AHZAB SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre, Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Yetmiş üç âyeti kerimeyi kapsamaktadır. Hendek savaşında birçok düşman grupları gelip müslümanlara karşı cephe almışlardı. O savaşa “Ahzâb” savaşı denilmiştir. Bu mübârek sûre de o gazveye ait ayetleri içine aldığı için buna “Ahzâb Sûresi” ünvânı verilmiştir. Bu mübârek surenin başlıca konuları şunlardır:

(1): İslâmiyete karşı düşmanlarmın nasıl çalışmış ve sonunda nasıl hüsrâna uğramış oldukları.

(2): Aralarında bir din kardeşliği bulunan müslümanlara hak’ka tevekkül ve kalp temizliği akrabalık haklarına riâyet etmeleri.

(3): Resûl-i Ekrem’in müminlere kendi nefslerinden daha önce olduğu ve mübârek eşlerinin müminler için birer mânevi anne bulundukları ve akrabanın birbiriyle olan güzelce münasebetleri.

(4): Cenab-ı Hak’kın mübârek Peygamberlerinden almış olduğu ahd ve yemin.

(5): Ahzab savaşında müslümanların başlangıçta görmüş oldukları korkunç vaziyet ve daha sonra galibiyete kavuşmaları. Ve bu sırada münafıkların pek haince olan kuruntularını teşhir.

(6): Ahzâb savaşında müminlerin ne büyük bir imân kuvvetine mazhar oldukları ve ne gibi mükâfatlara kavuştukları, kâfirlerin de nasıl bozguna, cezaya uğrayacakları.

(7): Peygamber Efendimizin eşleri olmakşerefine sahip olan muhterem annelerimizin ne gibi vasıflara sahip ve ne gibi yüce derecelere nâil bulundukları ve onların ahlâki üstünlükleri.

(8): Hakkiyle İslâmiyet’le şereflenmiş olan erkek ve kadın zümrelerinin ne kadar büyük mükâfatlara aday oldukları ve Cenab-ı Hak ile mübârek Peygamberinin emirlerine ne derece itaatle mükellef bulundukları.

(9): Peygamber Efendimiz ile azatlısı olan bir sahabi arasındaki bir konuşma ve o zâtın kendisinden alâkasını kesmiş olduğu eşiyle Resûl-i Ekrem’in ne gibi bir hikmete binaen evlendiği ve böyle Allah tarafından takdir ve müsaade buyurulmuş olan bir meşru muameleden dolayı bir sıkıntıya, bir yanlış anlamaya mahal bulunmadığı.

(10): Resûl-i Ekrem’in, Son Peygamber olduğu ve ümmetinden olan erkeklerden hiçbirinin soy bakımından babası olmadığı.

(11): Müslümanların nasıl bir zikr ile, tesbih ve tehlil ile mükellef ve meşgul oldukları ve nasıl bir ilâhi lütufa mazhar bulundukları.

(12) Peygamber Efendimizin ne gibi yüksek vasıflara sahip olarak Peygamber gönderilmiş olduğu ve müslümanlara neleri müjdelediği ve kâfirler ile münafıklardan ne kadar kaçınmakla mükellef bulunduğu.

(13) Karılarını boşamoş müslümanların ne yolda hareket edecekleri ve Resûlullah’ın hangi kadınlar ile evlenmesinin meşru olduğu ve onlardan dilediğini nikahı altında tutup tutmayacağı ve onlardan başkasiyle artık evlenemeyeceği.

(14): Resûl-i Ekrem’in evine müminlerin ne şekilde girecekleri ve kimlerin hanelerine girmekte bir mes’uliyet bulunmadığı.

(15): Resûlullah hakkında Cenab-ı Hak’kın ve meleklerin şefkati ve müminlerin Selat ve Selâm ile mükellef olmaları.

(16): Hz. Peygambere ve müminlere eziyet verenlerin nasıl lânete ve şiddetli azaba uğrayacakları.

(17): Peygamber Efendimizin muhterem eşlerinin ve diğer İslâm amlelerinin nasıl örtünmeye riayet edecekleri ve bu şekilde tanınıp bir eziyete mâruz kalmamaları.

(18): Kalpleri nifaktan, kötülükten boş olmayanların da kötü asılsız işlerinden dolayı nasıl bir cezaya lâyık oldukları ve bu husustaki ilâhî kanunun bütün eski kavimler hakkında cereyan etmiş olduğu.

(19): Kıyametin vaktini Cenab-ı Hak’tan başkasının bilmediği ve o günde kâfirlerin ne kadar ceza çekecekleri ve ne kadar pişmanlıklar gösterecekleri.

(20): Üzerlerine düşen vazifelere riayet ile takva ile vasıflanmış olan müminlerin de ne kadar ilâhî lütuflara ve büyük bir başarı ve kurtuluşa nâil olacakları.

(21): Semâların ve yerin kabul etmeye cesaret edemedikleri emaneti insanların yüklenmiş oldukları; ve bu emânete riayet etmeyenlerin büyük mes’uliyeti ve münafıkların, müşriklerin de ebedî azaba uğrayacakları, ehli imânın ise tövbelerinin kabul edilmesiyle ilâhi merhamete nâil olacaklarını müjdelemek.

1. Ey Peygamber! Allah’tan korkmaya devam et ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphe yok ki, Allah alîm, hakîm bulunuyor.

1. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ Hazretlerinin yüce sıfatlarını bildirerek Resûl-i Ekrem’e sakınmayı, ilâhi vahye tâbi olmayı ve Allah’ın zatına tevekkülü tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey peygamberlik şerefine sahip olan zât!. Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem’ine böyle peygamberlik ünvaniyle hitab buyurması, Hz. Peygamber’in yüksek şânına işareti içermektedir. (Allah’tan korkmaya devam et) üzerine düşenpeygamberlik görevini ifa hususunda sabr ve sebattan ayrılma (ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme) hiçbir korku veya ümide binaen onların arzularına, bir ilâhi müsaade bulunmadıkça asla meyil gösterme, çünkü onlar Allah’ın da, senin de düşmanlarındır. (Şüphe yok ki, Allah alim)dir. O’nun dinî herşeyi hakkiyle kuşatmıştır. O dinsizlerin de bütün amel ve davranışlarını bilmektedir ve Allah Teâlâ (hâkim) dir. Bütün beyanatı hikmet ve menfaat gereğidir. O Yüce Yaratıcı işte bu gibi bütün yüce vasıfları toplamış (bulunuyor) artık O’nun bütün emirlerine, yasaklarına, tam manasıyla uymak, elbette ki, icabetmektedir. Bu gibi emirleri, yasakları, Yüce Peygamberimiz vasıtasiyle bütün ümmetine yöneliktir.

2. Ve sana Rabbinden vahy olunana tâbi ol. Muhakkak ki, Allah ne yapar olduğunuzdan haberdardır.

2. (ve) Ey Yüce Peygamber!. (Sana Rab’binden vahy olunana tâbi ol) O’nun bütün vahy ve ilham buyurduğu şeylere riayet edilmesi, insanlık için pek gereklidir, başarı ve kurtuluş sebebidir. İşte takvaya, ehli küfr ve nifaka uymamaya, ve Allah korkusu ile vasıflanmaya ait ilâhi vahy de bu cümledendir. (Ve muhakkak ki, Allah) Teâlâ ey Yüce Peygamber! Ve ey bütün insanlar! Sizin (ne yapar olduğunuzdan haberdardır.) kâfirlerin, münafıkların da bütün yaptıkları, düşündükleri şeyler Cenab-ı Hak’ca malûmdur. Artık herkes, kendisinin fiil ve amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. Bunu düşünmelidir.

3. Ve Allah’a tevekkülde bulun, vekil olmaya Allah yeter.

3. (Ve) Ey Allah’ın kulu!. Her işinde (Allah’a tevekkülde bulun) kendi tedbirine güvenme, her hususta Cenab-ı Hak’ka güven, muvaffakiyeti O’ndan bekle (vekil olmaya) kullarını koruma ve himâye buyurmaya, bütün işlerde muvaffakiyeti yüce zatından beklemeğe (Allah yeter) başkalarına itimada hacet yok.Her kul, işlerini Cenab-ı Hak’ka bırakarak başarıyı O’ndan beklemelidir.

§ Bu âyetlerin iniş sebebi olmak üzere İbni Abbas Hazretlerinden şöyle riâyet olunuyor: Mekke ahalisinden Velidibnil Mugayre ve Şeybe gibi bazı kâfirler, Hz. Peygamber’e müracaat ederek onların dinlerini yermemesi ve putların onlara şefaat edeceğini söylemesi şartiyle kendisine mallarının bir kısmını vereceklerini söylemişler, Medine-i Münevvere’deki münafıklar ile Yahudiler de Resûl-i Ekrem’in iddiasından vazgeçmediği takdirde öldürüleceğini söyleyerek o mübârek Peygamberi korkutmak istemişlerdi. İşte bunun üzerine bu mübârek âyetler inmiş, Resûl-i Ekrem’e teminat vermiştir.

4. Allah bir kişi için içerisinde iki kalp yaratmamıştır. Ve kendilerinden zıharda bulunduğunuz eşlerinizi sizin anneleriniz kılmamıştır ve evlâtlıklarınızı da sizin oğullarınız kılmış değildir. O sizin ağızlarınızdaki bir lâkırdınızdır. Ve Allah hakkı söyler ve O, doğru yola irşâd buyurur.

4. Bu mübârek âyetler, bir kişinin içindeki boşlukta iki yürek bulunmadığını, bir kadının da bir erkeğin hem eşi, hem de anası olamayacağını bildiriyor, zıhar denilen muameleden kaçınılmasına işaret buyurmuşlar. Ve herhangi bir şahsın da babası biliniyor ise ona nisbet edilmesini, bilinmiyorsa müslüman olduğu takdirde dinen kardeş ve dost olacağını ve kasıtlı olmayan bir hatanın af edilmiş bulunduğunu ve Cenab-ı Hak’kın yüce vasıflarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah bir kişi için içerisinde iki kalp yaratmamıştır) Herkesin içerisinde hikmet gereği bir kalp yaradılmıştır. Kalp, ruhun asıl madenidir, bütün kuvvetlerin bir kaynağıdır, Allah Teâlâ’nın izniyle bedenin bir idarecisidir. İki kalp olsa idi hayatında intizam kalmaz, aynı anda farklı tedbirler, hadiseler yüz gösterirdi. Vaktiyle Arap’lar sanıyorlarmış ki, her zekikimsenin iki kalbi vardır. Hatta Ma’meri Fihrî için hafızasındaki kuvvetinden dolayı “iki kalbi vardır” derler imiş. Ma’mer de dermiş ki: Benim iki kalbim vardır. Birisiyle hafızama aldıklarım, Muhammed -Aleyhisselâm-ın hafızasına aldıklarından ziyadedir. İşte bu ayeti kerime, öyle bir iddiada bulunânları yalanlamış bulunuyor. Tefsiri Merağ-ı. (Ve) Ey Müslümanlar!. Allah Teâlâ (kendilerinden zıhırda bulunduğunuz eşlerinizi, sizin analarınız kılmamıştır) binaenaleyh bir kişi eşine hitaben: Sen benim üzerime anamın arkası gibisin” demekle o kadın o kişinin anası olmuş olmaz. Böyle bir tâbir, cahiliyet zamanında boşamak sayılıyordu. İslâm hükümlerine göre ise böyle bir zıharda bulunan kimse, şer’an belirlenmiş kefareti yerine getirmedikçe o eşiyle cinsel ilişkide, şehvetle temasta bulunamaz. Bu zıhar meselesi için “Mücadele Sûresi”nin izahına müracaat!. (Ve) Nitekim Allah Teâlâ (sizin evlâtlıklarınızı da) babalarından başkasına evlât olarak isnât edilenleri de, köleleri de (sizin oğullarınız kılmış değildir) onlar, asıl babaları kimler ise o kimselerin evlâdıdır. Cahiliyet zamanında ve İslâmın başlangıcında bir kimse başkasının oğlunu evlâtlık edinince, yani: Kendisine oğul edinince onun hakkında soy bakımından oğul hükmü geçerli olurdu. Nitekim Resûl-i Ekrem de peygamberlik gelmeden önce Zeyd ibni Harise’yi, Hz. Ömer de Âmir İbni Rebia’yı ve Ebu Huzeyfe ve Sâlim’i oğul edinmişlerdi. Bu âyeti kerime, bu muameleyi ibtâl etmiştir. (O) öyle zıhârda bulunmak ve başkasının evlâdını kendilerine evlâd edinmek (sizin ağızlarınızdaki bir lâkırdınızdır.) Hakikate uygun olmayan soyut bir iddiadan ibârettir. Bir kişinin içinde iki kalp olmadığı gibi bir kimse de iki kimsenin oğlu olamaz ve bir kadın da kocasının hem eşi, hem de annesi bulunamaz. Böyle boş lakırdılardan sakınmalıdır. (Ve Allah hakkı söyler) Gerçeğe uygun, hakikaten sâbit olan şeyi beyânbuyurur. (ve o) Hikmet Sahibi Yaratıcı, kullarını (doğru yola irşâd buyurur) bütün insanlığa selâmet yolunu göstermekte bulunmuştur. Artık insanlar, kendi yanlış sözlerini bırakmalıdırlar, Cenab-ı Hak’kın beyanlarına riayetten ayrılmamalıdırlar.

5. Onları babaları adına çağırınız. O, Allah katında adalete daha yakındır. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir ve dostlarınızdır. Ve sizin için kendisinde hatâ ettiğiniz şeyden dolayı bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kastettiği şeyden dolayı günah vardır ve Allah Teâlâ çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.

5. Artık ey insanlar!. (Onları babaları adına çağırınız.) Kendinize oğulluk edindiğiniz kimseleri kendinize oğul olarak nisbet etmeyiniz, asıl babaları kimler ise onlara nisbet ediniz. Mesela: Harise’nin oğlu Zeyid “deyiniz” Hz. Muhammed’in oğlu “Zeyid” demeyiniz. (O) Asıl babalarına nisbet etmek (Allah katında adalete daha yakındır) Gerçek şu ki evlât edinmek bir şefkat ve bir ihsan eseri ise de gerçeğe aykırı olduğu için adalete uygun değildir ve bazı sakıncalardan uzak da olmayabilir. (Eğer onların babalarını bilmiyorsanuz artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir ve dostlarınızdır.) onlara ey din kardeşlerimiz ey dinen dostlarımız!. Diye hitâb ediniz. (Ve sizin kendisinde hatâ ettiğiniz şeyden dolayı bir günâh yoktur) kasıtlı olmaksızın bir yanlışlık veya bir dil sürçmesi neticesi olarak yaptığınız ve söylediğiniz şeylerden dolayı günahkâr olmuş olmazsınız. Meselâ bir şahıs yanlışlıkla babasının gayrısına nisbet etmekten dolayı bir günah olmaz. (Fakat kalplerinizin kastettiği şeyden) dolayı günâh vardır. Böyle bir şey yasaklanmış olduğu halde bunu bilerek işleyen veya bunu işlemeye kalben karar veren Allah katında mes’ul olur. (ve Allah Teâlâ çok yarlıgayıcı) dır. Binaenaleyh, tövbe ve istiğfareden kullarını affettiği gibi hataen işlenilen kusurlardan dolayı da işleyenlerini sorumlu tutmaz ve o Kerem Sahibi Mabûd (çok esirgeyicidir) onun rahmeti cihanşümuldür. Onun içindir ki, insanlığa bu gibi ilâhi hükümlerini beyan buyuruyor ki, bu hikmet dolu hükümlere uyarak selâmete, saadete nâil olsunlar.

6. Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha önce gelir. Ve onun eşleri de müminlerin anneleridir. Akraba olanlar da Allah’ın kitabında birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesnâ. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.

6. Bu mübârek âyetler, Yüce Peygamberimizin ümmetleri hakkında kendilerinden daha tercihe şayan olduğunu, mübârek eşlerinin de müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor. Müminlerin arasında verasetin nasıl işleyeceğine ve vâsiyetin câiz olduğuna işaret buyuruyor. Diğer azim sahibi Peygamberlerden dinî hükümleri ümmetlerine tebliğ hususunda kuvvetli söz alınmış olduğu gibi Son Peygamber Hazretlerinden de öyle bir söz alınmış bulunduğunu ve bu söze ne derece riayet edilmiş olduğuna dair ne gibi bir sebeb ve hikmete binaen soru sorulacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Peygamber) insanlığı ilâhi dinden, kulluk vazifelerinden haberdar ederek saadet yoluna sevketmeğe Allah tarafından görevlendirilmiş olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm (müminlere kendi nefslerinden daha önce gelir.) daha tercihe şayandır. Çünki müminlerin hakiki bir hayata, ebedî bir saadete nâil olmaları ancak o Yüce Peygamber sayesinde mümkün olacaktır. Binaenaleyh dinî ve dünyevî her hususta o Yüce Peygamberi rehber edinmelidir, onun yolunda fedakârlığı, kendi nefisleri uğrundaki fedakârlığa takdim ve tercihte bulunmalıdırlar. İnsanların kendi nefsleri, çok kere kendilerinibir takım kötü arzu ve isteklere mübtela ederek mânevi hayattan mahrum olmalarına sebebiyet verir. O Resûl-i Ekrem ise bütün insanları yüce tebliğleri ve uyaniları ile aydınlatmaya çalışarak onları mutlu bir hayata nâil kılmak ister. Artık öyle mübârek, şefkatli bir Yüce Peygamber, her insan için onun nefsinden binlerce kat daha kıymetli, daha faideli değil midir?. Artık bir cânânı hakiki olan o muhterem Peygamber uğrunda bu fani hayatı feda ederek o sayede ebedî, mutlu bir hayata kavuşmayı hangi bir akıllı kimse, temenni etmez?.

“Canlar fedâ muhabbet cânâna ser değil”

“Terki ser etmek ehli dîle bir hüner değil”

§ Rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz, Tebük seferine azmederken sefere çıkmaları için insanlara emretmiş, bir takım kimseler ise “babalarımızdan, analarımızdan izin isteyelim” diye o yüksek emre derhal uymamışlardı. Bunun üzerine bu ayeti kerime nazil olmuştur. İşaret buyurulmuş oluyor ki: Din hususunda Resûl-i Ekrem Hazretleri, bütün ümmetine göre bir mânevî babadır ki, umumun ebedî hayatı onun sâyesinde sağlanmış olacaktır. Ve onun sayesindedir ki, müminler birbirinin dinen kardeşi bulunmaktadırlar. Ebussuud Tefsiri (Ve onun) O mübârek Peygamberin muhterem (eşleri de müminlerin) mânen (anneleridir) şayan ve hümet hususunda ve kendileriyle evlenmenin haram olması ve ihtiram hususunda en yüksek anneler hükmündedirler. Fakat veraset gibi, kendilerine bakmak gibi hususlarda sâir namahrem kadınlar hükmünde bulunmuşlardır. (Akrabalar da) Aralarında soy bakımından yakınlık bulunan kimseler de (Allah’ın kitabında) levh-i mahfuzda tesbit edildiğine veya Kur’an-ı Kerim’in bu ayetine göre (birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden) mirasa kavuşma hususunda (daha yakındır) bunlar duruyorken onların mirasını başkaları alamazlar. (Ancakdostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesnâ) yani: Onlara hayatınızda bir vasiyet yapmış olursanız o, usulü dairesinde câiz bulunmuş olur. (bu) anlatılanlar, Resûl-i Ekrem’in üstünlüğü, tercihe daha lâyık oluşu ve verasetin kimlere ait olacağı (kitapta) levh-i mahfuzda ve Kur’an-ı Kerim’de (yazılmış bulunmaktadır.) Artık buna riayet icabeder.

§ Deniliyor ki: İslâm’ın başlangıcında hicretle ve dinen dostluk ve kardeşlik ile veraset geçerli bulunmakta idi. Mesela: Bir muhacir, bir ensariye ve bir mümin kendisine kardeş edindiği bir mümine varis olabilirdi. Bu âyet ise bu veraset mes’elesini kaldırmış, verasetin mümin akraba arasında geçerli olacağını bildirmiştir.

7. Ve hatırla ki, biz Peygamberlerden misâklarını almıştık ve senden ve Nuh’tan ve İbrahim’den ve Musa ile Meryem’in oğlu İsa’dan da misak almıştık ve onlardan pek mühim bir misak ahd, and almış olduk.

7. (Ve) Ey Resûl-i Ekrem!. (Hatırla ki, biz Peygamberlerden misâklarını almıştık) risâletlerini tebliğ, ümmetlerini ilâhi dine davet ilâhi hükümleri onlara telkin edeceklerine dair sağlam ahd ve yeminde bulunmuşlardı. Özellikle ey Son Peygamber!. (Senden ve) Resûllerin ilki olan (Nuh’tan ve) peygamberlerin babası bulunan (İbrahim’den ve) İsrailoğulları Peygamberlerinden ilk kitap sahibi olan (Musa ile) İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin sonu olan (Meryem oğlu İsa’dan da) ahd ve yemin almıştık. Hepsi de üstlendikleri vazifeleri ifâ edeceklerıne dair söz vermişlerdi. (ve onlardan) O mübârek Peygamberlerden (pek mühim bir misâk) bir ahd ve yemin (almış olduk) onların hepsi de yüce şân veya yemin ile pekiştirilmiş bir ahitte, sözleşmede bulunmuşlardı.

8. Tâki, o sadıklara sadakatlarından sual etsin ve kâfirler için de pek acıklı bir azap hazırlamıştır.

8. Bu ahd ve yemin alınmasındaki sebep ve hikmete gelince onu da Hak Teâlâ Hazretleri şöylece beyan buyuruyor: (Tâki o sadıklara) O seçkin Peygamberlere ahirette (sadakatlarından sual etsin) üstlenmiş oldukları vazifeleri nasıl ifâ etmiş olduklarını kendilerinden Cenab-ı Hak sorarak meydana çıkarmış olsun, kendilerini ve kendilerine tâbi olanları mükâfatlara yüksek makamlara nâil buyursun. (ve) Hesaba tâbi olacak olan (kâfirler için de pek acıklı bir azap hazırlamıştır) O Peygamberlere muhalefet edip de inkârcı bir halde ölmüş olanlar da o ebedilik âleminde lâyık oldukları şiddetle cezalara mâruz kalacaklardır.

9. Ey imân edenler! Allah’ın üzerinize olan nimetini hatırlayınız. O vakit ki, size düşmanlarınız tarafından ordular gelmişti. Biz de onların üzerlerine hemen bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah ne yapar olduğunuzu görüyordu.

9. Bu mübârek âyetler, Hendek savaşı esnasındaki dehşet verici vaziyeti gösteriyor. Düşmanların mühim kuvvetlerine karşı korkunç bir durumda kalan müslümanların imdadına ne gibi ilâhi kuvvetlerin yetişmiş olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey Resûl-i Ekrem’e tâbi olan İslâm mücahitleri!. (Allah’ın üzerinize olan nimetini hatırlayınız) onun şükrünü ifâya çalışınız (o vakit ki, size) düşmanlarınız tarafından (ordular gelmişti) Ahzâb denilen Kureyş, Gatfan kabilelerinden ve Kureyze ve Nadîr Yahudi’lerinden meydana gelen on iki bin kadar düşman erleri Medine-i Münevvere civarına yaklaşmışlardı. Bundan haberdar olan Peygamber Efendimiz, Selmani Farisî’nin işareti üzerine Medine-i Münevvere’nin önünde büyük bir hendek kazdırmıştı ve üçbin kadar İslâm mücahidi ile hendek muhafaza altına alınmıştı, düşman da hendek kenarına gelmişti. Bu sırada idi ki, büyük bir rüzgâreserek düşman kuvvetlerini tarumar etti. İşte Cenab-ı Hak, bunu şöylece bildiriyor: (biz de onların üzerlerine) O düşman kuvvetlerine karşı (hemen bir rüzgâr) gönderdik ki, Seba rüzgarından ibaret bulunuyordu. (ve) Ey İslâm erleri!. (sizin görmediğiniz ordular göndermiştik) ki, bunlarda ikibin melekten oluşuyordu. Bu vasıtalar ile o düşman orduları parçalanmış, mağlûbiyete uğratılmış, Medine-i Münevvere kuşatmadan kurtarılmış oldu. (ve Allah) O Yüce Yaratıcı, ey müminler!. (Ne yapar olduğunuzu görüyordu) Nasıl düşmandan korkarak hendek kazdığınızı, nasıl bir savaş vaziyeti aldığınızı ve Allah’ın yardımına sığındığınızı, görüp biliyordu. Onun içindir ki, düşmanlarınızı yenilgiye uğratarak sizi zafere kavuşturdu.

10. O vakit ki, size hem üstünüzden gelmişlerdi hem de aşağı tarafınızdan ve o vakit ki, gözler kaymış ve yürekler gırtlaklara kavuşmuş ve Allah’a türlü türlü zanlar ile zanda bulunuyordunuz.

10. (O vakit ki,) öyle bir zamanda sizi zafere nâil buyurdu ki, (size hem üstünüzden) vâdinin doğu tarafındaki yüksek cihetinden düşmanlarınız (gelmişlerdi) Gatfan oğulları ve onlara tâbi olan ehli Necd ve Kureyze ve Nadir Yahudileri o taraftan hücum göstemekte bulunmuşlardı. (hem de aşağı tarafınızdan) vadinin batı tarafındaki aşağı cihetinden Kureyş taifesi ve Kinâne oğulları ve ehli Tiâme kavimleri toplanıp gelmişlerdi. (O vakit ki, gözler kaymış) Hayret içinde kalarak vaziyetini kaybetmiş (ve yürekler gırtlaklara kavuşmuştu) yani: Pek şiddetli bir korku ve ıstırap içinde kalmıştı. (ve Allah’a türlü türlü zanlar ile zanda bulunuyordunuz) samimi müminler, Cenab-ı Hak’kın vadini yerine getirerek kendilerini zafere nâil buyuracağına veya kendilerini bir hikmet gereği imtihana tâbi tuttuğuna kani oluyorlardı. Kalpleri zayıf olanlar ve münafıklarda ileride beyânolunacağı üzere dedikoduda, kötü zânda bulunuyorlardı.

11. İşte orada müminler imtihana tutulmuşlardı ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

11. (İşte orada) O Hendek vak’ası vaktinde (müminler imtihana tutulmuşlardı) samimi olan müminler ile münafıklar anlaşılmış, metin, sabit olan zâtlar ile korkak, sarsılan şahıslar ortaya çıkmışlardı. (Ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.) Vaziyetlerinin dehşetinden dolayı kalpleri titremekte bulunmuştu.

12. Ve o vakit münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar diyordu ki, Allah ve Resûlu bize bir aldatıştan başka vaad etmiş olmadı.

12. Bu mübârek âyetler de Hendek savaşında münafıkların ve inancı zayıf olanların kötü kuruntularını ve göstermiş oldukları aldatmaları bildiriyor. Öyle kimselerin düşmanlara karşı ne kadar itaatte bulunacaklarına işaret ve onların yapmış oldukları ahde riayet etmemekten dolayı sorumlu olacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve o vakit) O halkın heyecanlar içinde kaldığı Hendek savaşı zamanında (münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık) inanç zayıflığı (bulunanlar diyordu ki: Allah ve Resûlü) İslâmiyet’in yücelmesine ve zaferlere nâil olmasına dâir (bize bir aldatıştan başka birşey vâd etmiş olmadı) halbuki, biz şimdi böyle tehlikeli bir düşman hücumu karşısında bulunuyoruz. Binaenaleyh o yoldaki vâdlar, asılsız şeylerden başka değil, bizi babalarımızın dininden ayırmak, yurdumuza hâkim olmak için yapılmış boş vâdler. Böyle söyleyen münafıklardan maksat, Abdullah ibni Übeyy ve arkadaşları gibi kimseler idi. Bunlar diyorlardı ki: Muhammed -Aleyhisselâm- bize fütuhata nâil olmaktan bahsediyor, halbuki, şimdi korkusundan hendek kazdırıyor, düşmana karşı çıkmaktankorkmakta bulunuyor.

§ Rivayet olunuyor ki: Düşman kuvvetlerinin Medine-i Münevvere’ye hücum edememeleri için hendek kazılırken pek büyük bir kaya çıkmıştı, bunu kolaylıkla kıramıyorlardı. Peygamber Efendimiz, mübârek eline bir külünk aldı, Bismillâh diyerek o kayaya bir külünk vurdu, kayanın üçte biri koptu. Ve kayadan bir kıvılcım çıktı, Şam tarafına sıçradı. “Allahuekber!. Bana Şam’ın anahtarları verildi, Vallahi ben şimdi Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum” diye buyurdu. Sonra külüngü bir daha vurdu, kayanın bir parçası daha koptu. İran tarafına bir kıvılcım sıçradı, bu defa da: “Allahuekber!. Bana Fars ikliminin anahtarları verildi, şu anda Medâini Kisranın beyaz köşklerini görüyorum” dedi. Daha sonra bir daha Bismillâh diyerek vurdu, o kaya tamamen yerinden koparılmış oldu ve çıkan bir kıvılcım Yemen tarafına sıçradı ve “Allahuekber!. Bana Yemen’in anahtarları verildi, ben şimdi San’anın kapılarını görüyorum” diye buyurdu. “Ve bunlar müslümanlara nasib olacaktır, bunları bana Cibril-i Emin müjdeledi” diyerek ashabına müjde verdi. Gerçekten de daha sonra bütün bu beldeler İslâm orduları tarafından fethedilmiştir. İşte Resûl-i Ekrem’in bu gibi müjdeleri ile o münafıklar alayda bulunuyorlardı.. O geçidi bir hâdiseden dolayı ye’se düşerek Hz. Peygamber’in müjdelerinin bir aldatıştan ibaret olduğuna inanıyorlardı.

13. Ve o vakit onlardan bir tâife demişti ki: Ey Yesrîb ahalisi! Sizin için bir duracak yer yok. Artık geri dönünüz ve onlardan bir zümre de Peygamberden izin isteyerek diyorlardı ki: Muhakkak evlerimiz açıktır. Halbuki, onlar açık değildi. Onlar kaçmaktan başka birşey dilemiş olmuyorlardı.

13. (O vakit) O Hendek olayı zamanında (onlardan) o münafıklardan Evs ibni Kıptî ve arkadaşları gibi bir tâife de demişti ki: “Ey Yesrîb ahalisi” Ey Medine ile civarında durankimseler!. (Sizin için bir duracak yer yok) Bu ordugâhta durmanız muvafık değil, vaziyetiniz korkunç (artık geri dönünüz) kaçıp kendi evlerinize dönünüz, böyle bir savaşa iştirâk etmeyiniz. Yahut islam dininin bırakip eski dininize dönünüz (ve onlardan) o samimi İslâmiyet’ten mahrum kimselerden Harîs oğullan ve Selem oğulları gibi (bir zümre de Peygamberden izin isteyerek diyorlardı ki: Muhakkak evlerimiz açıktır) müstahkem bir halde bulunmuyor, düşmanların saldırısına mâruz bulunmaktadır, bize izin ver de hânelerimize dönelim. (Halbuki, onlar açık değildi) Onların evleri bozuk, korunmasız bir hâlde bulunmuyordu (onlar firar etmekten başka birşey dilemiş olmuyorlardı) öyle bir bahane ile savaş alarından ayrılıp kaçmak istiyorlardı.

14. Eğer onların üzerlerine her taraflarından girilse, sonra da kendilerinden fitne istenilecek olsa idi elbette onu meydana getirirlerdi ve bu hususta ancak pek az dururlardı.

14. (Eğer onların üzerlerine her taraflarından) Bir galibiyet neticesi alarak (girilse) onların evleri düşmanlan tarafından ele geçirilse (sonra da kendilerinden fitne istenilecek olsa idi) dinden dönmeleri, müslümanlara karşı savaşta bulunmaları kendilerine teklif olunsa idi (elbette onu) o kendilerinden istenilen bu fenâ hususu meydana (getirirlerdi) o istenilen şeyi kabulden çekinmezlerdi. (Ancak pek az tevakkuf ederlerdi.) O fitneci hareketten fazlaca geri durmazlardı.

15. Halbuki, onlar geriye dönmeyeceklerine dâir evvelce Allah’a kesin olarak taahhütde bulunmuşlardı. Allah için yapılan bir taahhüt ise sorulmuş olacaktır.

15. (Halbuki onlar) öyle fitnelere kapılanlar (geriye dönmeyeceklerine dâir) İslâm ordusundan ayrılıp bozulmuşca bir vaziyet almayacaklarına ait (evvelce) Hendekgazvesinden önce (Allah’a kesin olarak teahhütte bulunmuşlardı) kâfirlere karşı savaşta bulunmaktan firar etmiyeceklerine dair söz vermişlerdi. Kısaca Harîse oğulları, Uhud savaşında böyle bir ahidde bulunmuştu. (Allah için yapılan bir taahhüt ise sorulmuş olacaktır.) O taahhüde riayet edilip edilmemesi ahiret gününde bir hesaba tâbi olacak, riâyet edilmemiş olması, büyük bir mes’uliyet icabedecektir. Artık böyle bir âkibeti düşünmek lâzım gelmez mi?.

16. De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten firar ederseniz, o firar size asla fâide vermez. Ve o vakit pek azdan başka istifâde ettirilmezsiniz.

16. Bu mübârek âyetler de ölümden veya öldürülmesinden korkarak savaşa katılmak istemeyen kimselere o korkularının bir fâide vermiyeceğini ihtar ediyor. Takdir edilmiş olan bir hayra veya bir fenalığa kimsenin engel olamayacağını bildiriyor. Müslümanları cihada iştirakten alıkoymaya çalışan münafıkların Allah katında bilindiklerini tehdit maksadıyla haber veriyor. Müslümanlara karşı cimrilikte ve fena lakırdılarda bulunan münafıkların kötü hallerini tasvir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. O seninle beraber cihâda katılmaktan kaçınan kimselere (de ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten firar ederseniz, o firar size asla fâide vermez.) çünkü takdir edilen ne ise o mutlaka meydana gelir ve bir kimsenin hayat müddeti artıp eksilmez, savaşa iştirak etsin, etmesin vakti gelmiş olunca mutlaka hayattan mahrum kalacaktır. (ve o vakit) O cihattan firar ettiğiniz zaman (pek azdan başka) yani haddizatında pek az olan ecel müddetinizden başka dünyada (istifâde ettirilmezsiniz) artık böyle çabucak yok olan ömrü korumak ümidiyle ebedî hayata ait menfaatleri temine sebep bulunan cihattan kaçınmak nasıl münasip olabilir?.

17. De ki: Sizin için bir fenalık dilerse veyasizin için bir rahmet dilerse sizi Allah’tan saklayacak olan kimdir? Ve onlar kendileri için Allah’tan başka bir veli ve bir yardımcı bulamazlar.

17. (De ki:) Ey gâfiller!. (Sizin için bir fenâlık dilerse) Sizin helakınızı, yenilginizi takdir buyurmuş olursa (veya sizin için bir rahmet dilerse) sizi bir hayra, bir faideye kavuşturmak için irade buyurursa sizi (Allah’tan saklayacak) engel alabilecek (olan kimdir?.) Elbette ki, ona kâdir, selahiyetli kimse yoktur. (Ve onlar) öyle hayatlarını düşünüp cihattan kaçınan kimseler (kendileri için Allah’tan başka bir veli) kendilerine fâide verecek bir zât (ve bir yardımcı) kendilerine yönelen bir beladan kendilerini kurtarabilecek bir yardımcı (bulamazlar) o halde ne için Hak Teâlâ’ya teslim olmakta, işleri O’na bırakmayıp da başkalarının aldatmalarına kıymet veriyorlar?.

18. Muhakkak ki, Allah içinizden sizi geri bırakanları ve kardeşlerine: Bize gelin, diyenleri bilir. Halbuki onlar savaşa gelmezler, bir azı müstesnâ!

18. Ey cihattan kaçınanlan!. (Muhakkak ki, Allah içinizden) Sizden bulunan kimselerden olup da sizi cihattan (geri bırakanlar) sizi Resûl-i Ekrem’in beraberinde bulunarak cihada iştirâkten alıkoymak isteyen münafıkları (ve kardeşlerine) Medine’deki münafıklara (bize gelin) harpten kaçınarak bizim yanımıza gelip sokulun (diyenleri bilir) onların ne zaman münafık kimseler oldukları Allah katında bilinmektedir. (Halbuki onlar) zaten (savaşa) harp sahasına (gelmezler) kaçar dururlar (bir azı müstesnâ) onlar da mahza bir gösteriş için gelmiş olurlar, yine harbe iştirak etmezler, fırsat bulunca kaçıverirler.

19. Size karşı pek cimridirler. Sonra korku gelince onları görecek olursun ki, sana bakıveriyorlar, ölümden üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi gözleri döner bir hâlde bulunur. Vaktaki, korku gitmiş olur, hayrakarşı cimriler olarak keskin keskin dilleriyle size şiddetli sözler söylerler. İşte onlar imân etmediler. Artık Allah da onların amellerini mahvetmiştir ve bu, Allah’a göre kolay olmuştur.

19. Ey müslümanlar!. O münafıklar (size karşı, pek cimridirler) size yardımdan kaçınırlar, Allah yolunda mallarını sarfetmezler (sonra korku gelince) savaş yüz gösterip ön belirtileri görülmeğe başlayınca (onları görecek olursun ki, sana bakıveriyorlar) sanki (ölümden) ölüm emârelerinin yüz göstermiş olmasıdan dolayı korkarak (üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi gözleri döner bir halde bulunur) öyle müthiş bir korku, bir vaziyet içinde kalmış olurlar. (Vaktaki korku gitmiş olur) İslâm ordusu, harbi kazanmış, ganimet malları elde edilmiş bulunur. O zaman da (hayra karşı) ganimet mallarından dolayı (cimriler olarak keskin keskin dilleriyle size şiddetli sözler söylerler) bu malları bizim sâyemizde kazandınız, biz yardıma koşmasa idik bu zafer elde edilemezdi diye gurnurluca lakırdılara cür’et gösterirler. (İşte onlar) öyle münafık, kötü dilli kimseler (imân etmediler) ağızlarıyla mümin olduklarını söyleseler de kalben îman etmiş değildirler. (Artık Allah da onların amellerini mahvetmiştir.) Mükafatsız bırakmıştır. Öyle münafıkça bir şekilde harbe iştirâk etmeleri, bir iyi niyetle, bir sağlam inanca dayanmış olmadığı için bir sevaba vesile olmuş değildir. (Ve bu) Onların amellerini mahvetmek, faidesiz bırakmak (Allah’a göre kolay olmuştur) çünki herhangi birşeyi yok etmek veya sabit bırakmak için yalnız bir ilâhi irade teallûku kâfi bulunmaktadır. Allah hakkında bir güçlük düşünülemez.

20. Sanırlar ki, düşman orduları gitmemiştir. Ve eğer o ordular gelecek olsa arzu ederlerdi ki: Çölde bedevîler içinde bulunup size âit haberleri soruversinler. Ve eğer sizin aranızda bulunacak olsalar, pek azdan başka savaştabulunmazlar.

20. Bu mübârek âyetler de münafıkların ne kadar korkak ve İslâm ordusundan ayrılmayı ne kadar istediklerini bildiriyor. Resûl-i Ekrem’in ise Allah’ın huzurunu temenni ve ahiret günün tefekkür eden ve Allah’ı zikir ile meşgul olan zâtlar için pek mükemmel bir uyulacak örnek olduğunu gösteriyor. Ve hakiki müminlerin düşman ordularını görünce kendileri için Cenab-ı Hak’kın ve Yüce Peygamberin vâd buyurmuş oldukları muvaffakiyete, zafere nâil olacaklarına kani bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: O korkak münafıklar (Sanırlar ki) Hendek savaşındaki Kureyş, Gatfan, Yahudi taifelerinden oluşan düşman (orduları gitmemiştir) hâlâ Hendek savaşına devam edip durmaktadırlar. Artık onlardan korkarak o münafıklar Medine’ye firar etmekte bulunmuşlardı. Halbuki, o düşman orduları bozguna uğramış, artık korkuya mahal kalmamıştı. (ve eğer o) bozguna uğramış düşman (orduları) faraza tekrar (gelecek olsa) o münafıklar (arzu ederlerdi ki: Çöl bedeviler içinde bulunup) da kendileri savaşa katılmaktan kurtulmuş olsunlar ve (size ait haberleri soruversinler.) İslâm ordusunun vaziyetine dâir haber alsınlar. Allah etmesin! Müslümanların mağlûbiyetini haber alarak seviniversinler. (ve eğer) O münafıklar ey müslüman erleri, harp sahasında (sizin aranızda bulunacak olsalar) yurtlarına kaçıp gitmemiş bulunsalar (pek azdan başka savaşta bulunmazlar) ancak gösteriş için, kınanmamaları için şöyle, böyle savaşa katılmış olurlar, harp meydanından ayrılmak için boş bahaneler ile izin almak isterler.

21. Andolsun ki, sizin için Rasûlullah’da bir güzel örnek vardır, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokca zikireden zât için.

21. Ey bütün insanlar!. (Andolsun ki) sırf hakikattır ki, (sizin için Resûlullah’tan bir güzelörnek vardır) o mübârek Peygamberin hayat tarzı gözönüne alınmalıdır. O hak yolunda ne kadar fedakardır. İlahi dine ne kadar hizmetçidir, harp sahalarında düşmana karşı ne kadar yiğitlik ve kahramanlık göstermektedir. Evet.. O Yüce Resûl!. (Allah’ı ve ahiret gününü uman) Cenab-ı Hak’kın sevabını, mânevi huzuruna kavuşmayı ümid eden ve ahiret gününü düşünen (ve Allah’ı çokca zikreden zât için) pek mükemmel bir önderdir. Herkes o Yüce Peygamber’e uymalıdır, onun yolunu tâkibetmelidir, onun yüksek ahlâkiyle vasıflanmaya çalışmalıdır.

§ Usve; Kıdve: Reislik, beraberlik, önder olmak demektir.

22. Vaktaki, müminler, orduları gördüler, dediler ki: Bu, bize Allah’ın ve onun Resulunun vaadettiğidir ve Allah ve Resûlu doğru buyurmuştur. Ve onlar için başka değil, imânı ve teslimiyeti arttırmış oldu.

22. Hakiki imân sahiplerine gelince (Vakta ki, müminler) imânları kâmil olan eshab-ı kiram (orduları gördüler) düşmanlarının toplanıp Medine-i Münevvere’ye doğru harekette bulunduklarını müşahede ettiler (dediler ki: Bu, bize Allah’ın ve O’nun Resûlünun vâd ettiğidir) Allah Teâlâ ve onun muhterem Peygamberi buyurmuştur ki: Hak yolunda bir takım eski milletler gibi zahmetlere katlanmalısınız ki, cennete girebilesiniz, ve dikkatli olunuz ki, Allah’ın zaferi yakındır ve size karşı toplamp cephe alacak düşman ordularına siz galip olacaksınızdır, sonunda galibiyet size âittir. (Ve Allah ve Resûlü doğru buyurmuştur) Elbette ki, o müminlere vâ’dedilmiş olan galibiyet tecelli edecektir. Nitekim etmiştir. Mekke-i Mükerreme fethedimiş, nice düşman ülkesi müslümanların eline geçmiştir. (ve onlar için) O samimi müminlere o gördükleri müthiş düşman kuvvetleri (başka değil) ancak Allah Teâlâ’ya (imânı) ve Yüce mâbud’un emirlerine(teslimiyeti arttırmış oldu) ilâhi takdire razı oldular, ilâhi vâdin gerçekleşeceğine kani bulundular, savaş meydanına atılmaktan asla çekinmediler, dinî sağlamlıklarını bu şekilde de göstermiş oldular.

23. Müminlerden bir kısım erler vardır ki, Allah’a karşı üzerine muahedede bulundukları şeyde sâdık oldular. Artık onlardan öylesi vardır ki, adağını ödedi ve onlardan öylesi de vardır ki, gözetiyor. Hiçbir şekilde değiştirmemişlerdir.

23. Bu mübârek âyetler de münafıkların aksine olarak müminlerin güzel vasıflarını ve yapmış oldukları ahtlara riayetkâr bulunduklarını ve bu sâdıkâne hareketlerinin mükâfatina ereceklerini bildiriyor. Tövbe etmeyen münafıkların da azaba uğrayacaklarını ve kâfirlerin bir hayra nâil olmayarak savaştan heyecanlı bir hâlde geri bırakıldıklarını, ehli imânın ise savaşlarında Allah’ın kudreti ile muvaffak olduklarını haber veriyor. İslâm düşmanlarına yardım eden ehli kitabın da mağlup olarak kal’alarının ellerinden çıkarılmış, bir kısmının öldürülmüş ve bir kısmının da esir düşmüş olduğunu ihtar ediyor. Müslümanların da o gibi kâfirlerin yurtlarına, varlıklarına sahip ve gelecekte nice yerlere de hâkim olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Yukarıdaki âyetlerde zikredilen ve edilmeyen samimi (müminlerden bir kısım erler vardır ki) onlar (Allah’a karşı üzerine muahedede bulundukları şeyde sâdık oldular) Resûl-i Ekrem’e verdikleri sözde durdular, din düşmanları ile savaşta bulundular. (Artık onlardan öylesi vardır ki, adağını) teahhüt ettiği muameleyi (ödedi) ona hakkiyle riâyette bulundu, hak yolunda cihada atıldı, şehitlik şerefine nâil oldu. Hz. Hamza, Enes İbni Mâlik, Musab İbni Ümeyr gibi sehâbe-i kiram bu cümledendir. (Ve onlardan öylesi de vardır ki, gözetiyor) Adağını, sözünü yerine getirmek için takdir edilen günü beklemektedir. Hz.Osman, Hz. Talha gibi zâtlar da bu cümledendir. Bunlar da Uhud savaşında ve diğerlerinde Resûl-i Ekrem’e pek çok yardımda bulunmuşlar, büyük kahramanlıklar göstermişler, daha sonra şehit olmuşlardır. Yüce Allah onların hepsinden razı olsun!. Ve bu zâtlar (hiçbir şekilde) sözlerini, hak yolundaki azim ve gayretlerini (değiştirmediler) sözlerinde durarak İslâmiyet uğrunda birçok fedakârlıklar gösterdiler.

24. Tâki, Allah sâdıkları sadakatları sebebiyle mükâfatlandırsın. Münafıkları da dilerse cezalandırsın veya onlara tövbe nasib etsin. Şüphe yok ki, Allah çok yarlıgayıcıdır, çok merhametlidir.

24. İşte söze riayet edilip edilmemesine dair durumlar, öylece meydana gelmiştir. (tâki Allah sadıkları) Sözlerinde duran müminleri bu (sâdakatları sebebiyle mükâfatlandırsın.) Ahirette nice nimetlere nâil buyursun (münafıkları da) kendilerinden meydana gelen haince halleri, sözleri sebebiyle (dilerse muazzep kılsın) onlara tövbe nâsip etmesin. (veya) Dilerse (onlara tövbe nâsip etsin) onları azaptan kurtarsın, haklarında hikmetin gereği ne ise o meydana gelsin (şüphe yok ki, Allah çok yarlıgayıcıdır) tövbe eden kullarını mağfiretine nâil buyurur ve o Yüce Yaratıcı (çok merhametlidir) kullarına tövbe etmelerini emretmesi ve tövbelerini kabul buyurması da o Hikmet Sahibi Yaratıcının pek büyük rahmet ve şefkatinin bir tecellisidir. Biran evvel tövbekâr olarak bu rahmete nâil olmaya çalışmalıyız.

25. Ve Allah, kâfir olan kimseleri öfkeli oldukları halde geri çevirdi, bir hayra kavuşamadılar. Ve Allah, müminlere savaşta muvaffak olmaları için kâfi oldu. Ve Allah Teâlâ pek kuvvetlidir, pek galiptir.

25. (Ve Allah) Teâlâ Hazretleri o Hendek savaşında (kâfir olan kimseleri) öyle toplanıp Medine-i Münevvere üzerine saldırmak isteyen İslâm düşmanlarını (öfkeli oldukları halde)maksatlarına nâil olamayıp bozguna uğramaya mecbur, fevkalâde üzüntülü, heyecana mağlup bir şekilde (geri çevirdi) muhasarayı bırakarak eliboş ve ziyana uğramış bir şekilde dönüp gittiler. Artık o kâfirler (bir hayra kavuşamadılar) ne dinî ve ne de dünyevî bir faide elde edemiyerek zelilce bir vaziyette kalmış oldular. (Ve Allah, müminlere savaşta muvaffak olmaları için kâfi oldu) onları rüzgârlar ile, melekler ile perişan ederek başarıya nâil buyurmadı (ve Allah Teâlâ pek kuvvetlidir.) dilediğini vücude getirmeğe kâdir ve (pek galiptir) herşey üzerinde galibiyet, hâkimiyeti geçerlidir.

26. Ve ehli kitaptan olup da onlara yardımda bulunanları kal’alarından indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Bir tâifeyi öldürüyordunuz, bir tâifeyi de esir alıyordunuz.

26. (Ve) O Hendek savaşında (ehli kitaptan olup da onlara) o Medine-i Münevvere civarına gelen düşman kuvvetlerine (yardımda bulunanları) o müşriklere yardımda bulunmak isteyenleri ki, bunlar Kureyze Yahudi’leriyle onlar ile beraber bulunan Nadir oğulları Yahudilerinden ibaret bulunuyordu. Cenab-ı Hak bunları (kal’alarından indirdi) onları o müstahkem yerlerinden mahrum bıraktı, onları bilahara ehli İslâm’a nasip buyurdu (ve kalplerine korku düşürdü) kendilerini öldürmeğe çocuklarını, kadınlarını esârete mâruz bırakmış oldular. Artık ey İslâm erleri!. Siz o hainlerden (bir tâifeyi öldürüyordunuz) onların erkeklerini öldürüverdiniz ve onlardan (bir tâifeyi de esir alıyordunuz) bunlar da çocuklar ile kadınlardan ibâret bulunuyorlardı.

27. Ve sizi onların yerlerine ve yurtlarına ve mallarına ve daha kendisine ayak basmadığınız bir yere vâris kıldı ve Allah Teâlâ herşey üzerine tamamiyle kadir bulunmaktadır.

27. (Ve) Ey müminler!. Hak Teâlâ (sizi onların) O İslâmiyet düşmanı kimselerin (yerlerine veyurtlarına ve mallarına) varis kıldı. Onların servetlerini, bağlarını ve bahçelerini size nâsip buyurdu (ve daha kendisine ayak basmadığınız bir yere) de sizi (varis kıldı) burası, tefsircilerin çoğuna göre Hayber kal’asıdır veya Fars ve Rum ülkeleridir ve İkrime’den rivâyet olunduğuna göre de kıyamete kadar müslümanlar tarafından fethedilecek olan herhangi bir yerdir. Nitekim daha sonra İslâm orduları bir nice kıt’aları fethe muvaffak olmuşlardır. İşte Kur’an’ın ebedî bir mucize olduğu bu şekilde de gerçekleşmiş bulunmaktadır. (ve Allah Teâlâ herşey üzerine tamamiyle kaadir bulunmaktadır) onun kudreti ezelidir, ebedidir. Her irâde buyurduğu şeyi yüce kudretiyle meydana getirir, dilediği kuvvetleri her türlü zaferlere, nimetlere nâil buyurur. Buna inanmışızdır. Hendek sayaşı: Hicretin beşinci senesi meydana gelmiştir. Şöyle ki: Kureyş taifesi Yahudi’lerin teşvikiyle bir takım kabileleri ittifakları içine alarak onbin kişiden fazla bir kuvvetle Medire-i Münevvere’ye doğru hareket etmek istediler. Bundan haberdar olan Resûl-i Ekrem, Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz, Eshab-ı Kirami ile istişarede bulundu, Selmanı Farisi Hazretlerinin tavsiyesi üzerine Medine-i Münevvere’nin düşmaların gelecekleri tarafına iki hafta içinde bir hendek kazdılar, savunma vaziyeti aldılar. İşte bu esnada Yüce Peygamber Efendimiz ümmetinin birçok yerleri fethe muvaffak olacaklarını eshab-i kiramına müjdelemişti. Aralarında bulunan münafıklar ise: “Muhammed -Aleyhisselâm- birçok fetihlere kavuşmaktan bahsediyor, biz ise hendeğin içinden dışarıya çıkamıyoruz” diye alay ediyorlardı. Düşmanlar Medine-i Münevvere’ye yaklaşınca hendeği görüp şaşırdılar. O zamana kadar Arabistan’da bu usul görülmemişti, hendeği geçip gelmek isteyenler alttan oklar ve taşlar ile men ediliyorlardı. Bu muhasara onbeş gün devametmişti, sonra şiddetli bir fırtına çıkmış, artık düşman orduları perişan bir hâlde kalıp dağılmışlardı. Bu ordu birçok kabilelerden oluşmuştu. Necd bölgesindeki Gatfan, Beni Süleym, Beni Esed ve Eşça’ kabilleri, Beni Nadir ve Beni Kureyze Yahudileri de bu cümledendir. Asıl bunlar, o düşman ordusunu teşvikte bulunmuşlardı. İşte düşman ordusu öyle bir takım tâifelerden müteşekkil olduğu için bu Hendek savaşına “Ahzab Savaşı” denilmiştir. “Beni Nadir” Yahudi milletinden ve Harun Aleyhisselâm’ın neslinden bir kabile idi. Medine-i Münevvere’ye iki mil uzak olan “Zühre” adındaki bir nahiyede otururlardı. Muhkem kalaları vardı. Resûl-i Ekrem’in aleyhinde bulunmamak üzere bir sözleşme yapmışlardı. Daha sonra yine münafıkların teşvikiyle müslümanlara karşı düşmanlığa başlamışlardı. Daha sonra yine münafıkların teşvikiyle müslümanlara karşı düşmanlığa başlamışlardı. Hz. Peygamber’in hicretinin dördüncü senesi, Resûlullah tarafından nâhiyeleri kuşatıldı, eman dileyerek bir kısmı Hayber’e ve bir kısmı da Şam ile Filistin tarafına gittiler. Kal’aları ve bir kısım malları müslümanların ellerine geçmiş oldu, ensar-ı kiram muhacirin güzinin ihtiyaçlarını göz önüne alarak o malların muhacirlere verilmesini istediler, Hz. Ebu Bekr’de ensar-ı kirama karşı teşekkürde bulunmuş ve o vakit ensar-ı kiramın fezâili hakkında âyeti kerimesi nâzil olmuştu. İşte bu Nadir Yahudileri de bu Hendek savaşının olması için düşmanları teşvikte bulunmuş, müslümanlara saldırmak istemişlerdi. “Kureyze oğulları” da bir Yahudi tâifesi idi. Medine-i Münevvere’nin civarında bir nahiyede bulunuyorlardı. Orada sağlam kal’aları var idi. Evvelce Resûl-i Ekrem ile birantlaşma yapmışlardı. Daha sonra bu antlaşmaya aykırı olarak Hendek savaşında düşmanlar ile birleşmişlerdi. Binaenaleyh hendek savaşı sona erince hemen Cibril-i Emin gelmiş, Resûl-i Ekrem’in Kureyze oğulları üzerine derhal yürümesi için Allah tarafından bir emir getirmişti. Yüce Peygamber Efendimiz de tekrar silahlanarak üç bin kadar eshab-ı kiramı ile Kureyze oğulları üzerine yürüdü, sancağı şerifi, Hz. Ali taşıyordu, kal’aları onbeş gün kadar kuşatma altına alındı. Onlar kendilerine evvelce verilen nasihatları dinlememiş, sonra da düşman ordusuna yardım etmişlerdi. Bu defa antlaşmayı bozmuş olduklarını itiraf eylediler ve ensar-ı kiramın en büyüğü olan “Sad ibni Muaz” Radiallahu Anh’ın vereceği hükme râzı olduklarını söylediler. O zat da “Kureyze oğulları”ndan eli silâh tutan erkeklerin idamına, çocukları ile kadınlarının da esir alınmasına karar verdi. Onlar bu şekilde lâyık oldukları cezaya kavuştular. Arazileri de ensarı güzînin rızalariyle muhacirin kirama verildi.

28. Ey Peygamber! Eşlerine de ki: Eğer siz dünya hayatını ve ziynetini diliyorsanız haydi geliniz, size boşanma bedelinizi vereyim ve sizi bir güzelce salıvermekle salıvereyim.

28. Bu mübârek âyetler de takva ile, Allah’ın emrine saygılı olmakla vasıflanmış olan Resûl-i Ekrem’in şefkat ile de tam manasiyle vasıflanmış olduğunu gösteriyor ve eşlerinin şefkate pek lâyık olduklarına ve özellikle Yüce Peygamberin eşi olmak şerefine sahip olanların özel önemlerine işaret için onların haklarında yapılacak muameleyi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey Peygamber!.) Ey Merhametli Resûl!. (Eşlerine de ki: Eğer siz dünya hayatını ve ziynetini diliyor iseniz) dünyadaki pek geniş nimetleri, refahı ve bir takım boş alayişi, haddizatında kıymetsiz süsleri arzu eyliyor iseniz (haydi geliniz) hemen bana haber veriniz, arzunuzusöyleyiniz (size boşanma bedelinizi vereyim) icabeden mehrinizi ödeyeyim (ve sizi bir güzelce salıvermekle salıvereyim) size bir zahmet vermeden, bir hiddet göstermeden sizi nikahım altından kolayca bırakayım.

29. Ve eğer siz, Allah’ı ve Resûlünü ve ahiret yurdunu diliyor iseniz elbette ki, Allah sizlerden güzel amellerde bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

29. (Ve eğer siz) Ey Yüce Peygamber’mn eşleri! (Allah’ı ve Resûlünü ve ahiret yurdunu diliyor iseniz) öyle yüksek temennilerde bulunuyor iseniz (elbette ki, Allah sizden güzel âmellende bulunanlar için) Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine razı, kulluk şânına lâyık ibadetlere devam edenlere mahsus (büyük bir mükâfat hazırlamıştır) onlar dünyada da, ahirette de selâmet ve saadet için yaşarlar, ahirette tasavvurların üstunde nimetlere, derecelere nâil olurlar.

30. Ey Peygamberlerin eşleri! Sizden hangi biri haddızatında açık bir kötülüğü meydana getirirse onun için azap, iki katlanır. Ve o, Allah’a kolay olmuştur.

30. (Ey Peygamberin eşleri!.) Ey o Yüce Resûlün öyle emsalsiz bir şerefe sahip olan eşleri!. (sizden hangi biri haddizatında açık) olan (bir kötülüğü yaparsa) söz veya fill olarak bir günahı işlerse, meselâ: Resûl-i Ekrem’e karşı itaattan kaçınırsa, dünyanın fani varlığını, ziynetini ister durursa (onun için azap iki kat katlanır) çünkü en büyük bir şerefe, bir nimete nâil bulunmuş oldukları halde onun kadrini bilmemiş olacakları için elbette ki, başka kadınlara nisbetle kendilerinin cezası ziyade olmak gerekir. Mesela: Bir hür kimsenin cezası, bir kölenin cezasından çok olur, bir âlimin kusurundan dolayı cezası, bir cahilin cezasından ziyâde bulunur. Artık Resûl-i Ekrem’in eşi, olmak ise ne kadar büyük bir şereftir, nimettir, bunun değerini bilmeyen, inkârcı bir vaziyet olan birkimse kat kat cezya lâyık olmaz mı?. Evet.. Bu yoldaki bir ilâhî tehdit de o muhterem eşler hakkında bir ilâhi lütufdur ki, onların uyanmasına vesiledir, insanlık icabı bir kusurda bulunacak olurlarsa hemen nâdim ve pişman olarak Hz. Peygamber’in rızasını kazanmaya çalışsınlar. (ve o) öyle iki kat ceza vermek (Allah’a kolay olmuştur) onların öyle bir eşlik şerefine sahip olmaları, kendilerini o halde cezadan kurtaramaz. Cenab-ı Hak, kulları hakkında dilediği gibi mükâfat ve ceza verebilir, buna kimse engel olamaz. “Bu mübârek âyetlerin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: Bu esnada Hz. Peygamber’mn dokuz muhterem eşi nikâhı altında bulunuyordu. Düşmanlar mağlup olmuş, onların birçok malları ve eşyaları müslümanların eline geçmişti. Bu muhterem eşlerinden bazıları nafakalarının arttırılmasını, kendilerine ziynetli elbiseler vesaire verilmesini arzuda bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu, Resûl-i Ekrem de evvela Aişe annemizden başlayarak Resûl-i Ekrem’in nikahı altında kalıp kalmamak hususunda onların serbest bulunduklarını kendilerine tebliğ buyurdu. Evvela Hz. Aişe, sonra da diğer temiz eşleri: “Hayır biz Allah’ı, Resûlunu ve ahiret yurdunu tercih ederiz” dediler, Resûl-i Ekrem’e evvelâ muhabbet ve bağlılıklarını gösterdiler. Onların bu pek samimi ve temiz tercihleri Allah katında şükrâna lâyık görülmüş, artık Resûl-i Ekrem’in de onların üzerine başka eş edinmemesi ve onlardan ayrılmaması emr edilmiş oldu. “Resûl-i Ekrem’in ahirete irtihali zamanına kadar nikahı altında bulunan dokuz muhterem eşleri şunlardır:

(1): Hz. Âişe Binti Ebi Bekr.

(2): Hafza Binti Ömeril Farik.

(3): Ümmi Habibe Binti Ebi Sefyan.

(4): Ümmü Selem Binti Ebi Ümeyye.

(5): Sevde Binti Zem’a.

(6): Zeynep Binti Cehş.

(7): Meymune Bintül’ Haris.

(8): Cüveyre Bintü’l Haris.

(9): Vasfiyye Binti Huyey. Resûl-i Ekrem’in ilk eşi olan Hz. Haticeile Zeyneb binti Huzeyme adındaki muhterem diğer bir eşi ise Hz. Peygamber’in irtihalinden evvel vefat etmişlerdir. Allah onlardan razı olsun “İbni Hişam’ın es-siretu’n-Nebeviyye” “Peygamber Efendimizin ilk eşi Haticetülkübra annemizdir. Kadınlardan ilk evvel İslâm ile şereflenen O’ur. Hz. Peygamber’e çok hizmette bulunmuştur, bütün temiz eşlerinin en üstünüdür, Peygamberimizin İbrahim adındaki oğlundan başka bütün çocukları, Hz. Hatice’den dünyaya gelmiştir. Fatimetüzehra Hazretlerinin annesidir. Fahri Âlem Hazretleri elli yaşına kadar başka bir kadınla evlenmemiştir. Böyle gençlik zamanı geçtikten sonra çeşitli kadınlar ile evlenerek onları da müminlerin anneleri dizisine idhâl katması bir nice menfaatlere, hikmetlere dayanmaktadır. Hz. Aişe’den başka eşleri, yaşlı ve dul bulunmuşlardı. Onlar ile evlenmesi, haşâ; nefsani bir meyle dayanmış değildi, bilakis bir şefkat ve merhamet eseri idi. Evet.. Peygamberimizin bu evlenmesi, şehit olan eshab-ı kiramın eşleri hakkında bir şefkat olmuştu, onları sefaletten, ihtiyaçtan kurtarmıştı. Bununla beraber Resûl-i Ekrem’in âile münasebetine ve diğer bir hayli hususlara ait fiil ve sözleri, ancak bu muhterem eşleri vasıtasiyle bilinerek birçok şer’i hükümlerin ortaya çıkarılmasına sebep olmuştur. Resûlullah’ın temiz eşleri hakkında “Muvazzah ilmî kelâm dersleri” adındaki âcizane eserimde oldukça geniş bilgi vardır. “Mehr; Karının nikâh akdi ile kocasından almaya hak kazanmış olduğu maldır. Miktarı belirlerirse “Mihri Müsemma” adını alır. “Mihr” belirlenmeksizin veya mehr verilmemek üzere nikah akdedilse koca ile karıdan bir vefat edince veya analarında cinsel ilişki veya halveti sahihe gerçekleşince kocanın üzerine mehri misl lâzım gelir. Fakat karı daha sonra dilerse o mihri kocasına bağışlayabilir. Sahih bir nikâhta mehr belirlenmediği takdirde cinsel yaklaşmadan veya halveti sahihagerçekleşmeden boşama vaki olursa mehni mislin yarısını geçmemek üzere boşama bedeli lâzım gelir.

§ Mut’a yetecek kadar azık, istifade olunacak şey ve faidelendirmek manasınadır. İstılâhta koca tarafından boşadığı karısına verilecek üç veya beş parça elbisedir. Üç olduğuna göre bir başörtüsü, bir gömlek, bir de çarşaftır. Beş olduğuna göre de bir entari ile diğer bir giysi daha ilave edilir. Bunların kıymeti de verilebilir.

§ Mehri misl; Karının babası tarafından ve olmadığı takdirde beldesi ahalisinden akit tarihinde yaş, güzellik, bekaret gibi vasıflarda akran ve emsâli kadınların mehridir. Miktarı peşin verilen mihre “Mehri Muaccel” peşin olmayan mehre de müeccel denilir.

Lütfen Paylaşın!
0Shares

BİR CEVAP YAZIN