FURKAN SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mukaddes sure, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Ancak bazı zatlara göre yalnız (68, 69, 70) nci âyetleri Medine-i Münevvere’de inmiştir. Bu mübârek sûre, hak ile bâtılın arasını ayırd eder, bu sebeple “Fürkan” ünvanına da sahip bulunan Kur’an-ı Kerim’in öyle yüce âyetleri kapsamış olduğu için kendisine böyle “Fürkan Sûresi” adı verilmiştir. Bu muazzam sûre Kur’an-ı Kerim’in inmesindeki hikmeti bildirmektedir. Kâinatın yaratıcısı Hazretlerinin birliğini isbata, kutsî vasıflarını beyana ait ayetleri içermektedir. O yüce yaratıcının kudret ve azametini, bütün noksanlardan yüce olduğunu izah buyurmaktadır. Risalet ve peygamberliğe, kıyametin hallerine, hâlis müminlerin en şerefli vasıflarına dair beyanları içermektedir. Bütün insanlık için pek büyük bir öğüt, pek mühim bir irşad ve uyanma vesilesi bulunmaktadır.

1. Hayır ve bereketi sonsuzdur, o zatın ki, furkanı kulu üzerine indirdi ki: Bütün âlemlere bir sakındırıcı olsun.

1. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın her şeyden yüce, sonsuz hayır ve berekete sahip olduğunu bildiriyor. İnsanlığı aydınlatmak ve sakındırmak Hak ile bâtılı ayıran Kur’an-ı Kerim’i Resûlüne indirmiş olduğunu haber veriyor. Bütün kâinata sahip olan o ezeli Yaratıcının evlât edinmekten, ortak ve benzerden münezzeh olduğunu beyan buyuruyor. Buna rağmen bir takım âciz mahlûkları kendilerine mabût edinmiş olan müşriklerin cehaletlerine aşağılıklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hayır ve bereketisonsuzdur) yani: Bütün mahlûkatı hakkında hayır ve ihsanı pek ziyade boldur, her bakımdan üstün kudret ve hâkimiyete sahiptir, ve zatı ve sıfatları bütün kâinattan yücedir. (O zatı ki) o hikmet sahibi yaratıcının ki (fûrkanı) hak ile bâtılı ayıran ve âyetleri hikmet gereği parça parça nâzil olmuş bulunan Kur’an-ı Kerim’i (kulu) Hz. Muhammed Aleyhisselâtu vesselâm (üzerine indirdi ki) o apaçık kitabı indiren Yüce Yaratıcı veya o indirilen hikmet dolu veya kendisine o yüce kitap indirilmiş bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselâm (bütün âlemlere bir sakındırıcı) bir uyarıcı ve müjdeleyici (olsun) bütün mükellef mahlûkatı haktan, kulluk vazifelerinden haberdar eylesin. Resûlullahın bu kutsal vazifesi, bütün Allah’ın mahlûkatı hakkında bir rahmet eseridir, bir sırf hayırdır. Çünkü onları uyandırmaya, ebedî bir selâmet ve saadete kavuşturmaya en mükemmel bir vesiledir.

§ Bu âyeti kerime, Kur’an-ı Kerim’in inmesindeki hikmeti beyan buyuruyor. Bu hikmet ise bütün âlemlere, yani: Mükellef kullara bir müjdeleyici ve uyarıcı olmaktan ibarettir. Bu sebeple yüce Peygamberimizin de bütün insanlara bir Peygamber gönderilmiş olduğu gibi meleklere, cinlere de bir Peygamber gönderilmiş olduğuna bir işarettir. Çünkü:

§ Àlemin; tâbiri bunların hepsini içine alır. Fakat Resûl-i Ekrem’in meleklere de Peygamber gönderilmiş olduğu hakkında alimler arasında ihtilâf vardır. Cumhurun görüşüne göre meleklere Peygamber gönderilmemiştir. Şu kadar var ki, Kur’an-ı Kerim’in ilâhi beyanlarından meleklerin de faydalanmaları düşünülebilir. Bu bakış açısından Kur’an-ı Kerim, onların haklarında bir ilâhi rahmet demektir. Resûl-i Ekrem Efendimizin âlemlere bir rahmet olduğu ise yine Kur’an-ı Kerim’in beyanlarıyla sabittir.

§ Tebareke; kelimesi, bereketi ve hayrınçokluğunu ve fazlalığını ifade eder, Hak Teâlâ’ya mahsus bir saygı kelimesidir, başkaları hakkında kullanılamaz.

§ “Fûrkan”dan maksat ise Kur’an-ı Kerimdir. Çünkü Kur’an-ı, hak ile bâtılın aralarını ayırdığı için ve âyetleri birbirinden farklı olarak yirmi üç senede parça parça nâzil olmuş bulunduğu için kendisine böyle “Fürkan” ismi de verilmiştir.

2. Öyle zat ki, göklerin ve yerin mülkü O’nun içindir ve hiç oğul edinmemiştir. Ve O’nun için mülkünde bir ortak da yoktur ve her şeyi yaratmıştır, onu bir miktar ile takdir buyurmuştur.

2. O Kur’an-ı Kerim’i indirmiş olan yüce Allah (öyle) bir (zat)dır. (ki: göklerin ve yerin mülkü) özel olarak (O’nun içindir) kesin hâkimiyet, üstün bir saltanat o yüce yaratıcıya muhsustur, bütün mahlûkat O’na muhtaçtır, onun kudreti ve iradesi altında bulunmaktadırlar (ve) ortak ve benzerden münezzeh olan o Ezeli Yaratıcı (hiç bir oğul edinmemiştir) O’nun yaratıcılığı, her bakımdan birliği evlât edinmekten yüce olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh Hristiyanlar’n Hz. Mesih’e “Allah’ın oğlu” demeleri Sümeniyye” taifesinin meleklere “Allah’ın kızları” demeleri pek bâtıl birer iddiadır, ilâhlık şânına aykırıdır. (Ve O’nun için mülkünde bir ortak da yoktur) o Yüce Yaratıcı ilahlığında da, kâinata sahip oluşunda da tektir, bütün göklerin yerlerin mülkü ve hâkimiyeti o eşsiz yaratıcıya muhsustur. Artık bir takım mahlûk, yok olmaya mahkum şeylere nasıl yaratıcılık, mabutluk isnât edilebilir?. (O her şeyi yaratmıştır.) Bütün mahlûkatı ve onların fiillerini o Yüce Yaratıcı, hikmetinin gereğine göre vücude getirmiş ve getirmektedir. Mahlûkattan hiç biri, yaratıcılık sıfatına sahip, kendi fiillerini bile yaratacak bir kâbiliyete sahip değildir.. Ve O Hikmet Sahibi Yaratıcı (onu) her yarattığı şeyi (bir miktar ile takdir buyurmuştur) heryarattığı şeye bir özel şekil vermiştir, her birini bir harika mahiyette bulundurmuştur, her yarattığının yaratılışında bir hikmet ve menfaat vardır, her birini hayat müddeti, devam zamanı, halinin âkibeti Allah katında takdir edilmiştir, bilinmektedir.

3. Öyle iken ondan başkasını ilâhlar edindiler ki, hiçbir şey yaratamazlar. Halbuki, onlar yaratılırlar ve kendi nefisleri için ne bir zarara ve ne de bir faydaya sahip değildirler. Ne ölüme ve ne hayata ve ne de ölüleri kabirlerinden diriltip kaldırmağa mâlik bulunmazlar.

3. (Öyle iken) Cenab-ı Hakk’ı bütün yarattığı eserlerinde birliği, hâkimiyeti, kudret ve büyüklüğü görünüp durmakta iken bir takım kimseler, küfür ve şirke düşerek (O’nun) o benzersiz mabûddan (başkasını ilâhlar edindiler ki,) o ilâh sandıkları şeyler (hiçbir şey yaratamazlar) onlar âciz şeylerdir, bir zerreyi bile yoktan var edemezler. (Halbuki onlar yaratılırlar) onlar da diğer mahlûkat gibi Allah’ın kudreti ile vücude getirilmekte bulunurlar. Artık bir yaratıcıya muhtaç olan, bir zerreyi bile yaratmaya kâdir bulunmayan şeyler, ilahlık vasfına nasıl sahip olabilir ki, onlara tapınmak uygun olabilsin?. (Ve) o ilâh edinilen mahlûklar (kendi nefisleri için) bile (ne bir zarara) bir zararı defetmeğe (ve ne de bir faideye) bir menfaati celbetmeğe (sahip değildirler) artık onlar başkaları hakkında neye sahip, kâdir olabilirler ki, onlara tapınmak istenilsin?.. Evet.. O ilah edinilen şeyler (ne ölüme ve ne de hayata ve ne de ölüleri kabirlerinden diriltip kaldırmaya mâlik bulunmazlar.) Bu hususlarda hiçbir tasarrufa kâdir olamazlar. Ne bir kimseyi öldür meye ve ne de diriltmeye; yeniden varlık alanına getirmeğe kudretleri yoktur. Bütün bu gibi hâdiseler, bütün kulların fiilleri, Cenab-ı Hak’kın kudretiyle, takdiriyle, yaratmasıyle vücude gelmektedir. Artık her bakımdan âciz,kendilerine tapanları sevaba nâil edecek azaptan koruyabilecek bir kudrete sahip bulunmayan mahlûk şeylere nasıl ilâhlık isnât edilerek kendilerine tapılabilir?. Kendilerine bile hiç bir faide veremiyecek şeylerden başkaları hakkında nasıl bir faide beklenebilir?. Kısacası ilâh olan zat bu gibi üstün vasıfları kendisinde toplamaktadır:

1. Kendisi yaratıcı olup asla yaratılmış değildir.

2. Zararları savmaya, menfaatleri çekmeye kâdirdir.

3. Dilediğini öldürmeğe ve dilediğini diriltmeğe muktedirdir. 4. Ölüleri diriltip bir mükâfat ve ceza âlemine sevkedecektir. İşte bu seçkin vasıflara sahip olmayanlar, ilâhlık vasfına asla sahip olamazlar.

4. Ve kâfir olanlar, dediler ki: Bu bir yalandan başka değil, onu kendisi uydurdu ve ona başka bir kavim de yardım etti. Muhakkak ki, o kâfirler bir zulüm ve bir iftira ile geldiler.

4. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin Kur’an-ı Kerim hakkındaki yanlış görüşlerini ikinci şüphelerini, bâtıl iddialarını red ve teşhir ediyor. O apaçık kitabın çok iyi bilen, bağışlayan ve esirgeyen kâinatın yaratıcısı tarafından indirilmiş bir mukaddes ilâhî kitap olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûl-i Ekrem’in yüce vaziyetini, Kur’an-ı Kerim’in bir ebedî mucize olduğunu takdir edemiyen bir takım (kâfir olanlar) Nadr İbnilhars, Abdullah İbni Ümeyye, Nevfel İbni Hureyl gibi bâtıl kanaatte bulunan dinsizler (dediler ki: Bu) Kur’an kitabı (bir yalandan başka değildir) gerçeğe aykırı bir şey (onu kendisi uydurdu) onu Muhammed -Aleyhisselâmkendi tarafından vücude getirdi, bir yalan olarak Cenab-ı Hak’ka isnâd etti (ve ona) bu hususta (başka bir kavim de yardım etti) yani: Yahudiler ona eski ümmetlerin haberlerini hikâye ettiler, Mekke’de bulunan bir takım ehli kitap da ona Tevrata, İncil’e dair bilgiler verdiler. (Muhakkak ki) böyle bir isnâtta bulunanlar, Hz. Peygamberinbaşkalarından istifade etmiş olduğunu iddia eden kâfirler (bir zulm ve bir iftira ile geldiler) onların bu iddiaları, bir zulümden, büyük bir yalandan başka değildir. Çünkü Resûlullah onların bu iddialarından tamamen uzaktır, onun hiçbir kimseden bir şey öğrenmemiş olduğu kesin olarak bilinmektedir. Kur’an-ı Kerim’in içerdiği ise binlerce hakikatlara aittir, sahip olduğu edebi vasıf itibariyle de bütün insan eserlerinin üstünde olduğu açıktır. Artık onun hakkındaki böyle bir iddia, pek cahilce bir iftiradan başka değildir.

5. Ve dediler ki O evvelkilerin yazmış oldukları uydurmalardır. Onları yazdırmıştır. Artık onlar O’na sabah ve akşam okunuyor.

5. (Ve) O cahil, iftiracı kimseler (dediler ki:) O Kuran (evvelkilerin yazmış oldukları uydurmalardır) eski milletlerin hurafeler kabilinden olarak kaleme almış bulundukları yalan şeylerdir (onları yazdırmıştır) onları kendisi için eski kavimlerden istemiştir. (Artık onlar) o uydurma şeyler (ona) o Peygamberlik iddia eden zata (sabah ve akşam okunuyor) yani: Daima veya gizlice vakit vakit okunuyor ki, onları kavrasın, ezberlesin, sonra halka yaysın ve tebliğde bulunsun. İşte o kahrolası topluluk, böyle bir bozuk iddiaya cür’et etmişlerdi.

6. De ki: Onu o zat indirmiştir ki, göklerde ve yerde olan gaybı bilir. Şüphe yok ki, o çok yarlıgayan, çok merhamet edendir.

6. Cenab-ı Hak da o lanetlileri red için yüce habibine hitaben şöyle buyuruyor: Resûlüm!. O inkârcılara (deki: Onu) o bir sûresinin bile benzerini yazmaktan âciz bulunduğunuz Kur’an-ı Kerim’i (o zat indirmiştir ki) o Kâinatın Yaratıcısı sana indirmiştir ki, o Ezeli Yaratıcı (göklerde ve yerde olan gaybı bilir) O’nun ilmi, bütün açık ve gizli olan kâinatı kuşatmış, bulunmaktadır. İşte o apaçık kitapta haber verdiği şeylerin bir büyük kısmı da gaip şeylere aittir ki, onlar birer birer görünmealanına gelecektir. Artık böyle bir nice gerçekleri içeren bir kitap nasıl uydurmalardan, geçmiş milletlerin uydurdukları yalan şeylerden ibaret sanılabilir?. Böyle bâtıl, inançlarda bulunanlar, derhal azabı hak etmiş olurlar. Fakat (O) Yüce Yaratıcı (çok yarlıgayan) dır, çok af eden ve örtendir. Ve (çok merhamet edendir) bu yüce sıfatlarından dolayıdır ki, azabı hak etmiş olanları derhal kahr ve helâk etmiyor. Onlara bir uyanabilecek hayat müddeti veriyor. Bundan istifade etmeyen inkârcılar, elbette ki, lâyık oldukları cezaya sonunda uğrayacaklardır.

7. Ve dediler ki: Bu Resul için ne var ki, yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilmeli değil mi idi ki, artık onunla beraber bir korkutucu olsa idi!

7. Bu mübârek âyetler de o kâfirlerin üçüncü bâtıl iddialarını teşhir ediyor. Onların Hz. Peygamber hakkındaki edepsizce iddialarından ve getirdikleri misâllerden dolayı sapıklığa düşmüş, doğru yolu bulmaktan mahrum kalmış olduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) o inkârcılar (dediler ki: Bu Resûl için) böyle paygamberlik iddiasında bulunan kimse (ne var ki) o da bizim gibi (yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor) ihtiyaç içinde bulunuyor, geçimini sağlamaya çalışıyor, artık peygamberlik sıfatıyle bizden nasıl üstün olmuş bulunabilir?. Pegamber olan, melek olmalı, bu gibi ihtiyaçlardan vâreste bulunmalı değil midir?. Veyahut (ona bir melek indirilmeli değil mi idi ki) onu tasdik etsin, onun peygamberliğine şahitlikte bulunsun. (Artık onunla beraber) o melek ile birlikte (bir korkutucu olsa idi!.) O zaman onun peygamberliği sabit olurdu. Bu cahil inkârcılar, yiyip içmenin, geçimi sağlamaya çalışmanın peygamberliğe engel olmayacağını anlayamıyorlardır, insanlara yine insanlardan Peygamber gönderilmesinin menfaat ve hikmet gereği olduğunudüşünemiyorlardı. Hz. Peygamberin risaletini desteklemek için bir melek gönderilmiş olsa idi, onu görmek duyarlığına sahip olmadıkları için yine maksatları sağlanmış olamazdı. Gördükleri takdirde onu yine bir insan veya bir hayal zannederek bâtıl idialarında yine devam eder dururlardı. Halbuki: Peygamberliğe sahip olan zatın fayda, ve ortaya koymaya muvaffak olduğu mucizeleri, onun peygamberliğini yeter bulunmuştur.

8. Yahut ona bir hazine indirilmeli veya onun için ondan yiyivereceği bir bostan olmalı değil mi idi ve zalimler dedi ki: Siz başka değil, bir büyülenmiş adama tâbi oluyorsunuz.

8. O inkârcılar, bu dilemelerini güya hafifleterek dediler ki: Yahut ona bir hazine indirmeli) değil mi idi ki, onunla idaresini temin edip geçim talebinde bulunmasa idi (veya onun için) hiç olmazsa (bir bostan olmalı değil mi idi ki, ondan yiyiverse idi) onun ürünlerinden geçimini temin etmiş olsa idi. (Ve) o inkârcı (zalimler) müminlere hitaben (dediler ki: Siz başka değil, bir büyülenmiş adama tâbi oluyorsunuz) sihre uğramış, aklen mağlûp olmuş bir kimseyi Peygamber sanarak onu kendinize rehber ediniyorsunuz. O zalimler, bu sözleriyle müminleri de sapıtmak istiyorlardı. Allah’ın nurunu ağızlariyle söndürmek arzusunda bulunuyorlardı. Fakat bu mümkün mü?. Asla.

9. Bak senin için nasıl misaller getirdiler! Artık sapıklığa düştüler, artık hiçbir yol bulmaya da güçleri yetmez.

9. İşte Cenab-ı Hak da o inkârcıların öyle câhilce iddialarını, yanlış düşüncelerini kınamak ve Resûl-i Ekrem’ine teselli vermiş olmak için buyuruyor ki: Ey mahlûkâtın en değerlisi!. (Bak! Senin için) o zalimler (nasıl misaller getirdiler) sana büyülenmiş dediler, geçimini temin edecek şeylere seni muhtaç sandılar, seni doğrulamak için seninle beraber bir melek bulunmasına gerek gördüler. (Artık)Şüphe yok ki, o zalimler, bu bâtıl iddialariyle (dalâlete düştüler) bütün hidayet yollarından uzak kaldılar (artık) kendilerini bir kurtuluş sahasına eriştirebilmek için (hiçbir yol bulmaya da) ne şu anda ve ne de gelecekte (güçleri yetmez) onlar o yanlış kanaatleri yüzünden sürekli zarara uğramış bulunacaklardır. Onlar fâni dünyayi dikkate alıyorlar, fâni mülk ve mala, servet ve hâkimiyete kıymet veriyorlar, Resûl-i Ekrem’de meydana gelen şahsi üstünlükleri görmekten yoksun bulunuyorlardı.

10. Hayır ve nimeti pek ziyade olan zat ki, eğer dilerse sana ondan daha hayırlısını, altlarından ırmaklar akan güzel bostanlar nasip kılar ve senin için köşkler vücuda getirir.

10. Bu mübârek âyetler de kâfirlerin bâtıl iddialarını, yanlış düşüncelerini onlara karşı bir cevap teşkil ediyor ve o kâfirlerin kötü kanaatlarda, durumlarda bulunduklarını göstermekle kendilerini en şiddetli bir azap ile tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hayır ve nimeti pek ziyade olan) uğur ve bereketi sabit bulunan (zat ki) bir şânı yüce yaratıcıdır, her dilediğini vücude getirmeğe gücü yeter (eğer dilerse) Ey Kadri Yüce Peygamber!. (Sana ondan) o inkârcıların bir istihza ve alay yolu ile söyledikleri hazineden, bostandan (daha hayırlısını) yani: (altlarından ırmaklar akar olan güzel bostanlar) nasip (kılar) o bostanları, bahçeleri, çeşitli ırmakların akıp durduğu yerlerde yaratıp Resûlüne ihsan buyurur, o Yüce Hâlik’ın, kudreti her şeye fazlası ile kâfidir. (ve senin için) Ey Peygamberlerin en değerlisi! (köşkler vücude getirir) nice yüksek ikametgâhlar yaratır. Nitekim ahirette nice yüce makamlar ihsan buyuracaktır. Artık o münkirler, o alaycı şekildeki iddialarından utansınlar.

11. Üstelik kıyameti de tekzib ettiler. Biz de kıyameti tekzib edenler için şiddetli bir ateş hazırladık.

11. O münkirler, yalnız Resûlullahın risaletiniinkâr ile kalmamışlardır. (Belki kıyameti de yalanladılar) o da onların diğer bir cinayetidir. Onlar yalnız dünya varlığını tanırlar, ahiret hayatını düşünüp tasdik etmezler. O husustaki delilleri düşünüp onlardan yararlanmazlar. İşte Cenab-ı Hak da onların kötü âkibetlerini ihtar için buyuruyor ki: (Bizde kıyameti tekzib edenler için şiddetli bir ateş hazırladık) o inkârcılar öyle alevlenmesi pek şiddetli olan cehennemlere sevkedileceklerdir. Bu ilâhi açıklamada cehennemlerin bu gün yaratılmış olduğunu göstermektedir.

12. Onları uzak bir yerden görünce onun için bir öfke ve bir şiddetli ses işitirler.

12. Cehennem (onları) o cehenneme sevkedilecek inkârcıları (uzak bir mekândan) bir senelik ve bir rivayete göre yüz senelik bir mesâfeden görünce (onun için) o cehennem için ona sevkedilecek olanlar (bir galeyan) bir öfke eseri (ve bir şiddetli ses işitirler) Evet. ilâhî kudret ile bu haller meydana gelecektir. Cenab-ı Hak, büyük kudreti ile cehennemler için böyle bir görme, bir anlayış, bir heybet ve şiddet yaratacaktır, o inkârcıları da öyle fevkalâde şiddetli bir azaba uğratacaktır.

13. Ve o ateşten dar bir yere elleri boyunlarına bağlı bir halde atıldıkları zaman oradaki helâki davet eder dururlar.

13. (Ve) O inkârcılar, kendileri için bir zillet olmak üzere (o ateşten) o cehennemin ateşinden (dar bir yere elleri boyunlarına bağlı bir halde atıldıkları zaman orada) o sen derece dar ve ezici yerde (helâki davet eden dururlar) “Ey helâk!. Neredesin?. Gel artık senin zamanındır” diye bir temennide bulunurlar. Heyhat ki!. O felâketten kurtulmak onlar için ne mümkün!.

14. Onlara denilir ki, Bugün tek bir helâki davet etmeyiniz, birçok helâki davet ediniz.

14. O kâfirlere melekler veya zebâniler tarafından denilir ki: Ey kâfirler!. (Bugün tekbir helâki davet etmeyiniz) artık sizin için tekrar ölüp de bu azaptan kurtulmak imkânı yoktur. (Birçok helâki davet ediniz) siz mâruz kaldığınız şiddetli azaptan dolayı, ne kadar helâkinizi isteseniz yine azdır. Fakat böyle helâki istemekle bu azaptan kutulabilecek misiniz?. Ne mümkün.

§ Bir rivayete göre bu âyetler, Ebu Cehl’in ve o bâtıl inançlarda, şüphelerde bulunan kâfirlerin hakkında nâzil olmuştur.

15. De ki: Ya bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva sahipleri için vâd edilmiş olan huld cenneti mi ki, onlar için bir mükâfat ve bir varılacak yer olmuştur.

15. Bu mübârek âyetler de cehenneme sevkedilecek olan müşriklere karşı kınamak için, yönelecek soruyu, ehli cennetin de nâil olacakları nimetleri bildiriyor. Ve kıyamet günü o kâfirleri dünyada iken kendilerine tapmış oldukları şeylerin tekzib edeceklerini ve o şeylerin o büyük azapları tadacak olan kâfirlere asla yardımda bulunamıyacaklarını ihtar bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. O kâfirlere (de ki: Ya bu mu) böyle ateşli bir mahal mi, bu müthiş cehennem felâketi mi (daha hayırlıdır, yoksa muttakiler için) Allah katından (vâd edilmiş olan Huld cenneti mi?.) o bir daimî ikamet mahalli mi daha hayırlıdır?. (Ki,) o ebedî cennet (onlar için) o takva sahibi zatlar için bir lütfu ilâhi olarak (bir mükâfat ve bir varılacak yer olmuştur) bu bir hakikattir ki, Allah’ın ilminde sabittir, Levh-i Mahfuzda yazılmıştır.

§ Cenneti Huld; Nimetleri kesilmeyen cennet demektir. Huld ile Hulûd eşittir. Şükr ile şükür gibi. Cennetler zaten birer Hulûd yurdudur. Böyle Huld ile tavsif edilmesi, onların üstünlüğünü açıklamak içindir veya dünyevî cennetlerden, bahçelerden ayrılması içindir.

§ Cehennemlerde hayr bulunmadığı bilinmektedir. Burada: “Cehennem mi dahahayırlıdır, cennet mi?” Denilmesi, bir kınamak, bir takrı=başa kakmak hikmetine dayanır ve ebedî diyalog gereklerindendir. Nitekim efendisinin yaptığı iyiliklere karşı isyanda bulunan bir köleyi efendisinin döğüp de: “Şimdi bu dayak mı daha hayırlı, yoksa o iyilikler mi?.” Demesi bu kabildendir.

16. Onlar için orada ebedî kalacaklar oldukları halde diledikleri her şey vardır. Bu Rabbin üzerine almış olduğu istenen bir vâd olmuştur.

16. (Onlar için) o cennete lâyık olacak takva sahibi zatlara mahsus (orada) o cennette (ebedî kalacaklar oldukları halde diledikleri her şey vardır) kendilerinin arzu eyledikleri her türlü nimetlere nâil olurlar. Öyle bir haldeki, artık nâil oldukları o nimetlerle huzurlu bir halde yaşarlar, kendilerinden daha ziyade nimetlere nâil olanların hallerine bakıp da onlar kadar kendilerinin de yüksek mertebelere nâil olmaları arzusunda bulunmazlar, böyle bir hatır onların kalplerinden Allah’ın hikmeti yok edilmiş bulunur. Ehli cennetin böyle dilediklerine nâil olmaları (Rabbin üzerine almış olduğu istenen) ehli cennet tarafından istenilecek (bir vâd olmuştur) bu mutlâka gerçekleşecektir. Bunu müminler, daha dünyadalarken Cenab-ı Hak’tan istirhamda bulunurlar. Nitekim ÙÜ¡ ¢ ¢ óܨ Ç bäm¤ Çë bß bäm¡ a¨ ë bä2£ = “Ey Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtası ile bize vadettiklerini ver bize…” (Al-i İmran 3/194) âyeti kerimesi de bunu göstermektedir.

17. Ve o gün ki, onları ve Allah’tan gayrı kendilerine ibadet ettiklerini haşreder de derki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa onlar mı yolu kaybettiler?

17. (Ve) Resûlüm!. O kâfirlere hatırlat (o gün ki, onları ve Allah’tan gayrı kendilerine ibadet ettiklerini) bir takım putları ve melekleri,cinleri, Hz. İsa ile Hz. Üzeyr’i Allah Teâlâ (haşreder de der ki:) Ey kendilerine dünyada iken müşriklerin tapmakta bulunmuş oldukları mahlûkatım!. (Şu kullarımı) size tapan şu şahısları (siz mi saptırdınız) kendinize tapmaya davet ettiniz (yoksa onlar mı yolu kayb ettiler?.) Hidayet yolundan çıkarak sapıklığa düştüler?. Böyle bir sorudaki hikmet ise bu hakikatın herkese karşı ortaya çıkmasını temindir, bir takım zatların ilâhlık iddiasında bulunmamış olduklarını umuma karşı meydana çıkarmaktır, müşriklerin ne kadar bilgisizce hareketde bulunmuş olduklarını teşhirdir.

18. O mabûd ittihaz edilenler de derler ki: Sen zatı ahadiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzehsin. Bizim için yaraşmaz ki, senden başka veliler ittihaz edinelim. Fakat onları ve babalarını nimetlere nail kıldın, taki, zikri unuttular ve bir helâk olmuş kavim oldular.

18. Böyle bir soruya cevaben O mabûd edinilmiş olanlar da kendilerine isnât edilen şeyden dolayı şaşkınlıklarını açıklayarak (derler ki:) Yarabbi!.. (Sen) bir olan zatına (lâyık olmayan şeylerden münezzehsin) senin ortak ve benzerin yoktur. Buna inamışızdır. (Bizim için yaraşmaz ki) asla sahih ve doğru olmaz ki (senden başka veliler edinelim) onlara tapınalım ve kendimizi mabût göstererek başkalarını kendimize taptıralım (fakat) Yarabbi!. (Onları ve babalarını nimetlere nâil kıldın) o nimetlerin kadrini bilip şükrünü ifa etmeleri icabederken onlar arzu ve heveslerine, nefsani şehvetlerine daldılar (tâki zikri unuttular) Yarabbi!. Onlar, seni zikretmekten, senin Kur’an-ını okuyup anlamaktan, senin nimetlerine şükr eylemekten gaflette bulundular. (ve helâk olmuş kavim oldular) Yarabbi!. Onlar senin ezeli ilminde, ezeldeki hikmet dolu hükmün sebebiye ebedî helâke, hüsrana manüz kaldılar, kendi kötü iradelerinin, hareketlerinincezasına kavuştular.

§ Melekler gibi, Hz. İsa gibi zatlar konuşmaya kâdir oldukları gibi cansızlar kabilinden olan putlara da Cenab-ı Hak ahirette konuşma kabiliyeti verecektir. Bununla beraber onların lisanı hali de kendilerini böylece aklamaya çalışacaktır.

19. Ey müşrikler! İşte sizi söyler olduğunuz şeylerde tekzib ettiler. Artık ne azabı bertaraf etmeğe ve ne de yardıma muktedir olamayacaksınızdır ve sizden her kim ki, zulümeder ise ona büyük bir azap tattıracağızdır.

19. O mabûd edinilenlerin öyle tekzibleri üzerine o müşriklere susturmak için ilâhi hitab yönelerek buyrulacaktır ki: Ey müşrikler!. O mabûd edinilmiş olduğunuz şeyler (işte sizi söyler olduğunuz şeylerde tekzib ettiler) onlara öyle ilâhlık isnadında yalancı olduğunuzu bildirirler, onların öyle bir ilâhlık iddiasında bulunmamış oldukları kesin kes orataya çıkmıştır. (Artık) Ey müşrikler!. Siz kendinizden (ne) azabı diğer bir felâketi (uzaklaştırmağa ve ne de kendinize yardıma muktedir olamayacaksınızdır) Evet.. Ne siz kendi nefislerinize ve ne de mabût edinmiş olduklarınız, sizlere bir faide vermiş olamıyacaktır. (Ve sizden her kim ki, zulmeder ise) şirk ve küfre düşer kalırsa, tövbe ve istiğfar etmiş olmazsa (ona) ahirette (büyük bir azab tattıracağızdır.) Onlar cehennem ateşine atılacaklardır. Onların dünyada öldürülmek ile, esaret ile, cizyeye tâbi tutulmakla azap görecek olmaları da bu azap cümlesindendir.

20. Ve senden evvel de Peygamberlerden göndermedik ki, illâ onlar da elbette yemek yerlerdi ve çarşılarda gezerlerdi ve sizin bazınızı bazınız için bir fitne kıldık. Sabredecek misiniz? Ve Rabbin her şeyi tam manasıyla, görücü bulunmaktadır.

20. Bu mübârek âyetler de bütün Peygamberlerin yemek yemelerini ve çarşılarda yürümelerinin bir sürekli âdet olduğunu, binaenaleyh bunun peygamberlik şânına engel bulunmadığını bildiriyor. Ahiret hayatını inkâr edenlerin bâtıl inançların başka bir şekilde kibirli bir tazda göstermeğe cür’et etmiş olduklarını ve görmek istedikleri melekleri ahiret âleminde görünce nasıl bir mahrumluğa uğrayacaklarını ve dünyadaki amellerinin bütün yok edilmiş ve tükenmiş olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Resûllerin en şereflisi!. (Senden evvel de peygamberlerden göndermedik ki, illâ onlar da yemek yerlerdi) onlar da diğer insanlar gibi yiyip içmek ihtiyacında bulunurlardı (ve çarşılarda gezerlerdi) onlarda ihtiyaçlarını temin için çarşıya pazara çıkarlardı. Bu insanlık arasında câri olan bir sürekli âdettir. Böyle bir hâl yalnız son peygambere mahsus değildir. Artık bundan dolayı onun peygamberliğinde nasıl şüphede bulunulabilir? (Ve) Ey insanlar! (Sizin bazınızı bazınız için bir fitne kıldık) insan topluluğundan bir kısmı diğer bir kısmı için bir imtihan mahiyetinde bulunmuştur. Nitekim Peygamberlere karşı, insanların bir kısmı bir fitne, bir bela hükmünde bulunmuştur, o kendilerini irşad etmek isteyen zatlara karşı ne kadar düşmanlıklarda lâyık olmayan lakırdılarda bulunup durmuşlardır. Yine bir takım insanlar, hikmet gereği servete, nimete nâil bulunurlar, bunlara karşı bir kıskançlık gözüyle bakanlar ise kendi hallerine razı olmazlar, düşmanca bir vaziyet alanak bir fitne kesilmiş olurlar, o servetlerin, nimetlerin elden çıkmamasını arzu ederler, rekabet duygusundan kendilerini kurtaramazlar. Fakat bu gibi fitnelere karşı sabırlı olmak lâzımdır, haktan yardım beklemelidir. İşte Cenab-ı Hak, buna işaret için buyuruyor ki: (Sabredecek misiniz?.) Öyle görüp tutulduğunuz fitnelere, imtihanlara karşı sabır ile, dirençle mukabelede bulunacak mısınız? Yani: Sabırdanayrılmayınız, insanlara lâyık olan sabır esbattır. (ve) Ey Yüce Peygamber!. (Rabbin) her şeyi eksiksiz olarak (görücü bulunmaktadır) sana karşı bir takım inkârcıların nasıl bir vaziyet aldıklarını, neler söylediklerini görüp bilmektedir. Artık onların o çirkin vaziyetlerinden dolayı üzülme. Şüphe yok ki, sen Peygamberlik vazifeni ifa etmiş olduğundan dolayı dünyevî ve uhrevî mükâfatlara kavuşacaksın. Sen dünyâ ve âhiret saâdetine namzet bulunmaktasın. Ne büyük bir ilâhî vâ’d!..

§ “Senin Rabbin”; denilerek Rab, ismi şerifinin Resûl-i Ekrem’e izafe edilmesi de yine Hz. Peygamberin şerefini yüceltmek ve kendisine büyük bir iltifat içindir.

21. Ve bize kavuşmayı ümit etmeyenler dedi ki: Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil mi idi? Veya Rabbimizi görmeli idik. Andolsun ki, onlar nefislerinde bir büyüklük görmüşlerdir ve büyük bir azgınlık ile azgınlıkla bulunmuşlardır.

21. O inkârcıların diğer bâtıl bir lakırdılarını dördüncü bir şüphelerini hikâye için de Cenab-ı Hak buyuruyor. ki: (Ve bize kavuşmayı ümit etmeyenler) yani: öldükten sonra hayat bulup Allah Teâlâ’nın mânevi huzuruna sevkedileceklerıne inanmış bulunmayanlar, öldükten sonra diriltilmekten korkmayanlar, Allah’ın büyüklüğünü düşünüp titremeyenler, bir inkâr ve alay maksadiyle (dedi ki bizim üzerimize melekler indirilmeli değil mi idi?.) Onlar gelip de Hz. Muhammed’in hakikaten bir Peygamber olduğunu bize haber vermeli idiler, yahut ona melek indirildiği gibi bize de Peygamberlik yolu ile melek gönderilmeli idi (veya Rab’bimizi görmeli idik) başka vasıtaya ihtiyaç kalmaksızın dilediğini bizlere emin etse idi, neden böyle olmuyor?. (andolsun ki) o münkirler (nefislerinde bir büyüklük görmüşlerdir) büyüklük taslar bir vaziyet almışlar, hakkı kabulden kaçınmışlar. Taki öyle iddialarda bulunmaya cür’et göstermişlerdir.(Ve büyük bir azgınlıkta bulunmuşlardır) zulüm ve taşkınlık husunda haddi aşmışlar, bunun son mertebesine varmışlar, o kadar mucizeleri gördükleri halde onlara inanmamışlar, her birinin bir Peygamber olmasını veya Hak Teâlâ’yı bizzat görüp onunla vasıtasız konuşmayı istemek cür’etinde bulunmuşlardır. Bunların bu hâlleri, iddiaları ne kadar hayret vericidir.

§ Utuv; Zulümde haddi aşmaktır ve kibirli olmaktır ve çok yaşlı olmaktır.

22. Melekleri görecekleri gün günahkârlar için o gün de bir müjde yoktur ve derler ki: Müjde haram, yasak.

22. O inkârcılar, melekleri mi görmek istiyorlar?. Onlar (Melekleri görecekleri gün) ölecekleri zaman veya kıyamet gününde artık öyle (suçlular için o gün de bir müjde yoktur) onlar melekler tarafından bir müjdeye nâil olamayacaklardır, cennetler ile müjdelenmek, müminlere mahsus bir nimettir, kâfirler bundan ebediyyen mahrumdurlar. (ve derler ki) müjde (haram, yasak) Yani: O kâfirler, görmek istedikleri melekleri görünce, o meleklerin kendilerine karşı nasıl korkunç bir vaziyet aldıklarını görünce o kâfirler diyeceklerdir ki: Bize müjde haramdır, yasaktır, biz bu nüjdeye nâil olamayacağızdır. Yahut melekleri öyle pek heybetli bir vaziyette görünce diyeceklerdir ki: Aman bu melekler bizden uzak olsunlar, biz onların öyle korkunç vaziyetlerini görmüş olmayalım. Diğer bir görüşe göre de o gün melekler o kâfirlere hitaben diyeceklerdir ki o cennetlere girmek sizin için haramdır, haram edilmiştir, yasaktır. Siz ondan ebediyen mahrumsunuzdur.

§ “Hicnen, mehcuren” tabiri, bir düşman, bir korkunç şey gördüğü zaman bir sığınma, bir yardım dileme maksadiyle söylenilen bir kelimedir, “aman bizden uzak olsun” gibi bir manayı ifade eder. “Hicr” lügatte haram olan şey demektir ve Şam nahiyesinde semüd diyarıdenilen bir yerdir. Ve Kâbe’nin kuzeyi tarafından Hatîm dedikleri yere “Hicrülkâbe” ve ayın etrafındaki daireye de “hicrülkamer” denilir.

23. Ve onların amelden en işlemiş bulundular ise önüne geçtik de onu bir saçılmış ince zerreler kıldık.

23. Kâfir olanlar, dünyada iken bazı güzel davranışlarda bulunsalar da bunların âhirete âit bir kıymeti yoktur, îmanı olmaksızın yapılan ameller zâyidir. İşte bunu ihtar için buyruluyor ki: (ve onların) o kâfirlerin (amelden ne işlemiş bulundular ise) güzel ahlâk gibi, akrabayı ziyâyet gibi, muhtaçlara yardım gibi ne yapmış oldular ise (önüne geçtikde) yani: Onun ehemmiyetsizliğinin büyük kudretimizle kast ve takdir buyurduk da (onu) o yapmış oldukları herhangi dünyevî bir ameli (biz saçılmış ince zerreler kıldık.) Artık o amellerinden ahirette istifade edemez olacaklardır. Çünkü o ameller, îmanla birlikte değildir. Onlar o amellerinin karşılığını ancak bu dünyada görebilirler.

§ Hebâ; Toz, zerre, bir pencereden içeriye giren güneşin ışınlarında toz, toprağa benzer gibi görülen zerrelerden ibarettir. “Mensûr” da seçilmiş, dağılmış bir halde bulunan şey demektir. Bunlar faidesiz şeylerdir.

24. O günde cennet ehli, karargâh itibariyle hayırlıdır, istirahatgâhca da daha güzeldir.

24. Bu mübârek âyetler, cennete nâil olanların pek mutlu hallerini bildiriyor. Kıyamet kopacağı, meleklerin gökten indirileceği zaman kâinat üzerindeki ilâhi hükümranlığın eksiksiz bir şekilde tecelli edeceğini beyan buyuruyor. Artık o zaman kâfirlerin pek korkunç, pişmanlıkları artmış bir vaziyette kalacaklarını, boş yere bir çok temennilerde bulunacaklarını, şeytanın da insanlar için ne kadar zararlı bir mahlûk olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (O günde) o kıyamet anında, müminlere müjdeler verilip kâfirlerin pişmanlıklargösterecekleri vakit de (cennet ehli) mümin olan zatlar (karargâh itibariyle hayırlıdır) ekserî vakıtlarda duracakları yer pek faidelidir, bir zevk ve sevinç ile oturup konuşmaya pek elverişlidir ve o müminler (istirahatgâhca da daha güzeldir.) Kendi zevceleri ile istirahate çekilecekleri yer itibariyle de pek güzel bulunmaktadır.

§ Mekîl; Kuşluk zamanında istirâhat edilecek yer demektir. Buna kaylûle, zamanı denir. İşte cennet ehli, böyle güzel, rahat bir vaziyette bulunacaktır. Cehennem ehli de ateşe sevkedilecektir. İbni Mesud Hazretlerinden rivayet olunduğuna göre kıyamet gününde daha gündüz yarı olmadan cennet ehli cennete varıp istirahate kavuşacaktır. Cehennemlikler ise cehenneme sevkedilecektir.

25. Ve o gün ki, gök bir bulutta parçalanacaktır, melekler de indirilmekle indirilecektir.

25. (Ve o gün ki, gök bulutla parçalanacaktır) yani: Bulutun gökten doğmuş olması ile bundan gök levhası açılıp ayrılmış bir hale gelecektir. (Melekler de indirilmekle indirilecektir) acayip bir tarzda ve amel defterleri ellerinde olduğu halde o bulutlar arasından çıkarılarak görünmeğe başlayacaklardır. Allah’ın kudreti bu şekilde de tecelli edecektir.

26. O gün sabit olan mülk, Rahmanındır. Kâfirlere ise gayet güç bir gün olmuştur

26. (O gün) o bulutlar ile semanın yarılacağı zaman (sabit olan mülk) yok olması mümkün olmayan ezici saltanat, her şeyi kuşatan hâkimiyet açık ve gizli olarak ve sâhip olmak ve tasarruf (Rahmanındır) her iki âlemde de rahmeti, şefkati tecelli edip duran kerem sâhibi yaratıcı hazretlerinindir. Artık o günde hiç bir kimsenin ne mânen ve ne de zâhiren bir mülke sahip olma hakkı yoktur. Artık o gün(kâfirlere ise gayet güç bir gün olmuştur.) Dünyada iken görmek istedikleri melekler o gün görünecek o kâfirler, o melekleri görünce tirtir titreyecekler, neye uğrayacaklarını anlayacaklardır. Müminler için ise o gün, bir saadet başlangıcıdır, pek hafif bulunacaktır. Hattâ deniliyor ki: O kıyamet günü bir mümin için dünyada iken kıldığı bir farz namazdan daha hafif bulunacaktır.

27. Ve o gün ki, zalim iki elini ısırır, der ki: Keşke ben Peygamber ile bir yol tutmuş olsa idim.

27. (Ve o gün zalim) dünyada iken küfür ve şirk ile yaşayıp hayata vedâ etmiş olan kimse, göreceği korkunç felâketlerden dolayı pek çok üzülüp ve etkilenerek (iki elini ısırır) çok fazla pişmanlık izhâr eder (der ki: Keşke ben) nefsime hâkim olup da (Peygamber ile beraber bir yol tutmuş olsa idim) Hz. Muhammed Sallallahü aleyhi vesellem’e tâbi olarak onun gösterdiği hidayet yolunu tâkibetmiş bulunsa idim de şimdi böyle dehşetli bir felâket karşısında kalmasa idim.

28. Eyvah bana! Keşke falanı dost edinmese idim.

28. Böyle bir kâfir, devamlı olarak üzüntülerini açığa vurarak diyecektir ki: (Eyvah bana!.) Ey Helâk!. Neredesin, gel?. Senin gelecek zamanındır. (Keşke) ben (falanı) beni yoldan çıkaran şahsı (dost edinmese idim) o beni azdırdı, sapıklığa düşürdü, her şimdi böyle şiddetli bir azap karşısında kalmış oldum.

29. Andolsun ki, beni zikirden sapıttırdı, o zikir bana geldikten sonra ve şeytan insan için yardımcı olmayıp O’nu perişan bir halde terk eder olmuştur.

29. Nasıl helâki temenni etmiyeyim ki: O şahıs (Andolsun ki, beni zikirden saptırdı) yani: Beni Allah’ın zikrinden mahrum bıraktı ve Kur’an-ı dinleyip gereğine göre hareketten beni engelledi veya Resûl-i Ekrem’in öğütlerindenveya kelime-i şehâdeti söyleyip İslâmiyeti kabul eylemekten beni gafil bıraktı. Evet.. O zikir, o Kur’an-ı Kerim, o mübârek öğüt (bana geldikten) tebliğ edildikten (sonra) böyle bir saadet bana yönelmiş iken benim ondan istifade etmememe engel oldu, o her şahıs benim için bir şeytan kesilmiş bulundu (ve şeytan) ise (insan için yardımcı olmayıp) insanı (zelilâne bir halde terkeder olmuştur) insana asla yardım etmez, bilakis onu büyük bir sapıklığa sevkeder, onu helâke marûz kılmış olur, ona asla bir faide veremez. İşte insanlar için lâzımdır ki, hakiki dost ile düşmanı tanısınlar, şeytan tabiatlı kimseleri dost edinmesinler, onların vesveselerine, gaflete düşürmelerine kapılmasınlar. Sonra kendilerinin başlarına bir felâket gelince o şeytanlardan asla bir faide beklenilemez, yapılacak bir pişmanlık, sahibine bir faide vermiş olamaz.

§ Rivayete göre bu âyeti kerime “Ukbe” adındaki bir dinden dönmüş kimse ile benzerleri hakkında nazil olmuştur. Şabi merhumun rivayetine göre Ukbe, Ümeyye’nin dostu imiş, Ukbe, müslümanlığı kabul etmiş, Ümeyye bundan haberdar olunca demiş ki: “Ey Ukbe!. Eğer sen Muhammed’e -Aleyhisselâmbeyatte bulunur isen yüzüm yüzüne haram olsun” bunun üzerine kıymet vererek dinden yoksun kalan mürted kimselerdir. Artık öyle zararlı şahıslara karşı pek uyanık, muhalefet eden bulunmalıdır. Aksi takdirde pek büyük bir felâket mukadderdir.

30. Ve Peygamber dedi ki: Yarabbi! Şüphe yok benim kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.

30. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasaklarını gözetmeyen kavminden şikâyetini içine almaktadır. Cenab-ı Hak’kın geçmiş ümmetlerin durumlarına işaretle muhretem Peygamberine teselli vermekte olduğunu bildirmektedir. Vekâfirlerin Kur’an-ı Kerim hakkındaki beşinci şüphelerini, bâtıl düşüncelerini ve onlardan itirazlarının bâtıl oluşunu teşhir ediyor ve öyle itirazcıların ne acı bir vaziyette cehenneme sevkedileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Kavminin Kur’an-ı Kerim hakkındaki bâtıl iddialarını işitip duran (Peygamber de) Hz. Muhammed Aleyhisselâm da (dedi ki: Yarabbi!. Şüphe yok, benim kavmim bu Kur’an-ı) nazarı dikkate almadılar, onu tamamı ile (terk ettiler) ona inanmadılar, onu bir gerçek kabul etmediler, onun yüce beyanlarını dinlemek istemediler. Bunun içindir ki: Bir takım alaycı temennilerde bulundular.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN