ENFAL SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübarek Sûre, Medine’de inmiştir.

(75) Âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Bedir Savaşında elde edilen ganimet mallarının taksimine dair emirleri ve Rasûlü Ekrem ile diğer bazı Yüce Peygamberlere ait kıssaları kapsamaktadır. “Enfal” nefelin çoğuludur. Nefel ise nafile gibi bir asıl üzerine fazla olan şey demektir. Nitekim edası farz, vacip ve sünnet olan namazların dışındakilere nafile namaz denilmektedir. Bu âyeti kerimedeki enfalden maksat ise cihat neticesinde düşmandan alınan ganimet mallarıdır. Çünkü bunlar Cenab’ı Hak’kın bir lütfudur, bir ihsanıdır, cihad ile asıl kazanılan sevaplar üzerine fazla bir ilâhî ihsandır. Evet… Ganimet mallarından istifade selahiyeti bu ümmet-i Muhammed’e mahsustur. Önceki ümmetler, harp neticesinde elde ettikleri mallardan istifadeye mezun değildirler, o mallar bir semavî ateşin gelmesiyle yanar giderdi, İslâm gazilerinden bir kısmının üstün kahramanlık göstermiş olacaklarından dolayı ganimet mallarından kendilerine fazlaca verilen şeylere de “enfal” denilir. Bedir savaşında elde edilen malların ne şekilde taksim edileceği hususunda ashab-ı kiramdan bazıları şöylece ihtilâfa düşmüşlerdi: Bu mallar, muhacirlere mi, yoksa ensarı kirama mı verilecek?. Yoksa bu savaşta daha fazla faaliyet göstermiş, olan genç sehabilere mi ait olacak?. Ve bu savaşta hazır bulunmayan seçkin sehabe var idi. Muhacirlerden Hz. Osman ile Hz. Talha gibi ve ensardan Asım ile Ebu Lübâbe gibi. Bu zatlar da buganimetlerden hisse alçaklar mı?. İşte bu sûre-i celilenin bir kısım âyetleri bu husustaki ihtilafları ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Bu sebeple de buna “enfal sûresi” ünvanı verilmiştir.

1. Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e aittir. Artık Allah Teâlâ’dan korkunuz. Aranızdaki hâli düzeltiniz ve Allah Teâlâ’ya ve resulüne itaat ediniz, eğer mü’min kimseler iseniz.

1. Bu mübarek âyetler, ganimet mallarının hakkındaki şer’î hükmü bildirmektedir. Müminlerin nasıl hareket edeceklerini tâyin etmektedir. Ve hakikî mü’minlerin en seçkin vasıflarını ve nail olacakları mükâfatları beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. (Sana ganimetlerden soruyorlar) ki, bunlar kimlere aittir, nerelere sarfedilecektir, bu husustaki şer’î hüküm neden ibarettir?. Resûlüm!. Onlara (De ki: Ganimetler, Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e aittir.) bunların hükmünü tesbit Cenâb-ı Hak’ka mahsustur. Bunları Cenâb-ı Hak’kın emrine göre taksim etmek de Rasûlullah’a aittir. Bu hususta başkalarının görüşüne yer yoktur. (Artık Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun emirlerine muhalefette, ganimet malları hususunda tartışmada bulunmayınız. Hz. Peygamber’in taksim ve uygun görmesine aykırı hareketlerden sakınınız. (Aranızdaki hâli düzeltiniz) münakaşayı,. ihtilâfı bırakınız, aranızda sevgi ve dayanışmanın vücude gelmesini temine çalışınız, ganimetlere ait işleri Rasûlüllah a bırakınız, (ve Allah Teâlâ’ya ve Resulüne itaat ediniz) herhangi hususta olursa olsun Cenab’ı Hak ile Yüce Peygamberinin emirlerine, yasaklarına riayet ve itaatten ayrılmayınız. (Eğer siz mü’min kimseler iseniz) yani: İmân şerefine hakkiyle sahip iseniz, böyle Allah’ın hükmüne göre hareket ediniz, dinî vazifelere riayet edip günahlardan sakınınız ve adaletile, ihsan ile aranızı ıslaha gayret eyleyiniz.

2. Gerçekten mü’min olanlar, o kimselerdir ki. Allah Teâlâ zikiredildiği zaman yürekleri titrer ve onlara Cenâb-ı Hak’kın âyetleri okunduğu vakit imanlarını artırır ve Rab’lerine tevekkülde bulunurlar.

2. (Gerçekten mü’min olanlar) yani: Tam bir imâna sahip bulunanlar (o kimselerdir ki. Allah Teâlâ zikredildiği zaman) sırf onun mukaddes zikrinin etkisiyle (yürekleri titrer) kendilerinde bir mânevî korku ve saygı bir tazim ve yüceltme hissi görünür. İsterse o Yüce Yaratıcının korku ve saygıyı gerektiren vasıfları, fiilleri beyan buyrulmasın. (ve onlara, onun) O Yüce Mabudun (âyetleri okunduğu vakit) yani: O Yüce Yaratıcının kudret ve azametine birer delil olan herhangi bir âyeti okununca da (onların imanlarını artırır) onların kalben tasdikler! daha ziyade kuvvet bulur, inançları birer delile dayanarak pek sağlam bir mahiyet kazanır. Elbette ki, bilenler ile bilmeyenlerin kesin inanç mertebeleri eşit olamaz. Yüce Peygamber ile ve bir kısım mükâşefat sahipleri (İlâhî sırları bilenler) insanların fertlerinin kesin inancı, kalbî kanaatı arasında elbette büyük bir fark vardır. Bununla beraber Rasûlü Ekrem zamanında ilâhî vahy devam ediyor, yeni yeni şeyler emir ediliyor, bildiriliyordu. Bu sebeple ashab-ı kiramın imanları artıyor, yani imân edecekleri şeyler çoğalıyordu. Yüce peygamberden sonra vahy kesilmiş, dinî hükümler tamamen belirlenmiş olduğu için artık imânın bu bakımdan artması mümkün bulunmamıştır, İmân edilecek şeyler itibariyle her müminin imânı diğerine eşittir. Meselâ: İslâm’ın başlangıcında namazın farz olduğunu bilip tasdik eden bir müslümanın imânı, daha sonra zekâtın farz edilmesiyle artmış olurdu. Rasûlü Ekrem’in vefatından sonra ise artık şer’î hükümler belirlenmiş ve yerleşmiş olduğundan bu bakımdan imanların artmasına sebepkalmamıştır. Fakat asıl belirlenmiş imân edilen şeyler hakkındaki her müminin kuvvet itibariyle imân derecesi eşit değildir. Elbette birçok deliller ile donatılmış, dinî hükümlerin yüceliğini, hikmetini hakkiyle anlayan zatların imanları ile halkın fertlerinin imanları arasında büyük bir fark vardır. İşte bu itibar ile imânın artması mümkündür, bu âyeti kerime de bunu söylemektedir. Velhâsıl hakikî müminler (Rablerine tevekkülde) de (bulunurlar) her işte muvaffak olmalarını o Rabbi kerimden beklerler, ona işlerini bırakır ve havale ederler, başkalarından korkmazlar, ganimetlerin hüküm ve taksimine de razı olurlar, başka endişelere düşmezler.

3. Onlar o mü’minlerdir ki namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerini rızıklandırmış olduğumuz şeylerden infakta bulunurlar.

3. (Onlar) o vasıfları yazılı zatlar (o mü’minlerdir ki, namazı dosdoğru kılarlar) namazları bütün erkân ve şartlarına riayet ederek yerine getirmeye çalışırlar, (ve kendilerini merzuk etmiş) kendilerine bir ilâhî lûtuf olarak vermiş (olduğumuz şeylerden) mallardan ve diğerlerinden de yalnız Allah rızası için başkalarına- (infakta bulunurlar) mesela: Zekâtlarını, sadakalarını verirler, cihat yolunda servetlerini sarfederler, mabetler, medreseler, çeşmeler, köprüler gibi hayırlı müesseselere yardımda bulunurlar, başkalarını ilmen, irfanen aydınlatmağa da çalışırlar. Kısaca öyle hakikî müminlerde şu beş yüksek vasıf bulunur,

(l): Onlar ancak Cenâb-ı Hak’tan korkarlar.

(2): Hak Teâlâ’nın bütün tekliflerine itaat eder ve boyun eğerler.

(3): Yalnız Allah Teâlâya tevekkül ederler, ondan başkasına itimat edip durmazlar.

(4): Namazlarını dosdoğru kılarlar.

(5): Allah rızası için münasip kimselere, yerlere, yardımda bulunur, mallarını sarfederler. Ne güzel haslet!. Ne hayırlı hareket!.

4. İşte hakkıyla mü’minler onlardır. Onlar içinRab’lerinin katında dereceler ve mağfiret ile sonsuz bir rızık vardır.

4. (İşte) öyle seçkin vasıflar ile vasıflanmış olanlar yok mu, işte (hakkiyle müminler onlardır.) Çünkü onlar, imanlarına Allah korkusu gibi dinî hükümlere riayet gibi, hakka tevekkül gibi en seçkin kalbî amelleri ve namaz gibi, zekât ile sadaka gibi en güzel bedenî fiilleri ilâve etmiş bulunmuşlardır. (Artık onlar için) O muhterem müminler için (Rablerinin katında dereceler vardır) onlar cennetlerde birbirinden alâ makamlara nail olacaklardır. Tefsiri Şerbinîde yazılmış bulunan ve Ebu Hüreyre Hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerif şu mealdedir: Rasûlü Ekrem efendimiz buyurmuştur ki: Cennette muhakkak yüz derece vardır. Her iki derecenin arasında ise yüz senelik bir mesafe vardır. Ve Ebu Saidülhudri Hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir: Yüce Peygamber Hazretleri buyurmuştur ki: Cennette yüz derece vardır. Eğer bu derecelerin birinde bütün âlemler toplanacak olsa genişliği hepsine de yeterli olur. (Ve) o müminler için insanlık icabı yapmış oldukları kusurlardan dolayı (mağfiret vardır) kerem sahibi mâbud Hazretleri onların o kusurlarını afedecek ve örtecektir. Ve onlar için bu mağfiret (ile) beraber (sonsuz bir rızık) da (vardır) onlar o cennetlerde değerli rızka, yani: Maddî ve mânevî nimetlere nail olacaklardır. Şöyle ki: Onlar kendilerine pek değerlice bir rızık olmak üzere cismanî lezzetlere nail olacakları gibi bu lezzetlerin çok üstünde olan ve Allah’ı tanımaktan, Allah sevgisinden meydana gelen mânevî lezzetlere nail bulunacaklardır. Kalbin nurlanmasını, ruhun yücelmesini temin eden bu ruhanî lezzetler ise şüphe yok ki, cismanî lezzetlerin çok üstündedir. Bütün bunlar, birer değerli rızıktır. Cenâb-ı Hak cümlemize bunları nasip buyursun. Âmin.

§ Kerîm, lûtf ve ihsan edici demektir. Hamd vesenaya, insana lâik olan herşeye ve cömert, alicenap olan her zata kerim denilir. Keremde iyilik lûtf ve ihsan mânâsınadır.

5. Nasıl ki, Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkarmıştı, Müminlerden bir kısmı ise şüphe yok ki, bunu hoş görmüyorlardı.

5. Bu mübarek âyetler, Rasûlü Ekrem’in bütün hareketlerinin hikmet ve faydaya uygun olduğuna işaret etmektedir. İsterse bir kısımkimseler bu hareketlerin ne kadar güzel netice vereceğini evvelce anlamayarak bunları kötü görmüş bulunsunlar. Şöyle buyurulmuş oluyor ki Resûlüm!. Senin ganimet malları hakkındaki taksimini kötü görenler bulunmuştur. (Nasıl ki Rab’bin seni hak uğrunda) İslâm dinini yüceltmek için Bedir Savaşı zamanında (evinden çıkarmıştı) sen düşman kuvvetine karşı çıkmayı tercih etmiştin (Müminlerden bir kısmı ise şüphe yok ki, bunu) öyle az bir kuvvet ile büyük bir düşman kuvvetine karşı çıkmayı (hoş görmüyorlardı) fakat sonunda fetih ve zafere nail oldunuz, bu savaş tercih temenin faidesi anlaşıldı. İşte bunun gibi o ganimetleri taksimin de menfaata uygun olduğu anlaşılacaktır.

6. Hak belirdikten sonra on’da seninle mücadelede bulunurlar. Sanki onlar bakar oldukları halde ölüme sevkolunuyorlarmış!.

6. Hâtta o bir kısım müminler kendilerine (Hak belirdikten) yâni: Her ne tarafa yönelseler zafere nail olacakları kendilerine Hz. Peygamber tarafından haber verilmiş olduktan (sonra onda) öyle beliren ve görünen bir hakikat hususunda Habibim!, (seninle mücadelede bulunurlar) düşmana karşı hareketi uygun görmeyerek münakaşaya cür’et ederler, (sanki onlar) o düşman kuvvetlerine karşı sevkedilecek bir kısım erler, üzerlerine yönelen ölümün sebeplerine (bakar oldukları halde ölüme sevkolunuyolarmış) onlar böyle bir korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Fakat daha sonra bu hareketin nekadar güzel bir neticesini gördüler. İşte taksim hususunda da böyledir. Onun da menfaata ne kadar uygun olduğunu anlayarak fikir değiştireceklerdir. Bedir savaşı sırasında Rasûlü Ekrem Hazretleri eshab-ı kiramıyla müşaverede bulundu. Kureyş’in kırk kişiden ibaret bir kervanı Şam’dan dönmüş geliyordu. Yanlarında birçok mallar var idi. Kureyş ordusunun bu kervanı muhafaza için yola çıkacağı haber alınmıştı. Rasûlü Ekrem, Cenab’ı Hak’kın ehli İslâm’a yardım edeceğini ashabı kirama haber verdi. O halde kervana karşı mı, yoksa Kureyş kuvvetlerine karşı mı çıkılmasını sordu. Ashabı kiramdan bir kısmı, fazla bir kuvvete sahip olmadıkları için Kureyş kuvvetlerine karşı değil, kervana karşı çıkılması görüşünde bulundular. Çünki İslâm erleri hep piyade idi, içlerinde ancak iki suvâri bulunuyordu. Düşman kuvvetleri ise birkaç kat fazla ve suvarileri çokca idi. Fakat Rasûlü Ekrem, İslâmiyetin kuvvet ve şanını yüceltmek ve Allah’ın yardımını kazanmak için Kureyş ordusuna karşı çıkılmasını tercih buyurmuştu. İşte bir kısım zatlar, bunu başlangıçta hoş görmemişler, düşmanın fazla kuvvetine bakarak kendilerinin mağlûb, ölüme mahkûm olacaklarını zannetmişlerdi. Halbuki, daha sonra düşman ile karşılaşılmış, İslâm erleri büyük bir zafere nail olmuş, peygamberin görüşünün nekadar isabetli olduğu anlaşılmıştı. İşte bu savaş neticesinde elde edilen ganimet mallarının taksimi hakkında da Rasûlü Ekrem’in görüş ve düşüncelerinin pek uygun olduğu ortaya çıkacaktı. Nitekim de etmiştir. Binaenaleyh Rasûlü Ekrem, Sallahü Teâlâ Aleyhî vesellem efendimizin mübarek görüşüne, emirlerine her hususta tâbi olmak mutlaka hikmet ve menfaat icabı bulunmuştur. Bedir savaşı için Âli İmran sûresindeki (125) inci âyeti kerimenin izahına müracaat ediniz!.

7. Ve hani Allah Teâlâ size iki taifeden birini “şüphesiz o sizindir” diye vaad etmişti. Siz ise arzu ediyordunuz ki, kuvvet sahibi olmayansizin olsun. Halbuki, Allah Teâlâ emirleriyle hakkı izhar etmeyi ve kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu.

7. Bu mübarek âyetler gösteriyor ki: Bedir savaşı sırasında müslümanların düşmanlarından bir tâifeye galip olacakları Allah tarafından vaad buyurulmuştu. Müslümanların bir kısmı ise düşmanın zayıf olan bir taifesine karşı hareketi uygun görmüşlerdi. Halbuki, kuvvetli olan taifenin mağlûbiyetiyle hakkın tecellisi, İslâmiyetin yücelmesi, ilâhî maksat bulunmuş, müslümanlar da öyle bir muvaffakiyete nail olmuşlardı. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!. Hatırlayınız!, (hani) Bedir savaşı sırasında (Allah Teâlâ size iki taifeden) yani: Ebu cehlin komutası altındaki bin erden oluşan, savaşçı bir düşman kuvveti ile o düşmanların Şam’dan dönen kırk suvariden ibaret bir ticaret kuvvetinden (birini “şüphesiz o sizindir” diye vaad etmişti) herhalde bunlardan birine karşı zafer kazanacağınızı size müjdelemişti. (Siz ise) Ey müslümanlar!, (arzu ediyor idiniz ki, kuvvet sahibi olmayan) yani: Kırk suvariden ibaret bulunan ticaret kafilesi (sizin olsun) bu az kuvvete karşı çıkmayı istiyordunuz. Bunların azlığı, diğer taifenin ise çokluğu, silâhlı bir halde bulunmaları sizi böyle bir arzuya sevketmişti. (halbuki. Allah Teâlâ emirleriyle) bu hususa dair indirdiği âyetleriyle veya meleklere yardım etmeleri için emir buyurmuş olmasiyle (hakkı) başarı ve zaferi (göstermeyi) tesbit ve ilân buyurmayı (ve kâfirlerin arkasını kesmeyi) onları kökünden koparıp darmadağın etmeyi (irade buyuruyordu) bu ilâhî irade öyle âdi bir kuvvete galip gelmekten ibaret olmayıp din düşmanlarının büsbütün kahrolmaları, müslümanların başarı ve zafere nail bulunmaları için idi.

8. Tâki: Hakkı isbat ve bâtılı iptal etsin. İsterse, günahkâr olanlar hoşnut olmasınlar.

8. Ve Cenâb-ı Hak, öyle bir yardım ve zaferintecellisini murat buyurmuştu. (Tâki hakkı isbat) yani: İslâm dinini tesbit buyursun ve yüceltsin, (ve bâtılı ibtâl etsin) küfür ve şirki dağıtsın. İşte o ilâhî irade böyle yüce bir hikmete dayanmıştı. (İsterse günahkâr olanlar) yani: Kâfir, müşrik bulunanlar, böyle hakkı ortaya çıkarma, bâtılı iptâlden (hoşnut olmasınlar) onların bu hoşnutsuzluklarının ne kıymeti var!. Onlar herhalde eliboş ve ziyanda olacaklardır. İşte düşmanın kuvvetli taifesi üzerine yürümek, böyle hakkı üstün kılma ve dini yüceltmeye vesile olacağı için bu ilâhî irade bu şekilde tecelli ve tahakkuk etmiş, müslümanlar ilâhî zafere nail olmuşlardır.

9. O zaman ki. Rabbinizden imdat istiyordunuz. Şüphe yok ki, size ardı ardına meleklerden bin ile imdat ediciyim, diye sizin için duanıza icâbet buyurdu.

9. Bu mübarek âyetler, Bedir savaşında müminlere birçok meleklerin imdada gelmiş olduklarını bildirmektedir. Ve bu gibi imdat kuvvetleri müminlere bir müjde ve kalblerini yatıştırma hikmetine dayanmış olduğunu, haddizatında fetih ve zaferin ise ancak ilâhî irade ile vücude geleceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Hatırlayınız (o zamanı ki) o Bedir Savaşı zamanını ki, siz ve Yüce Resûl (Rabbinizden imdat istiyordunuz) Yarabbi!. Senin din düşmanlarına karşı bize zafer ihsan buyur diye dua ediyordunuz. Özellikle Rasûlü Ekrem Hazretleri kıbleye yönelerek iki mübarek elini kaldırmış ve “Allah’ım!. Bana vaad buyurduğunu yerine getir, Allah’ım!. Bu cemaat helâk olursa yeryüzünde sana ibadet edenler kalmaz..” diye niyazda bulunmuştu. (Şüphe yok ki) o Kerem sahibi Yaratıcı ey müslümanlar!. O gün (size ardı ardına) arkalarından başkaları da katılmak üzere (meleklerden bin) zat (ile imdat ediciyim, diye sizin için) duanıza (icabet buyurdu) o Yüce mabut, o gün evvelâ bin melek ile sonra iki binmelek ile, daha sonra diğer iki bin melek ile yardım göndermiştir ki, toplamı beş bin melektir. “İstigase”; imdat istemek, şiddetten kurtulmak için yardım taleb etmek mânâsınadır.

10. Ve Allah Teâlâ bunu ancak bir müjde olmak ve bununla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Ve halbuki, zafer ancak Allah tarafındandır. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.

10. (Ve Allah Teâlâ bunu) Böyle melekler ile müslümanlara imdatta bulunmasını (ancak) ey müslümanlar sizin zafer kazanacağınıza dair size (bir müjde olmak ve bununla) bu meleklerin böyle gelmeleriyle (kalbleriniz yatışsın diye yapmıştır.) tâki, öyle azlığınızdan dolayı kalben endişede bulunmayasınız, (ve halbuki, zafer ancak Allah tarafındandır) öyle sayınızın artmasiyle, meleklerin size yardım etmesiyle değildir. Zaferin mutlak olarak meydana gelmesi, tahakkuku yalnız ilâhî irade iledir. Bir takım sebepler vesairenin zafere vesile olması ise bu hususta hikmet gereği cereyan eden ilâhî sünnet gereğidir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ azizdir.) güçlüdür, galiptir, asla mağlûp olmaz. Her dilediğini yapmaya fazlasıyla kadirdir ve (hâkimdir) her ne yaparsa hikmet ve fayda gereği olarak yapar. Bütün iradeleri, tedbirleri sırf hikmettir. Binaenaleyh Bedir savaşındaki zafer ve galibiyet de yine sadece Cenâb-ı Hak’kın kudret ve iradesiyle vücude gelmiştir. Artık mü’minler için lâzımdır ki, her hususta Hak Teâlâya itimat ve iltica etsinler. Bu melekler birçok zatlara göre Bedir savaşında fiilen savaşta bulunmuşlardır. Bu melekler insan şeklinde temessül etmişelr, atlar üzerinde bulunarak beyaz sarık sarmışlar, üzerlerinde beyaz elbise bulunmuştur. Bu melekler, Ahzab ve Huneyn savaşlarında ise hazır bulunmuşlar ise decihada bilfiil iştirâk etmemişlerdir. Seleften bazı zatlara göre melekler, Bedir gazvesinde de harbe iştirâk etmemişlerdir. Bunlar yalnız bir müjde, bir kalp yatıştırmaya sebep olmak için gelmişlerdir. Maamafih bunların imdade gelmiş olmaları, harbe iştirâk etmiş olduklarına dalâletten uzak değildir. Hikmet gereği harbe iştirâk etmiş olabilirler. Gerçek şu ki, Cenâb-ı Hak dilerse bir melek ile de bir düşman ordusunu darmadağın edebilir. Fakat onları birer insan suretinde göstermiş, onlar da yürürlükte olan adete göre hareket ederek sahip oldukları kuvvet ve gücü göstermemiş olabilirler. Bu husustaki bilgi Allah katındadır.

11. Hatırlayınız ki, onun tarafından bir eminlik olmak için sizi bir hafif uykuya daldırmıştı. Ve gökten üzerinize su da indiriyordu. Onunla sizi temizlesin ve sizden şeytanın vesvesesini gidersin ve kalplerinize bir râbıta versin ve onunla ayakları sabit kılsın diye.

11. Bu mübarek âyetler, Bedir savaşı sırasında müslümanlara yönelen ilâhî lütufları bildirmektedir. Ve meleklerin ne gibi hizmetler ile mükellef bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Hatırlayınız ki) Bedir Savaşı esnasında (onun) Cenab’ı Hak’kın (tarafından) sizin için (bir güven olmak için) düşmanlarınızın üzerinize hücum edecekleri endişesinden, korkusundan emin bulunmanız için o Yüce Yaratıcı (sizi bir hafif uykuya daldırmıştı) o sayede istirahat etmiş, yorgunluktan kurtulmuş, düşmanlarınızla cihada elverişli bir hâle gelmiş idiniz. (Ve) O Yüce Mâbud (gökten üzerinize su da indîrîyordu) güzelce yağmurlar da yağdırmıştı tâki, (onunla sizi temizlesin) abdestsizliklerden, guslü icabeden hâllerden dolayı yıkanıp tertemiz olasınız (ve) tâki (sizden şeytanın vesvesesini gidersin) şeytanın kalblerinize düşürdüğü vesveseler gitsin. İhtilâm gibi hâllerden dolayı vücuduna lüzum görülen sular bulunsun, (ve kalblerinizebir rabıta versin) Cenâb-ı Hak’kın yardımına, zaferine nail olacağınıza dair kalblerinizi takviye buyurmuş olsun, (ve onunla) o su ile veya kalblerinizi öyle takviye etmekle (ayakları) İslâm erlerinin ayaklarını harp meydanında (sabit kılsın -diye-) böyle ilâhî lûtuf tecelli etti. Çünkü böyle bir durumda kalbler kuvvet bulur, korku ve ürpertiden kurtulur, cihat sahasında daha büyük bir metanet ve şecaat gösterilir, sahiplerinin zafer kazanmasına vesile olur. “Bedir savaşında düşman kuvvetleri Bedirdeki su mahallini daha evvel işgal etmişlerdi, İslâm kuvvetleri ise susuz bir yerde bulunuyorlardı. Abdest almak için, gusül edebilmek için su bulamıyorlardı. Eshabı kirama şeytan vesvesede bulunmuştu, veya içlerinde bulunmuş olan münâfıklar demişti ki: “Siz hak üzere bulunduğunuzu iddia ediyorsunuz, ve aranızda bir Yüce Peygamberin bulunduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki, suyu müşrikler elde etmişler, siz ise abdestsiz olarak namaz kılmaya mecbur bulunuyorsunuz. Bu gidişle onlar size galip geleceklerdir”. İşte bu tarzdaki kötü telkinleri defetmek için Allah Teâlâ lûtfetmiş, yağmurlar yağdırmış, müslümanları susuzluktan kurtarmış, kalblerine metanet vermiş ve nihayet ehli İslâm’ı galip kılmıştır.

§ Tağşiye: Gizlemek, üzerine birşey örtmek, bir elbise giydirmek mânâsınadır.

§ Nuas: Uyuklama, uykunun bir başlangıcı olmak üzere sinirlere ârız olan bir fütur, bir gevşekliktir.

12. Hani Rabbin meleklere vahy ediyordu ki: Şüphesiz ben sizinle beraberim. Haydin imân edenlere destek olun, kâfir olanların yüreklerine elbette korku düşüreceğim. Hemen boyunlarının üstüne vurun ve onların bütün parmaklarına vurun..

12. Ve Resûlüm!. Hatırla: (Hani Rab’bin) Kerem ve merhamet sahibi olan mabûdunmüslümanların imdadına koşacak olan (meleklere vahy ediyordu ki,) ey meleklerim!, (şüphesiz ben) Size yardım etmek, sizi zafer ve galibiyete erdirmek itibariyle (sizinle beraberim) sizi bu hususta destekleyip muvaffak kılacağım. (haydin) siz (imân edenleri) Hz. Muhammed’in ordusunu teşkil eden müslüman ları (tesbit) yani kalblerini takviye (edin) tâki, müşriklere karşı korkusuzca savaşa atılsınlar. (Kâfir olanların yüreklerine) de (elbette korku düşüreceğini) artık onlar savaşta sebat gösteremiyeceklerdir. Müslümanlar hakkında ne büyük ilâhî lûtuf!. Artık ey mü’minler, Ey melekler!. (Hemen) o kâfirlerin (boyunlarının üstüne vurun) onların kellelerini kılıçlarınızla kesiverin. (ve onların bütün parmaklarına) da, ellerinin ve ayaklarının bütün mafsallarına da (vurun) onları hayattan mahrum bırakınız. Tâki, İslâm ordusu, zafere ulaşsın.

§ Meleklerin de bu savaşta cihada bilfiil iştirâk etmiş oldukları görüşünde olan zatlara göre bu hitap, hem müslümanlara, hem de meleklere yöneliktir. Binaenaleyh melekler de bu cihada iştirâk ile memur bulunmuşlardır.

13. Bu da onların Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne muhalefet ettiklerinden dolayıdır. Ve her kim Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne muhalefet ederse şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın cezası pek şiddetlidir.

13. Bu mübarek âyetler, kâfirlerin ne gibi sebeplerden dolayı mağlup ve kahredilmiş olduklarını ve onların ahirette de ne şiddetli azaplara tutulacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Bu da) Cenâb-ı Hak’kın o kâfirleri öyle mağlûbiyete, felâkete düşürmesi de (onların Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne) onların emirlerine ve yasaklarına karşı (muhalefet ettiklerinden) başka bir cephe tercih eylediklerinden (dolayıdır) Cenâb-ı Hak’tan ayrılıp küfür tarafına gitmiş olduklarından ileri gelmiştir. (Ve herkim Allah Teâlâ’ya veResûlü’ne muhalefet ederse) onların tarafına muhalif bir taraf edinirse (şüphe yok ki. Hak Teâlâ’nın cezası pek şiddetlidir.) Onların bu dünyada mâruz kaldıkları esaret gibi öldürülme ve ağır ceza gibi felâketler nisbeten az birşeydir, onlar için asıl ahiret âleminde en şiddetli azaplar vardır.

14. İşte gördünüz ya! Şimdi bunu tadınız. Ve şüphesiz ki, kâfirler için ateş azabı da vardır.

14. Ey kâfirler!. (İşte gördünüz ya) Size gelen bu felâketi!. (Şimdi) bu dünyada (bunu) bu felâketi (tadınız) bunu siz daha dünyada iken çekiniz. (Ve şüphesiz ki, kâfirler için) ahiret âleminde (ateş azabı da vardır.) ki, o bu dünyadaki felâketlere benzemez, o pek fazla şiddetlidir ve ebedîdir. Öyle bir azap ve ikabın sebebi ise küfrdür, isyandır. Artık uyanınız, bu küfr ve isyandan vazgeçiniz, öyle ebedî bir azaptan kurtulmaya çalışınız. Sizin için başka bir kurtuluş çaresi yoktur.

15. Ey imân etmiş olanlar! Kâfir olanlara toplu bulundukları bir halde karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı çevirmeyiniz.

15. Bu mübarek âyetler, ehli İslama cihat meydanlarında sebat edip düşmandan yüz çevirmemelerini tebliğ ediyor. Bir lüzum ve fâide için olmaksızın bulundukları noktalardan ayrılanların ne fena sorumluluklara mâruz kalacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey İslâm ordusunu meydana getiren müslüman erler!, (kâfîr olanlara) muharebe esnasında (toplu bulundukları bir halde karşılaştığınız zaman) onların öyle çokluğuna bakıp da (onlara arkalarınızı çevirmeyiniz.) onlar çok olsalar da onlardan korkarak bozguna uğramış bir hâle gelmeyiniz. Sabır ve sebat ediniz ki, muvaffak olasınız.

§ Zahf; Zühuf: Yürümek, birşeye doğru azar azar hareket etmek ve düşman tarafından doğru çekilip giden asker mânâsınadır. Birçocuğun sürünüp emekliyerek yürümesine de Zahf denilir. Çokluklarından dolayı yavaş yavaş, azar azar sürünüp gider gibi görülen toplu haldeki bir kuvvete de Zühuf denilmektedir. Diğer bir yoruma göre de: (Ey İslâm erleri!. Siz düşmana karşı azar azar, usul usul yürüyerek onlarla karşılaşınca onlara arkanızı dönmeyiniz, sebat ediniz.) buyurulmuş oluyor.

16. Ve her kim o günde onlara arkasını çevirirse, cenk için bir tarafa dönmek veya diğer bir fırkada yer almak için müstesnâ, muhakkak ki. Allah Teâlâ tarafından bir gazap ile dönmüş olur ve onun yurdu cehennemdir ve ne fena bir dönülecek yer.

16. (Ve) Sizlerden (her kini o günde) o düşmanlarla karşılaşacağınız zamanda (onlara arkasını çevirirse) bozulaak savaştan kaçarsa pek büyük bir günah işlemiş olur. (cenk’için bir tarafa dönmek) müstesnadır. Yani: Düşmana ansızın atılmak için kendisini bir harp hilesi olmak üzere bozguna uğramış gibi göstermek hali müstesnadır. Veya kendileriyle cenk ettiği taifeden daha mühim bir tâifeye karşı vaziyet almak için yerinden ayrılmak müstesnadır (veya diğer bir fırkada yer almak için) arka çevirmek yani: İslâm ordusundaki diğer bir cemaate katılmak için yerinden ayrılmak (müstesnâ) bunlar savaşın gerektirdiği şeylerdendir. Bunlardan dolayı sorumluluk gelmez. Fakat böyle meşrû bir sebep olmayınca (muhakkak ki,) o düşmanlara karşı yüz çevirenler (Allah Teâlâ tarafından bir gazap ile) geri (dönmüş) yüz çevirmiş (olur) ilâhî azabı hak etmiş bulunur, (ve onun yurdu) ahirette (cehennemdir.) dünyadaki İslâm yurdunu meşrû bir sebebe dayanmaksızın savunmadan kaçındığı için onun ahiretteki yurdu cehennem olacaktır. (Ve) o cehennem (ne fena bir dönülecek yer!.) Artık hangi bir mümin, böyle bir âkibete mâruz kalmasını ister?.Binaenaleyh müslümanlar için cihat sahasında sabr ve sebattan ayrılmamak icabeder. Başarı Allah’tandır.

17. Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah Teâlâ öldürdü. Ve attığın vakit sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı. Hem de müminleri Allah tarafından güzel bir imtihan ile imtihan etmek için. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ, hakkıyla işiticidir, tam mânâsıyla bilicidir.

17. Bu mübarek âyetler, bütün başarıların, bütün sıkıntıların birer hikmete dayanmış olarak ilâhî takdir ile vücude geldiğini bildirmektedir. Ve istenilen fetihlerin vücude gelmiş olduğunu beyan ile ehli küfrü düşmanca hareketlerine son vermeğe davet etmektedir. Aksi takdirde çokca bulunmalarının kendilerine fayda veremeyeceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey İslâm mücahitleri!. (Sonra) Bedir Savaşında (onları) o düşman fertlerini (siz öldürmediniz) onlara siz kendi kuvvetinize kudretinizle galip gelmiş olmadınız (ve lâkin Allah Teâlâ oldu) sizlere zafer vererek o düşmanları yenilgiye uğratan gerçekte Cenab’ı Hak olmuştur. (Ve) Resûlüm!. O düşmanların üzerine bur avuç toprağı (attığın vakit sen almadın) o toprağı düşmanların yüzlerine haddızatında sen isabet ettirmiş olmadın (fakat Allah Teâlâ attı) o isabeti öyle harikulâde bir şekilde Cenâb-ı Hak meydana getirdi, düşmanların yenilgisine sebep kıldı, (hem de) Bu hârikanın vücude gelmesi, (müminleri ilâhi katından güzel bir imtihan ile imtihan etmek için) idi. Yani onlara şükür vesilesi olmak için böyle büyük bir nimet, bir başarı ve zafer ihsan buyurmuştu. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) sizin iddialarınızı, yardım talebinde bulunmanızı (hakkiyle işiticidir.) ve sizin hareketlerinizi, niyetlerinizi, dualarınızın kabulüne sebep olan kalbî hallerinizi (tam mânâsıyla bilicidir.) artık bütün bu muvaffakiyetleri o Yüce Yaratıcıdan bilmeli ve daima ona şülerde, hamd ü senadabulunmalıdır.

§ Rivayete göre Bedir savaşındaki başarıdan sonra müslümanlardan bir kısmı ihtilâfta bulunmuş meselâ; birisi: “Filân şahsı ben öldürdüm” demiş, diğer birisi de: “hayır onu ben öldürdüm” diye iddiada bulunmuş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, bütün bu başarıların sadece Allah’ın kudreti ile meydana geldiği kendilerine tenbih olunmuştur. Bir de Rasûlü Ekrem, Kureyş ordusunun geldiğini görünce: Yarabbi!. Bana vaad buyurduğun zaferi nasip buyur, diye duaya başlamış, bunun üzerine Cibrili Emin gelmiş, “bir avuç toprak al, düşmanların üzerine at” demiş, Yüce Peygamber Hz. Ali’ye hitaben: “Derenin ufacık taşlarından bana bir avuç ver diye emretmiş, bunu alınca: “Şahetil vücûh = Yüzleri berbat olsun” diyerek düşmana karşı atmış, bu bütün müşriklerin gözlerine isabet ederek derhal yenilgilerine sebep olmuştur. İşte böyle bir harika da yalnız Cenâb-ı Hak’kın kudretiyle, takdiriyle mey dana gelmiştir. Yoksa tabii kanuna göre böyle bir isabet,böyle bir yenilgi nasıİ düşünülebilir. Binenaleyh biz bütün muvaffakiyetlerimizi Cenâb-ı Hak’tan bilmeliyiz.

18. Bu böyledir ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfirlerin hilesini iptâl edicidir.

18. (Bu böyledîr) Bütün muvaffakiyetleriniz Allah’ın kudreti iledir, sizi imtihandaki hikmet, bu savaştaki galibiyet, mü’minleri yüceltmek, kâfirleri de kahretmek ve zayıf düşürmek içindir, (ve şüphe yok ki, kâfirlerin hilesini ibtâl edicidir.) onları kötü maksatlarından dolayı böyle mağlubiyetlere, yenilgilere daima uğratacaktır. Elverir ki, müslümanlar, kendi vazifelerini bilsinler ve her hususta muvaffakiyet! Cenâb-ı Hak’tan niyâz etsinler.

19. Eğer ey kâfirler fetih istiyorsanız işte size fetih gelmiştir. Ve eğer vazgeçerseniz artık o sizin için hayırlıdır. Ve eğer dönerseniz biz de döneriz. Ve elbette cemaatiniz çok olsa dasize birşey ile fayda verir olamayacaktır. Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ müminler ile beraberdir.

19. Ey müslümanlara karşı cephe alan kâfirler!. (Eğer) siz (fetih istiyorsanız) Kâbe’nin perdelerine sarılarak: “Yarabbi!, İki ordudan hangisi daha yüksek, daha hidayet üzere, daha değerli ise ona zafer ver” diye dua ediyor idiniz, (işte size fetih geldi) Allah Teâlâ daha üstün ve daha değerli olan müslümanlar grubuna zafer verdi, onları galip kıldı. Artık uyanınız!, (ve eğer siz vazgeçerseniz) Rasûlü Ekrem’e olan düşmanlığa, müslümanlara karşı savaş cür’etine son verirseniz (artık o) son vermek (sizin için hayırlıdır.) o sayede esaretten, öldürülmekten kur tulmuş, selâmete ermiş olursunuz, (ve eğer) savaşa (dönerseniz bîz de done” riz.) şu gördüğünüz fetih ve zaferi Resûlümüze tekrar tekrar ihsan ederiz. Nitekim de ihsan buyurmuş, Rasûlü Ekrem’i bütün cihat sahalarında mansur ve muzaffer kılmıştır. (Ve) Ey Düşmanlar!. (Elbette cemaatiniz çok olsa da) sizi zafere kavuşturamayacaktır. Ve (size birşey ile fâide verir olamayacaktır.) sizi müdâfâya, yenilgiden kurtarmaya kâdir bulunamayacaktır. (Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ) zafer ve yardım hususunda (müminler ile beraberdir.) onları fetih ve zafere nail buyuracaktır.

20. Ey imân etmiş olanlar! Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat ediniz. Ve siz işitir olduğunuz halde ondan yüz çevirmeyiniz.

20. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâya ve Resûlüne itaatın lüzumunu bildirmektedir. Dinî emirleri, yasakları işitip bildikleri halde onlara riayet etmeyenlerin ise sağlam duygulardan mahrum, en kötü hayvanlardan sayılmış kimseler olduklarını ve onların bile bile haktan yüz çevirdiklerini kınama makamında olarak beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) ey İslâmîyet nimetine nailbulunanlar!. (Allah Teâlâ’ya ve reshulüne) her emir ve yasak buyurmuş oldukları hususlarda, bu cümleden olarak cihada iştirâk hususunda (itaat ediniz) aykırı bir harekette bulunmayınız. (Ve siz) Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına, dinî nasihatları (işitir olduğunuz halde ondan) Rasûlü Ekrem’den, onun dinî tebliğatına uymaktan (yüz çevirmeyiniz) üzerinize düşen dinî vazifeleri yerine getirmekten kaçınmayınız. Böyle bir hareket, insanlığa, kulluk şanına yakışmaz. Binaenaleyh cihat hususunda da Rasûlullah’a muhalefet ederek ondan ayrılmayınız.

21. Ve öyle kimseler gibi olmayınız ki, onlar işittik derler ve halbuki onlar işitmezler.

21. (Ve) Ey Müslümanlar!. Siz (öyle kimseler gibî olmayınız ki) öyle kâfirler ve münâfıklar gibi emir ve yasağa muhalefette bulunmayınız ki, (onlar işittik derler,) sadece böyle bir iddiada bulunurlar (ve halbuki onlar işitmezler) onlar işittiklerine riayette bulunmazlar, ona karşı işitmemiş gibi bir vaziyet alırlar. Artık onların o işitmeleriyle işitmemeleri eşit bulunmuş olmaz mı?.

22. Şüphesiz ki. Allah Teâlâ katında canlıların en kötüsü, sağırlar ve dilsizlerdir ki, akıl erdiremezler.

22. (Şüphesiz ki Allah Teâlâ’nın katında) Onun hüküm ve kazası hususunda (hayvanların en kötüsü) yeryüzünde dolaşan hayvanların en şerlisi, en zararlısı (o sağırlar ve dilsizlerdir ki) onlar hakkı işitmezler ve hakka dair bir söz söylemezler. Hakkı işitip söyleyecek bir kabiliyetten mahrum bulunurlar. Ve onlar (akıl) da (erdîremezler) onların kusurları, kötü halleri bu derece fenâdır. Bazı sağırlar ve dilsizler vardır ki, bazı şeyleri bilir, aklen anlarlar. O inkârcı insanlar ise böyle bir aklî kabiliyete bile sahip değildirelr. Bu yaratılış kabiliyetini onlar zâyetmişlerdir.

23. Ve eğer Allah Teâlâ onlarda bir hayır bilseidi elbette onlara işittirirdi. Ve eğer işittirecek olsaydı elbette onlar yine dönerlerdi. Ve onlar kaçınan kimselerdir.

23. (Ve eğer Allah Teâlâ onlarda) O inkârcılarda kabiliyetleri itibariyle (bir hayır bilseydi) Onların kendi kuvvetlerini hakkı araştırmaya sarf edeceklerini, hidayete tâbi olacaklarını Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle bilmiş olsa idi (elbette onları işittirirdi.) onları hakkı kabul ve hakikatı tefekkür edip düşünecek bir işitme kabiliyetine nail buyururdu. (Ve) halbuki onlarda öyle bir kabiliyet kalmamıştır, (eğer) onları (işittîrecek olsa idi) onlara, diyelim, anlama ve düşünme çerçevesinde işitme duygusu verse idi (elbette onlar yine dönerlerdi.) işittikleri hakikatlerden yine yüz çevirirlerdi. O işitecekleri haklardan yine istifade etmezlerdi. Veyahut hakkı kabulden sonra yine inkâr ederek dinden dönerlerdi. Sanki hiç işitmemiş gibi olurlardı. (Ve onlar) hakkı kabulden (kaçınan kimselerdir.) işittikleri şeyleri kalpleriyle inkâr ederler. Onlar inatçıdırlar, böyle birkaçınmak onların adetleridir.

§ Bir rivayete göre Kureyş müşrikleri Rasûlü Ekreme demişlerdi ki: Bizim ceddimiz olan Kusay, mübarek bir şeyh idi, onu dirilt, eğer o sana şahitlik ederse biz de sana imân ederiz. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki: Eğer Kusay hayat bularak Hz. Peygamber’in risaletini tasdik etse bu inkarcılar da bunu işitseler, yine imân etmezler, bu diriltme olayını bir gösteriş sanarak yine küfürlerinde devam ederler. “Şûre yerde bitmemiş asla benefşe, lâle, gül” “Kabiliyet konmamış aslında baran neylesin”

24. Ey mü’minler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği vakit Allah için ve Peygamber için icâbet edin ve biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ kişi ile kalbi arasına girer ve şüphe yok ki, onun huzurundatoplanacaksınız.

24. Bu mübarek âyetler, Cenâb-ı Hak ile Yüce Resûlü tarafından olan tekliflerin birer hayat unsuru olduğunu ve onlara icabet etmenin lüzumunu bildirmektedir. Ve bütün insanlar Hak Teâlâ’nın tasarmfu altında bulunduklarından ve onun mânevî huzuruna sevkolunacaklarından ona söve hareketlerini tanzim etmelerini ve bütün cemiyet hayatına zarar verecek olan gayrı meşrû hareketlerden kaçınılmasını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey mü’minler!.) Ey imân nimetine nail bulunmuş olan kullar!. (sizî) Allah Teâlâ’nın muhterem Resûlü (kendinize) maddî ve mânevî (hayat verecek şeylere) meselâ: Millî hayatı koruyacak olan cihada, veya ebedî hayatın vesilesi olan dinî ilimleri tahsile veya sahibini ebedî hayata, kavuşturacak olan güzel inançlara veya içki gibi, fuhşiyat gibi terkedilmeleri cemiyetin hayatî temizliğini temine sebep olan şeyleri terketmeğe (davet ettiği vakit) hemen (Allah için ve Peygamber için) güzelbir itaat göstererek o davete (icabet edin) öyle mükellef olduğunuz şeyleri bir kalp rahatlığı ile ifaya çalışınız. (Ve) Ey müminler!. (Biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ) yaratmış olduğu herhangi bir (kişi ile kalbi arasına girer.) yani: Hak Teâlâ Hazretleri kullarına İlim ve tasarruf bakımından kendilerinden daha yakındır, kullarının bütün düşüncelerini bilmektedir, kullarını kalbî ilhamlarını istediği gibi değiştirebilir. Ve dilerse bir kulu ile onun kalbi arasına bir engel bırakır, artık mümin ise, kâfir, kâfir ise mümin olamaz. Binaenaleyh her hususta ve bu cümleden olarak imanda sebata muvaffakiyet hususunda Cenâb-ı Hak’ka daima-sığınmalıdır, Allah’ın korumasına sığınılmalıdır. Nitekim Rasûlü Ekrem Efendimiz bile çok kere (……………………….)= Ey kalpleri evirip çeviren Rab’bim!. Benim kalbimi senin dinin üzerine sabit kıl, diye dua ederdi. Ve ey müslümanlar!. (şüphe yok, ona) o Yüce Yaratıcı huzurunda (toplanacaksınızdır.) başkasına değil. O hikmet sahibi mabut da amellerinizin mahiyetlerine, mertebelerine göre size mükâfat ve ceza verecektir. Artık gaflette bulunmayınız, sonunuzu göz önüne alınız, ona göre hayatınızı tanzime çalışınız, ibadet ve itaatten geri durmayınız.

25. Ve bir fitneden sakınınız ki, sizden yalnız zulüm edenlere dokunmakla kalmaz ve biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ’nın cezası pek şiddetlidir.

25. (Ve) Ey müslümanlar!. Öyle (bir fitneden) gayrı meşrû bir harketten, felâkete sebep olacak bir hadisenin meydana gelmesinden (sakınınız ki) onun kötülüğü, felâketi; maddî ve mânevî zararları (sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz) bilâkis zulmetmemiş, o hadiseyi fiilen yapmamış olanları da kapsar. Meselâ: Bir cemiyet arasında bir takım gayrı meşrû şeyler yapılıp dururken bunları yapanların engellenmesine çalışılmaması, umumî bir sorumluluğa, bir kötülüğe sebep olabilir. Aynı şekilde: Gerektiğinde cihat hususunda bir taifenin tembelik göstermesi, o taifenin mensup olduğu bütün bir cemiyet hakkında mağlûbiyet!, zarar ve ziyanı doğurabilir. Artık bu gibi kötü neticeleri doğuracak şeylere meydan vermemelidir. (Ve) Ey mü’minler!. Kesin olarak (biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ’nın cezası) ona muhalefet edenler hakkında (pek şiddetlidir) onun hükümlerine riayet etmeyenlerin sonlan pek kötüdür. Nitekim bu gibi ilâhî emirlere riayet edilmediğinden dolayı İslâm tarihinde pek acıklı hâdiseler vücude gelmiştir, müslümanlar arasındaki mücadeller nekadar korkunç, genel musibetlere sebebiyet vermiştir. Binaenaleyhöyle şiddetli bir azabı hak etmemek için Allah’ın hükümlerine riayete devam etmelidir. Toplumun zarar ve ziyanına sebebiyet verecek şeylerin vücude gelmemesine elden geldiği kadar çalışmalıdır, şahsî ve genel selâmet ve menfaat bunu gerektirmektedir.

26. Ve hatırlayınız ki, bir zaman siz yeryüzünde azlık idiniz, zayıf sayılan kimseler idiniz. İnsanların sizi çarpıp kapmasından korkardınız. Sonra Allah Teâlâ sizi yerleştirdi ve sizi yardımıyla destekledi ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı, tâki, şükredesiniz.

26. Bu mübarek âyetler, Cenab’ı Hak’kın başlangıçta zayıf olan İslâm toplumunu daha sonra kuvvet ve güce kavuşturmuş olduğunu beyan ile onları şükre, itaate davet etmektedir ve dinî hükümlere muhâlefeti ve hiyâneti yasaklamaktadır. Ve bir imtihan, bir denemeden ibaret olan dünya servetine, evlât gayretine kapılarak bir takım muhterisce hallerde bulunulmamasını ihtar buyurmaktardır. Şöyle ki: (Ve) Ey muhacirler topluluğu!. (Hatırlayınız ki) Siz (bir zaman yeryüzünde) Mekke’i Mükerreme sahasında (azlık idiniz) sayınız noksan idi ve siz (zayıf sayılan kimseler idiniz) sizde bir kuvvet, bir güç görülemiyordu (insanların sizi çarpıp kapmasından korkardınız) Kureyş müşriklerini ve diğer Arap kâfirlerinin sizi sür’atle mahvedip cezalandırmalarından endişe içinde yaşardınız. Nitekim bütün Arap kavmi de Fars ve Rum kâfirlerinin elleri altında zelilce bir vaziyette bulunmuşlardı. (Sonra) Allah Teâlâ (sizi) Ey müslüman muhacirler!. Medine’i Münevvere’de (yerleştirdi) düşmanlarınızdan emin olacağınız bir barınağa sizi kavuşturdu, (ve sizi yardımıyla destekledi.) Ensar-ı kiramın yardımıyla veya meleklerin imdadiyle sizi düşmanlarınız olan kâfirler üzerine galip kıldı, (ve sizi temiz şeylerden) Ganimet mallarından (rızıklandırdı) bu ganimet mallarını size helâl kıldı, halbuki, sizden evvelki milletlere helâldeğildi, (tâki) Nail olduğunuz bu muazzam nimetlerden, muvaffakiyetlerden dolayı Cenab’ı Hak’ka (şükredesiniz) kulluk vâzifenizi bilip Allah Teâlâ’nın rızasına aykırı hareketlerden kaçınasınız.

27. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’ya ve Peygambere hiyanet etmeyiniz ve emanetlerinize hiyanette bulunmayınız. Halbuki, siz bilirsiniz.

27. (Ey imân edenler!.) Ey Rasûlü Ekreme tâbi olanlar!. (Allah Teâlâ’ya ve Peygambere hiyanet etmeyiniz) farzlara, sünnetlere aykırı hareketlerde bulunmayınız. Açıktan kabul ettiğiniz İslâmiyet’e aykırı şeyleri kalben gizleyip durmayın, müslümanların aleyhinde, dinsizlerin lehinde olacak hareketlere cür’et etmeyin, meselâ: İslâm hükûmetinin sırlarını düşmanlara ihbarda bulunmak kötülüğünü işlemeyin (ve emanetlerinize hiyanette bulunmayınız) kendi aranızdaki emanetlere de, sözleşmelere de riayet etmez bir hâle düşmeyiniz veya üzerinize düşen dinî ve dünyevî vazifelerde istikametten ayrılmayınız. (Halbuki, siz bilirsiniz.) Hiyanet etmekte olduğunuza vâkıf bulunuyorsunuz. O halde öyle bile bile hiyanete nasıl cür’et edebilirsiniz?. Veyahut siz hiyanet ile istikametin, güzellik ile çirkinliğin arasını ayırd edecek bir bilgiye sahip bulunmaktasınız. O halde nasıl olur da hiyanet gibi bir aşağılığı işleyebilirsiniz?.

§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında birçok rivayet vardır. Bu cümleden olarak: Deniliyor ki, bu âyeti kerime “Hatip İbni Ebi Belten” hakkında nâzil olmuştur. Rasûlü Ekrem, Mekke üzerine yürüyeceği zaman Hatıb Mekke’lilere gizlice bir mektup yazarak Yüce Peygamberin bu hareketini haber vermişti. İşte bu müslümanlık aleyhinde bir hiyanet idi. Bu gibi hiyanetlerden müslümanlar men edilmişlerdir. İbni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğinegöre de bu âyeti kerime, eshabdan Rifae veya Mervan ismindeki “Ebu Lübâbe” hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Rasûlü Ekrem Hazretleri Yahudi’lerden “Beni Kureyza” kabilesini muhasara altına almıştı. Onlar Şam’da “Enha” denilen yere çıkıp gitmek üzere uzlaşma yapmak istemişlerdi. Rasûlü Ekrem buna müsaade etmedi, bu hususta eshab-ı kiramdan “Sad İbni Muaz’ı” hakem tâyin etti. Beni Kureyza kabilesi, eshabtan “Ebu Lübabe”nin kendilerine gönderilmesini istirham ettiler, bu zat kendilerine gönderildi. Beni Kureyza dediler ki; “Ya Eba Lübâbe” nasıl görürsün? Saad İbni Maaz’ın hükmüne muvafakat edelim mi? Ebu Lübâbe ise: Eli ile boğazına işaret ediverdi. Demek istemiş idi ki: Eğer Sad’ın hükmüne razı olursanız, onun hükmü sizi öldürmekten başka olmayacaktır. Ebu Lübabe’nin malı ve aile efradı Benî Kureyza arasında bulunduğu için onların hakkında böyle bir iyilik ister işarette bulunmuştu. Fakat muhterem zat, deral hata ettiğini, İslâmiyet’e hiyanette bulunduğunu anlayarak nâdim ve pişman oldu, kendisini yedi gün kadar mescidin bir direğine bağladı, yiyip içmeyi terketti, tövbesinin kabulünü bekledi. Nihayet tövbesinin kabul edildiğini Rasûlü Ekrem Hazretleri kendisine müjdledi. Bu zat da tövbesinin hakkiyle tamam olması için içinde bu günaha düşmüş olduğu bu kavmin yurdunu terkedeceğini ve malını harcamda bulunacağını söylemiş, Rasûlü Ekrem Efendimiz de malın üçte birini sadaka olarak vermesi yeterlidir, diye buyurmuştu. İşte bu zat hakkında mal ve evlât temayülü, böyle bir sıkıntıya sebep olmuştu.

28. Ve biliniz ki, muhakkak mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nın katında pek büyük bir mükâfat vardır.

28. (Ve) Ey müslümanlar!, (biliniz ki, muhakkak mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır.) biribtilâdır. Bunların yüzünden günaha düşüp cezaya çarpılmak düşünülebilir. Artık bunların muhabbetleri sizi hiyanete, Allah rızasına muhâlefete sevk etmemelidir. Aksi takdirde büyük zararlara düşmüş olursunuz. (Ve şüphe yok ki,) Allah’ın rızasını kazanmak için hiyanetlerden kaçınan müminlere (Allah Teâlâ’nın katında) mânevî huzurunda, ahiret âleminde (pek büyük bir mükâfat vardır) Artık Yüce Allah’ın hükümlerine riayet etmelidir, mal ve evlât ve aile muhabbeti insanı Allah’ın rızasına aykırı, hiyâneti gerektiren hareketlere sevk etmemelidir. Aksi takdirde mal ve servet, evlât ve aile insan için bir fitneden, bir imtihandan başka birşey olmuş olamaz.

29. Ey imân edenler! Eğer Allah Teâlâ’dan korkarsanız sizin için bir furkan kılar ve sizin günahlarınızı örter ve sizin için mağfiret buyurur. Ve Allah Teâlâ pek büyük bir lûtuf sahibidir.

29. Bu mübarek âyetler, takva sahibi olan müminlerin mağfirete, ilâhî lütuflara nail olacaklarını müjdelemektedir. Rasûlü Ekrem’e karşı düşmanca hareket edenlerin de eliboş ve ziyanda olacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey Cenâb-ı Hak’ki tasdik etme ve birliğine inanma, peygamberine tâbi olma şerefine nail olanlar!. (Eğer Allah Teâlâ’dan korkarsanız) bütün yapacağınız ve yapmayacağınız şeyler hususunda takva sahibi olarak harekette bulunursanız, bu sebeble o Yüce Yaratıcı (sizin için bir furkan kılar) yani: Kalplerinizde hak ile bâtılın arasını ayırdetmeğe vesile olacak bir hidayet meydana getirir veyahut size hakkı yerine getiren battal edenin arasını ayıracak, müminleri yüceltecek, kâfirleri de zelil edecek bir zafer ihsan buyurur. (Ve) O Yüce Mâbud, siz öyle takvâ üzere bulundukça (sizin günahlarınızı örter) setreder, teşhir buyurmaz, (ve sizin için mağfiret buyurur.) Günahlarınızı af ve mahv eyler. (Ve) Şüphe yok ki, (AllahTeâlâ pek büyük bir lûtuf sahibidir.) Takva sahipleri hakkındaki bu ilâhî vada onun lûtuf ve ihsanı cümlesindendir. Yoksa sadece takva, sahibinin böyle bir lütufa kavuşmayı icabetmez. Zaten tekvada bulunmak, Allah Teâlâ’dan kormak bir kulluk vazifesidir. Bunun karşılığında öyle bir af ve mağfiret tecellisi bir ilâhî lütuftan başkası değildir.

30. Ve hani bir zamanda o kâfirler, seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri veya seni çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurmaktalar. Allah Teâlâ da tuzak kuranların hayırlısıdır.

30. (Ve) Resûlüm!. Şunu da hatırla ki, (hani bir zaman da) Mekke’i Mükerreme’de mukim bulunduğun vakit (o kâfirler senî tutup bağlamaları) kayıt ve hapis altına almaları için (veya seni) kılıçlariyle (öldürmeleri) için (veya seni) Mekke’den (çıkarmaları için sana hud’ade>) tuzak kurma ve hilede (bulunuyorlardı.) İşte o zamanı bir düşün, Cenâb-ı Hak sana o zaman ne kadar lûtuf ve keremde bulundu. (Ve onlar) sana (mekirde) hilede, su’ikasitte (bulunurlar) daima sana karşı dşümanca bir vaziyet almak isterler. Fakat onların bu hareketleri sana bir zarar veremez. Çünki (Allah Teâlâ da) onlara (tuzak kurar) onların tuzaklarını, hilelerini kendi üzerlerine çevirir. Evet… Allah Teâlâ Resûlüne düşmanlarının kötü maksadını vahiy yoluyla haber verir, Mekke’den çıkıp Medine’ye gitmesini emreder, Bedir savaşında müslümanları düşmanlarının gözüne pek çok göstererek o düşmanları mağlûp bırakır. İşte bunlar, o kâfirlerin tuzak ve hilelerinin cezasıdır. (Ve Allah Teâlâ) şüphe yok ki (tuzak kuranların hayırlısıdır) herkesin tuzağını, hilesini ziyadesiyle bilicidir, onların bu fena hareketlerini sonuçsuz bırakmaya tam mânâsıyla kaadirdir. İşte hayra, hikmete dayanan şeyler, ancak Cenab’ı Hak’kın bu şekilde tecelli eden ilâhî fiilleridir.

§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi, tefsirlerde şöylece beyan olunmaktadır: Ensar denilen Medine’i Münevvere ahalisi İslâmiyeti kabul edince Mekke’i Mükerreme’deki Kureyş müşrikleri telâşa düştüler, Ebül Bühteri Hişam İbni Amr, Ebu Cehil, Tuayme Bini Adiy gibi reisleri Darun Nedve’de toplandılar, Rasûlü Ekrem hakkında ne yolda muamele yapacaklarına dair istişareye başladılar. İblis de Necit ahalisinden ihtiyar bir şahıs imiş gibibir şekle girerek o topluluğa katılmıştı. Ebül Buhter! demişti ki: Benim görüşüm şöyledir: “Muhammed’i -Aleyhisselâm- bir hanede hapsetmeli, penceresinden yiyip içeceğini vermeli; orada ölünceye kadar beklemeliyiz. Necidli ihtiyar, derhal itiraza başladı: Eğer siz onu öyle bir hanede hapsederseniz elbette onun kavmi gelir, sizinle savaşta bulunur, onu ellerinizden kurtarırlar. Bu sözü tasdik ettiler. Hişam’da demişti ki: Benim görüşüme göre onu bir deveye bindirip kendi aranızdan çıkarınız, artık onun yapacağı size zarar vermez, siz de istirahat etmiş olursunuz. Necidli ihtiyar yine itiraz etti, bu ne kötü görüş!. O kimse ki, sizin beyinsizlerinizi- bozdu, böyle dışarı çıkarılınca da sizden başkalarını bozar, onun konuşmasındaki tatlılığı, lisanındaki güzelliği, kalpleri büyüleyen sözlerini görmüyor musunuz?. Vallahi onu öyle serbest bırakırsanız, gider birçok kimseleri kedisine tâbi kılar, sonra gelir sizi yurdunuzdan çıkarır atar. Evet… Doğru söylüyorsun diye o lânetli iblisi tasdik ettiler. Sonra lânetli Ebu Cehil dedi ki, benim görşüüm şudur: Kureyş’in her kabilesinden birer genç alırsınız, ellerine birer keskin kılınç verirsiniz, hepsi birden hücum edip Muhammed’i -Aleyhisselâm- öldürürler, onun kanı kabilleer arasına dağılmış olur. Artık Haşim oğulları, Kureyş ile savaşa kaadir olamaz. Diyet isterlerse onu verir rahat ederiz. Mel’ûn Necidli ihtiyar, Ebu Cehlin bu görşünü doğru gördü, işte bu gencin == EbuCehlin reyi en muvafıktır, demişti. Darun Nedve’de toplanmış olanlar buna karar verdiler. Böyle üç görüş şeklinde bir tuzak ve hilede bulunmak istemişlerdi. İşte Cenâb-ı Hak bunların bu tuzağını ibtâl buyurdu. Bu hadiseyi Cibrili Emin gelip Rasûlullah’a haber verdi, Medine’den çıkıp Mekke’ye hicret buyurmasını tebliğ etti. Rasûlü Ekrem de bir gece yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Hz. Ebu Bekir ile beraber Mekke’den çıktılar. Kureyş’in takibatından kurtulmak için bir aralık “Sevr” dağındaki bir mağaraya girdiler. Bir harika olmak üzere mağaranın her tarafını örümcekler sardı, oraya kadar gelen Kureyş’liler, mağar içinde kimse olmayacağına inanarak oradan ayrıldılar. Rasûlü Ekrem de sonra tam bir emniyet içinde Medine’i Münevvere’ye kavuştu. İşte Cenâb-ı Hak, o din düşmanlarının görüşlerini, hilelerini böyle tesirsiz bırakmış, Yüce Resûlünü nice başarılara kavuşturmuştur.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN