş bulunan pek korkunç, helâk edici, âteş saçan bir azap ile (korkutmuş bulunmaktayım.) yâni: Ben sizi öyle şiddetli bir azap ile korkutuyorum, o pek acıklı âkıbeti düşünmenizi size ihtar ediyorum, artık uyanmalı değil misiniz?. Saika: Gökten inen ve şiddetli bir gürültüsü bulunan âteş parçası demektir. Kendisiyle helâk meydana gelen sayha ve pek helâk edici olan şey ve korkunç, şiddetli azap mânasında kullanılmaktadır.Rivâyet olunuyor ki Ebû Cehl ve Kureyş’ten bir cemaat demişler ki: Muhammed Aleyhisselâmın emri bize örtülü bulunuyor, şiiri, kehaneti bilen bir âlim arasanız da onunla gidip konuşsa, onun emrine dâir bize bir haber getirse. Aralarında bulunan Utbe İbn-i Rebiâ demiş ki: Vallâhi ben şiiri, kehaneti, sihri işittim, onlara dâir bilgim vardır eğer öyle ise bana gizli kalmaz. Utbe, sonra Resûlullâh’ın yanına gitmiş, Yâ Muhammed -Aleyhisselâmsen mi hayırlısın, yoksa Kusay Bin-i Kilab mı?. Sen mi hayırlısın yoksa Haşim mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdülmuttâlip mi?. Sen mi hayırlısın yoksa Abdullah mı?. Artık ne için bizim ilâhlarımıza sövüyorsun ve atalarımızı sapıklar sanıyorsun, akıllı kimselerimizi beyinsiz sayıyorsun ve dinimizi kötülüyorsun?. Eğer sen reis olmak istiyorsan, sancağımızı senin için bağlıyalım, bizim reisimiz olmuş ol, ve eğer cinsel ilişkiye eğilmli isen seni Kureyş kızlarından dilediğin on kız ile evlendirelim ve eğer mal istiyorsan sana istemediğin kadar mal toplayalım ve eğer sana cin tarafından gelip galebe etmiş bir hastalık var ise senin tedavin için mallarımızı harcayalım veya senin uğrunda mağlûp olalım. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise sükût buyuyordu. Utbe sözüne nihâyet verince Peygamber Efendimiz buyurdu ki: Yâ Eba Velîd!. Sözün bitti mi?. O da: Evet bitti dedi. Resûl-i Ekrem de benden dinle diye emr ederek bu sûresinin ilk âyetinden bu on üçüncü âyetinin nihâyetine kadar okudu. Utbe bu yıldırımı ifâde eden âyet-i celîleyi duyunca Resûl-i Ekrem’in mübârek ağzına elini koydu, ve akrabalık adına and içerek sükût buyurmasını diledi ve ailesi yanına dönüp gitti. Kureyş’in yanına çıkmaz oldu. Ebû Cehl, Utbe’nin yanına geldi, ona dedi ki:Muhammed’in dinine mi girdin? yoksa O’nun yiyeceği hoşuna mı gitti. Bunun üzerine Utbe kızmış, ve Muhammed -Aleyhisselâm- ile ebediyyen konuşmayacağına dâir yemîn etmiş, sonra da demiş ki: Vallâhi siz elbette bilirsinizki, ben Kureyş’in en çok mal sâhibi olanıyım. Velâkin ben onunla konuştuğum zaman bana bir şey ile cevap verdi ki, o şey, vallâhi ne şiirdir, ve ne de kehanettir ve ne de sihirdir. Sonra o işittiği yıldırım âyetini okudu ve dedi ki: Bunu bana okuyunca ağzını tuttum, ve akrabalık adına and verdim ve muhakkak bildim ki, Muhammed -Aleyhisselâm- birşey söyleyince yalan söylemiş olmaz. Allah hakkı için size de yıldırım azabının ineceğinden korktum. Ve bir rivâyete göre Utbe şöyle bir de bir tavsiyede bulunmuştur ki: Bu hususta bana itaat ediniz, onu bana bırakınız, Muhammed ile O’nun durumuna karışmayınız. O’ndan bir tarafa çekiliniz. Allah hakkı için O’nun kelâmından işittiğim için elbette bir haber vücuda gelecektir. Ve O’ndan kurtulmuş olursunuz. Ve eğer bir hükümdar veya bir Peygamber bulunmuş ise siz onunla nâsin en mes’udu olmuş olursunuz. Çünkü, O’nun mülkü sizin mülkünüzdür ve O’nun şerefi sizin şerefinizdir. Onlar da dediler ki: Heyhât!. Muhammed -Aleyhisselâm- sana büyü yapmış, ey Eba Velîd!. O da dedi ki: Bu sizin için benim görüşümdür, artık siz dilediklerinizi işleyiniz!. “Ettefsirül vâzih, tefsirülmeragı ve sâire”.

14. Onlara, Peygamberler, Allah’tan başkasına tapmayın diye önlerinden ve arkalarından geldiği vakit dediler ki: Eğer Rabbimiz dilemiş olsa idi elbette melekleri indirmiş olurdu. Binaenaleyh şüphe yok ki, biz sizin kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr edicileriz.

14. (Onlara) O Âd ve Semud kavimlerine birçok (Peygamberler) nasihat verip (Allah’tan başkasına tapmayın) Allah’ın birliğine muhalif itikatlarda bulunmayın (diye önlerinden ve arkalarından geldiği vakit) yâni: Her cihetten kendilerine tebligât yapıldığı zaman veyahut kendilerinden evvelki cemiyetlere gelmiş olan Peygamberlerin tebliğlerini de telâkki edecek bir durumda bulundukları vakit (dediler ki: Eğer Rab’bimiz dilemiş olsa idi elbettemelekleri indirmiş olurdu) onlar bize ilâhî emrleri teblîğ ederlerdi, siz de bizim gibi insan bulunuyorsunuz, siz Peygamberlik sıfatına sâhip değilsiniz. Böyle alaycı bir şekilde inkâra devam eden o kâfirler şöyle de dediler: (binaenaleyh şüphe yok ki, biz sizin) iddianıza nazaran (kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr edicileriz) sizin Peygamberliğinize inanmıyoruz. Siz bize karşı bir üstünlüğe sâhip bulunmamaktasınız.

15. Âd kavmine gelince onlar da hemen yeryüzünde haksız yere kibirlendiler ve dediler ki: Bizden kuvvetçe daha şiddetli kim vardır? Bir düşünmediler mi ki, muhakkak onları yaratmış olan Allah, O kuvvetçe onlardan daha şiddetlidir ve bizim âyetlerimizi inkâr eder oldular.

15. Kendilerine Hûd Aleyhisselâm Peygamber gönderilmiş olan (Âd kavmine gelince) o inkârcı kavmin hikâyesi şöyledir: (Onlar da hemen yeryüzünde haksız, yere) gerçeğe aykırı bir hâlde (kibirlendiler) kendilerini büyük görüp başka kavimlerin üzerlerine yükselmek istediler (ve dediler ki: Bizden kuvvetçe daha şiddetli kim vardır?.) ki, bize galebe etsin, bizi kahredebilsin, onlar kendilerinin maddî kuvvetlerine, iri yapılı olmalarına aldanarak böyle bir iddiaya cür’et gösterdiler. Peygamberlerinin tehditlerine ehemmiyet vermediler. O câhil kavim (bir düşünmediler mi ki, muhakkak onları) yoktan (yaratmış olan Allah, O) Yüce Yaratıcı (kuvvetçe onlardan daha şiddetlidir.) dilediği zaman onları elbette kahreder ve cezalandırır. Evet.. Allah Teâlâ buyuruyor ki: (ve) O kâfir kavim (bizim âyetlerimizi inkâr eder oldular) Peygamberimize indirmiş olduğumuz âyetlerin birer hakikat olduğunu şüphesiz anladıkları hâlde bununla beraber küfrlerinden ve dünya varlığına tapındıklarından dolayı, o âyetleri kabul etmeyip onları inkâra cür’et gösterdiler. Gözleri önünde parlayıp duran bir nice kudreteserlerini gördükleri hâlde onların Allah’ın birliği hakkında birer açık delil olduğunu itiraf etmeyip inkârlarına devam ettiler.

16. Artık biz de onların üzerlerine uğursuz günlerde pek fazla soğuk bir rüzgâr gönderdik ki, onlara dünya hayatında bir zillet azabını tattıralım ve elbette ki, ahiret azabı daha çok rüsvay edicidir ve onlar yardım da olunmazlar.

16. Allah Teâlâ Hazretleri de buyuruyor ki: (Artık biz de onların) O dinsizlerin (üzerlerine uğursuz uğursuz günlerde) kötü zamanlarda (pek fazla soğuk bir rüzgâr) şiddetli sesli bir yel (gönderdik ki, onlara) o kavimlere kendi küfrleri yüzünden (dünya hayatında bir zillet azabını tattıralım) onları o böbürlenmeleri sebebiyle bir ihanete, bir zillete düşürmüş olalım. (ve elbette ki,) onların haklarında (âhiret azabı daha çok zilletlidir) ihanet ve zillet itibariyle daha şiddetlidir. Onlar, o haktan kaçınmalarından, küfrü tercih etmiş olmalarından dolayı öyle muazzam bir azaba tutulmuş olacaklardır (ve onlar, yardım da olunmazlar) kendilerinden o azabı, o ihaneti bertaraf edecek bir yardımcı bir koruyucu da bulamayacaklardır. İşte Âd kavmi, böyle müthiş ve ebedî bir hüsrâna lâyık olmuştur.

17. Semud’a gelince biz onlara doğru yolu gösterdik, onlar ise hidâyet üzerine körlüğü tercih ettiler. Artık onları kazanır oldukları şey sebebiyle o zelîl edici yıldırım azabı yakaladı.

17. Bu mübârek âyetler de Semud kavminin sapıklığa düşüp yıldırım azabına tutulmuş olduğunu, îman ve takvâ sâhiplerinin ise kurtuluşa erdirilmiş olduklarını bildiriyor. Ve kâfirlerin uhrevî azabına da işâret buyurup onların aleyhine kendi âzâlarının şâhitlikte bulunacaklarını ve aralarında nasıl bir sual ve cevabın cereyan edeceğini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Semud) Kavmine (gelince) bunların hakkında da Allah Teâlâ buyuruyor ki: (Biz onlara doğru yolu gösterdik) Onlara Peygamberleri SâlihAleyhisselâm vasıtasiyle hidâyet yolunu bildirdik, âhiret hayatına dâir malûmat verdik, Allah’ın kudretine âid nice deliller, hârikalar vücuda getirdik. (onlar ise hidâyet üzerine körlüğü seviverdiler) Sapıklık içinde yaşamayı ihtiyar ve tercih ettiler. Hattâ denilmiştir ki: Onlar bir aralık îman etmişler iken sonra dinden çıkarak yine kâfirlere katıldılar (artık onları kazandıkları şey sebebiyle) öyle sapıklığı tercih etmeleri yüzünden (o zelîl edici yıldırım azabı yakaladı.) kendilerine gök tarafından gelen müthiş bir ses ile toptan helâk oldular.

18. Ve iman etmiş ve Allah’tan korkmuş olanları ise kurtuluşa erdirdik.

18. (Ve) Semud kavmi arasından (îman etmiş) Hz. Sâlih’in Peygamberliğini kabul eylemiş (ve ittikada bulunur olmuş) üzerlerine düşen dinî vazifeleri yerine getirmeye çalışmış (olanları ise kurtuluşa erdirdik.) Onlar, îmanları, takvâları sebebiyle o yıldırım azabından emin bulunmuşlardır. Ve sâlih Aleyhisselâm ile beraber Mekke-i Mükerreme’ye giderek orada ibâdetle meşgul olmuşlardır.

19. Ve O gün ki, Allah’ın düşmanları toplanıp âteşe sevk edilirler artık onlar tamamen haps olunurlar.

19. (Ve) Kâfirlerin azabı yalnız bu dünyevî azabla, yıldırımla sınırlı değildir (o gün ki, Allah’ın) öyle (düşmanları) ilâhî dini kabulden kaçınmış olanlar (toplanıp âteşe) cehenneme (sevk edilirler, artık onlar tamamen hapsolunurlar) hepsi de bir yerde toplanarak sonra cehenneme birden gönderilmiş bulunurlar. Yûzeûn: Kelimesi, öyle toplanarak hapsolunurlar mânasına olduğu gibi, âteşe atılır mânasına da gelmektedir.

20. Nihâyet oraya geldikleri vakit onların aleyhine ne işlemiş olduklarına dair kulakları ve gözleri ve derileri şâhitlikte bulunmuşolurlar.

20. O kâfirler (Nihâyet oraya) o inkâr etmiş oldukları cehenneme toplanıp (geldikleri vakit onların aleyhine) dünyada iken küfr ve isyân adına (ne işlemiş olduklarına dâir kulakları ve gözleri ve derileri şâhitlikte bulunmuş olur.) Evet.. Cenab-ı Hak o Yüce kudretiyle bu uzuvlara bir nutuk kabiliyeti verir, bunlar da sâhiplerinin dünyada iken neler yapmış olduklarına şâhitlik ederler, bu sûretle de ilâhî kudret tecellî etmiş, o inkârcıların bir inkâra, bir mâzeret bildirmeğe imkânları kalmamış olur. Bir yoruma göre de uzuvlarda öyle bir takım hâller, vaziyetler meydana getirilmiş olur ki, onlar, sâhiplerinden o inkârcı amellerinin çıktığına işâret ederler. Bu işâret, bir şâhitlik mesabesinde bulunmuş olur. Allah’ın kudreti, hepsine de fazlasiyle kâfidir. İnanıyoruz.

21. Ve derilerine derler ki: Ne için aleyhimize şâhitlik ettiniz? derileri de derler ki: Herşeyi söyleten Allah, bizi söyletti ve O sizi ilk defa yarattı ve O’na döndürüleceksinizdir.

21. (Ve) O azap görecek kâfirler de bir kınama ve hesaba çekme maksadıyla (derilerine) kendi uzuvlarına (derler ki: Ne için aleyhimize şâhitlik ettiğiniz?.) Biz sizin yüzünüzden muhakemeye tâbi tutulmuş bulunuyoruz. Derileri de cevap olarak (derler ki: Her şeyi söyleten Allah, bizi) de (söyletti) biz elbette O’nun irâdesine, muhalefet edemezdik. Biz bu şâhitliğe mecburuz, bundan dolayı siz, bizi hesaba çekemezsiniz, (ve) Bir kere düşünmeli değil mi idiniz ki, (O) Yüce Yaratıcı (sizi ilk defa yarattı) yoktan meydana getirdi, sizi birer damla su durumunda bulunan şeylerden büyüyüp gelişmeye eriştirdi, O’nun kudreti her şekilde bilinmiş idi. Artık ne diye bu kıyamet hayatını inkâr etmiş idiniz?, (ve) Size bildirilmiş idi ki, nihâyet (O’na döndürüleceksinizdir.) O Yüce Yaratıcı’nın büyük mahkemesine sevk olunacaksınız,dünyadaki amelinize göre, mükâfat ve ceza göreceksiniz. Bu hakikatlar size evvelce bildirilmişti. Şimdi aleyhinizde olan şahadetten dolayı âzâlarınıza hesap sormaya selâhiyetiniz yoktur. Bu son beyân, ya derilerin beyânatı cümlesindendir veya tek bir ilâhî kelâmı hikâye etmektedir. Nitekim bunu tâkibeden âyet-i kerîme de böyledir.

22. Ve sizin aleyhinize ne kulaklarınızın ve ne gözlerinizin ve ne de derilerinizin şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Velâkin zannetmiş idiniz ki, şüphe yok Allah, sizin yaptıklarınızdan bir çoğunu bilmez.

22. Bu mübârek âyetler de kâfirlerin kendi aleyhlerine uzuvlarının şâhitlikte bulunmalarına mâni olamayacaklarını ve onların pek bâtıl zanlarını, itikatlarını teşhir ediyor ve onların ilâhî azaptan bir türlü kurtulamayacaklarını ihtar buyuruyor. Ve o kâfirlerin kendilerini aldatan ne kötü kimselere yakın bulunmuş olduklarını ve o yüzden küfr ve isyâna düşmüş, eski kavimler gibi helâke mâruz kalmış bulunduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey inkârcılar!, (sizin aleyhinize ne kulaklarınızın ve ne gözlerinizin ve ne de derilerinizin şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz) siz küfrlerinizi ve diğer bir kısım günâhlarınızı açıkça yapmakta idiniz, bir kısım günâhları da insanlardan gizlice yapmakta, onların dedikodusundan korkmakta idiniz. Âzânızın aleyhinizde şâhitlik edeceğini hiç düşünmediniz (ve lâkin zannetmiş idiniz ki, şüphe yok Allah, sizin yaptıklarınızdan bir çoğunu bilmez.) gizlice işlediğiniz günâhlar Allah yanında meçhul kalır, artık Allah korkusuyla değil, halkın yerme ve kınamasına uğramamaktan için bir kısım gayri meşrû hareketlerinizi gizlice yapmıştınız. İmam-ı Buharî ve müslim’in ve diğerlerinin rivâyetlerine göre, İbn-i Mes’ud, Radiyallâhü Anh demiştir ki: Ben bir gün Kâbe’ninperdeleriyle gizlenmiş bulunuyordum. Üç kişi girdiler. Biri Kureyş’ten, ikisi de Sekıyf’ten veya ikisi Kureyş’ten biri Sekıyf kabîlesinden idi. İçlerinin eti çok, kalblerinin bilgisi az idi. Birisi dedi ki: Nasıl görüyorsunuz, Allah bizim bu konuşmamızı işitir mi?. Diğeri de dedi ki: Seslerimizi kaldırır isek işitir, kaldırmaz isek işitmez. Bir diğeri de dedi ki: Seslerimizi kaldırır isek işitir, kaldırmaz isek işitmez. Bir diğeri de dedi ki: Eğer bizden bir şey işitiyorsa hepsini de işitir. Ben bunu Resûlullâh Sallallâhu Aleyhi Vesellem’e söyledim, bunu müteâkip Allah Teâlâ “vemâ küntüm testirûne” âyeti kerîmesini indirdi.

23. Ve işte sizin O zannımızdır ki, Rabbinize karşı zannetmiş oldunuz, sizi helâke düşürdü. Artık hüsrâna uğrayanlardan oldunuz.

23. Cenab-ı Hak, o gibi yanlış düşünenleri yermek ve tehdit için buyuruyor ki: (Ve işte sizin o zannınızdır ki,) Bir takım günâhlarınızın Allah Teâlâ’ya gizli kalacağı hakkındaki bâtıl kanaatınızdır ki, siz onu öylece (Rab’binize karşı zannetmiş oldunuz) öyle yanlış bir itikatta bulundunuz. İşte o zannınızdır ki, (sizi helâke düşürdü) sizi lânete, alçaklığa ve bayağılığa müptelâ kıldı (artık hüsrâna uğrayanlardan oldunuz) ebedî felâkete mahkûm kaldınız. İşte o kötü zannın ebedî cezası!.

§ İrdâ: Helâk etmek, yaramaz bir hâle getirmek mânasınadır.

24. İmdi sabrederlerse hemen âteş onlar için bir ikâmetgâhtır ve eğer bir hoşnutluk dilerse artık onlar hoşnut olacak kimselerden değildirler.

24. (İmdi) O helâke aday olan kimseler (sabr ederlerse) bir kurtuluş ümidinde bulunurlar da bir yardım talebinde bulunmazlarsa (hemen âteş onlar için bir ikâmetgâhtır) onlar o umdukları kurtuluşa aslâ nâil olamayacaklardır, (eğer bir hoşnutluk dilerse)Sevdikleri bir şeye ermek, Allah’ın rızâsına kavuşmak, o azaptan kurtulmak temennîsinde bulunurlarsa (artık onar hoşnut olacak kimselerden değildirler) onların o temennîlerine icâbet olunmayacaktır.

§ îstı’tab; Rızâ talebinde bulunmak demektir. “Mutebiyn” de istedikleri şeyler kabul olunan kimseler mânasınadır.

25. Ve onlar için bir takım arkadaşları Mûsallat ettik. Artık onlar için önlerindekini ve arkalarındakini süslemiş oldular ve onların üzerine de kendilerinden evvel gelip geçen cinler ve insanlardan olan ümmetler arasındaki O azaba dair söz hak olmuş oldu. Şüphe yok ki, onlar hüsrâna uğramış kimseler oldular.

25. (Ve onlar için) O kâfirler için bu dünyada (bir takım arkadaşları) zararlı yoldaşları, arkadaşları hazırladık, gizleyerek onlara (musallat kıldık) onları aldatmaya çalışıp durdular (artık onlar için) o kâfirlere karşı (önlerindekini ve arkalarındakini süslemiş oldular) yâni: Onlara karşı dünyanın zevk-u sefasını, gayrı meşrû muamelelerini hoş göstermiş, kendilerini onlarla meşgul kılmış bulundular, âhiret hayatını, mesuliyetini de inkâr ederek o kâfirleri âhiret endişesinden de mahrum bıraktılar, dünya varlığının sonsuzluğunu iddia ettiler, tâbilatların, feleklerin üstünde başka bir âlem yaratıcısı bulunmadığını ileri sürerek o gâfil, güzelce tefekkürden mahrum kimseleri inkâra düşürdüler, onları bir takım şehvanî hareketlere sevk edip durdular (ve onların) o aldatmaya kapılan kâfirlerin (üzerine de kendilerinden evvel gelip geçen cinden ve insten olan ümmetler arasında o) azaba dâir, (söz hak olmuş oldu) o söz ise Cenab-ı Hak’kın iblise karşı söylediği sözü ve benzeridir, (şüphe yok ki, onlar) o evvel ve âhır kâfir olanlar: Şeytanlara uyanlar, dinsizlerin aldatmalarına kapılanlar (hüsrâna uğramış kimseler oldular) dünya ve âhiret hayatındazillete lânete, pek büyük bir ziyana uğramış bulundular. İşte küfrün, hakka karşı cephe almanın ebedî cezası!. Kayyezna; Tehyie ettik, hazırladık, kolaylaştırdık, musallat ettik mânasınadır.

§ Hakka; kelimesi de sâbit oldu, gerçekleşti vuku buldu demektir.

26. Ve O kimseler ki, kâfir oldular, dediler ki: O Kur’anı dinlemeyiniz ve onda gürültü yapınız, olabilir ki, galip olursunuz.

26. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin diğer bir tuzaklarını, Kur’an-ı Kerim’e karşı olan düşmanlıklarını teşhir ediyor. Onların o caniyâne hareketlerinden dolayı ne kadar şiddetli ve ebedî azaplara tutulacaklarını ihtar buyuruyor ve kendilerini sapıtıp küfre düşürmüş olan cinleri ve insanları âhirette görüp ayakları altında çiğnemek, onlardan intikam almak isteyeceklerini şöylece beyân buyurmaktadır, (ve o kimseler ki, kâfir oldular) Hz. Muhammed’in peygamberliğini, yüceliğini tasdik etmeyip küfr ve şirk içinde yaşadılar. Yâni Kureyş müşrikleri ve benzeri kimseler (dediler ki: O Kur’an-ı dinlemeyiniz) o okunurken sükût etmeyiniz (ve onda) onun okunması sırasında (gürültü yapınız) seslerinizi kaldırınız, ıslık çalınız, hurâfelerle karşılıkta bulunun, şiirler okuyun, tâki, okuyanı şaşırtasınız, okunan âyetlerin tesirinden başkalarını kurtarasınız, onun ruhlar üzerindeki tesirine mâni olasınız. (olabilir ki,) böyle hareket ederseniz, siz (galip olursunuz) onun dinlenmesine engel bulunursunuz, İslâmiyetin yayılmasına meydan vermemiş olabilirsiniz. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini açıkça okur etrafta bulunanları aydınlatmaya çalışırdı. Kur’an-ı Kerim’in ruhlar üzerindeki güzel tesirleri görülüyordu. Ebû Cehl gibi kâfirler ise insanların uyanmasına mâni olmak, İslâmiyetin yayılmasına meydanvermemek için kendileri gibi dinsizlere böyle cahilce tavsiyelerde bulunuyorlardı.

27. İşte kâfir olanlara elbette bir şiddetli azap tattıracağızdır ve onları işledikleri şeyin en kötüsüyle cezalandıracağız.

27. (İşte) Öyle (kâfir olanlara) İslâm dinine karşı muhalif cephe almak isteyenlere (elbette) Yüce Allah’a yemin olsun (bir şiddetli azap (attıracağız) niteliği kavranamayacak derecede fecî olan bir cezaya çarpılmış olacaktır. Nitekim o kâfirlerin bir kısmı Bedr gazvesinde vesâirede büyük bir mağlûbiyete uğrayarak, mahv-ü perişan olmuşlardır, (ve onları) O kâfirleri (işler oldukları şeyin) yaptıkları amellerin, hareketlerin (en kötüsüyle cezalandıracağızdır.) kâfirlerin yakınları ziyarete riâyet gibi, misafirlere hürmet gibi, fakirlere yardım gibi güzel amelleri küfrleri sebebiyle uhrevî kıymetini kaybetmiş, sevaba vesîle olmaktan çıkmıştır. Binaenaleyh onların küfr gibi en çirkin amelleri kalmıştır. Artık bu amellerinden dolayı en müthiş azaplara mâruz kalacaklardır. Bu âyetler, okunan Kur’an-ı Kerim’e hürmet gösterilmesine, O’na karşı hürmete aykırı bir vaziyet alınmamasına işâret buyuruyor. Okunan Kur’an-ı Kerim’i bozmaya çalışanlar hakkında büyük bir tehdit içermektedir.

28. Bu, Allah’ın düşmanlarının cezasıdır ki, âteştir. Onlar için orada bizim âyetlerimizi inkâr etmelerinin bir cezası olarak bir ebedî ikâmetgâh vardır.

28. (Bu) Beyân olunan pek ağır ceza (Allah’ın düşmanlarının cezasıdır.) onlar için hazırlanmış bir azaptır ki, o da (âteştir) cehennem âteşinden ibârettir. (onlar için) O din düşmanlarına mahsus (orada) o cehennemde (bizim âyetlerimizi) dünyada iken (inkâr eder) onları dinlemekten böbürlenir (olmalarının bir cezası olarak bir ebedî ikâmetgâh vardır) onlar o cehennem de ebediyyen kalacaklardır, onunazabı kendilerinden aslâ kesilmeyecektir. Her kâfir, cehennemin katlarından birinde ebedî bir hâlde kalarak yanıp yakılacaktır.

29. Ve kâfir olanlar diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi sapıtmış olanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım. Tâki, en aşağı kalanlardan olsunlar.

29. (Ve kâfir olanlar) Öyle cehenneme atılacakları zaman muhakkak (diyeceklerdir ki) bu hâdisenin vukuunun kesin olduğuna işâret için mazi sigasiyle (dediler ki) diye beyân buyuruluyor. (Ey Rab’bimiz!. Bizi cinlerden ve insanlardan) şeytani bir tâbiatta bulunan şahıslardan olup da (sapıtmış olanları) bize dünyada iken bâtıl şeyleri süsleyerek göstermiş, bizi Allah’ın dininden mahrum bırakmış olan reislerimizi ve diğer dinsiz şahısları (bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım) onlardan intikam almaya çalışalım, onlara lâyık oldukları zillet ve hakareti gösterelim, (Tâki) Onlar cehennemin (en aşağı) tabakalarında (kalanlardan olsunlar) en büyük hakaretlere, azaplara mâruz kalıp dursunlar. Elbette ki, insanları saptırmaya çalışanlar, insanları dinden, güzel ahlâktan mahrum bırakmaya gayret edenler, gelecekte büyük bir ilâhî azaba uğrayacaklardır. Fakat Cenab-ı Hak’kın kendilerine verdiği aklı, temiz yaratılışı kötüye kullanıp da öyle aldatıcı kimselerin sözlerine kıymet vermiş, onların gösterdikleri çıkmaz yolları tâkibeylemiş kimseler de azabı hak etmişlerdir. Kendilerini mâzur göstermeğe aslâ selâhiyetli olamazlar. Her insan hakikî dostu ile düşmanını güzelce anlamaya çalışmalıdır. Sonra pişmanlık fâide vermez.

30. Şüphe yok, O kimseler ki, Rabbimiz Allah’tır dediler, sonra da dosdoğru yolda yürüdüler, onların üzerlerine melekler ineceklerdir. Korkmayın ve mahzun olmayın ve size vâd olunmuş olan cennet ile müjdelenindiyeceklerdir.

30. Bu mübârek âyetler de îman ve doğruluk sâhiplerinin hakkındaki ilâhî vâ’din gerçekleşeceğini bildiriyor. O mü’min ve doğru yoldaki zâtları meleklerin nasıl bir nîmete, bir ilâhî ziyâfete kavuşturmakla müjdeleyeceğini ve aralarındaki dostluğu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, kâfirler hakkındaki tehdidini, ilâhî vâ’dini bildirdikten sonra müminler hakkında lütfunu, ilâhî vâ’dini de şöylece beyân buyuruyor. (şüphe yok, o kimseler ki, Rab’bimiz Allah’tır dediler) Allah Teâlâ’nın Rablığını, yaratıcılığını birliğini ikrar ettiler (sonra da dosdoğru yolda yürüdüler) bu takvâlarında sebât edip durdular, mükellef oldukları vazifeleri tam bir samimiyetle yerine getirmeye devam eylediler (onların üzerine) Allah tarafından müjdeyle (melekler ineceklerdir) ve onlara hitaben (korkmayın) insanlık icabı yapmış olduğunuz kusurlardan dolayı korkuya düşmeyin, Cenab-ı Hak sizi bağışlar ve kendilerinden ayrılmış olduğunuz çoluk çocuğunuzdan vesâireden dolayı (üzülmeyin) ebedî ferahlığa kavuşacaksınız (ve size) dünyada Peygamberler lisâniyle (vad olunmuş olan cennet ile müjdelenin) çünkü siz cennetlere kavuşacak, onların içinde ebediyyen kalıp nîmetlere ereceksinizdir diyeceklerdir. Meleklerin bu müjdesi, ölüm zamanında, kabirlerde ve dirilme zamanında vuku’ bulacaktır. Ata’nın İbn-i Abbas’tan rivâyetine göre bu âyet-i kerîme, Ebû Bekrıssıddık Radiyallahü Anh hakkında nâzil olmuştur.

§ İstikâmet: Doğruluk, güzel itikada, amellere, devam etmek, emrlere yasaklara gerektiği şekilde riâyette bulunmak, Allah’ın dini çerçevesinde hareket edip durmaktadır.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN